12 Mart sonrası ihtilalci karakter taşıyan örgütlerin kurucu liderleri faşist diktatörlük tarafından planlı ve bilinçli bir şekilde katledildi. Kurucu önderlerin önemli bir kısmı ise ömür boyu müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yeni olan ve henüz gerekli deneyimi kazanma aşamasında olan devrimci hareketler ağır kayıplar almıştı. THKO, THKP/C ve TKP/ML gibi, parti ve örgütlerinin ideolojik, siyasi, örgütsel azami ve asgari programını inşa eden, ona teorik karakter veren kurucu önderler olan Hüseyin İnan, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya alçakça katledilmişti. Yeni ve genç olan bu örgütlerin aldığı ağır kayıpların telafisi belki uzun yıllar telafi edilemeyecekti. Öyle de oldu. Faşist Türk devleti can düşmanlarını en güçlü merkezinden vurmuştu. Yeni doğan bir çocuğun annesini yitirmesine benziyordu, devrimci hareketin aldığı yenilgi. Faşizm komünist ve devrimci harekete ağır darbeler vurmuş ve artık devrimci hareketin belini kolayca doğrultamayacağına inanıyordu. Emekleyen çocuk annesiz kalınca ne hallere düşeceğini iyi biliyordu faşist devlet… Bir anlamda “haklıydı” ve öylede oldu diyebiliriz.
Lakin, devrimin yeni halefler, önderler yetiştireceğini faşist Türk devleti unutmuş olmalıydı. Ki, gerçek olanda komünist hareketi ve devrimci hareketlerin küllerinden yeniden doğması gerçeği vardı. Her toprağa düşenimiz binlerce tohum vererek devrim tarlasını sulamaktaydı. Partimiz kurucu önderini çok erken kaybetmişti. Bu ayrılık zamansızdı. Olmaması gerekti. Ama oldu. Kaypakkaya ve önderlikte yer alan yoldaşların faşizme esir düşmesi çok ağır bir yenilgiydi. Partimiz yaralarını durmaksızın sarmalı, partimizin çalışmalarını sekteye uğratmamalıydı. Partimiz çok hızlı toparlanmalı, merkezi koordineyi sağlamayı önüne asıl hedef olarak koymalıydı. Tutsak yoldaşların içeride merkezi yapılanmaya el atması ve kendi aralarında koordinasyon komitesi oluşturmaları hızla toparlanacağımıza işaretti.
Yakalanmayan veya tutuklanıp bırakılan bir çok ileri sempatizan ve sempatizan yoldaş partimizin çalışmalarını aksatmadan sürdürdü. Bölgesel, yöresel çalışmalar yapan partimizin ileri sempatizanları ve sempatizanları ilk dönemler kendiliğinden başlayan çalışmaları örgütlü çalışmaya dönüştürerek bölgeler arası koordineyi sağlamaya çalıştılar. 1974 yılında Ecevit hükümetinin çıkardığı genel afla partimizin ve devrimci örgütlerin yüzlerce elamanı serbest bırakıldı. Ecevit hükümetinin çıkarmış olduğu genel af her halükarda komünistlerin ve devrimcilerin toparlanmasını hızlandırdı. Çünkü 12 Mart yarı askeri faşizmi devrimcileri katletmişti, önderlerini yok etmişti, on binler içeri alınmış, işkenceye maruz kalmıştı. Zira faşist diktatörlük komünist ve devrimci örgütleri çökertirken halkı karşısına almamış, toplu tutuklamalar, köy boşaltmalar ve halkımızı ağır baskı ve zulüm altında tutarak korku toplumu “yaratmamıştı”.12 Eylül askeri faşist cuntasıyla arasındaki en önemli fark buydu denilebilir. Tabi ki, yalnızca bu faktör rol oynadı demek yanlış olur. Bunun yanında birçok faktörün bulunduğu da bir gerçektir.
Dünyada ve ülkemizde gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş hareketleri her geçen gün yeni zaferler kazanarak devam ediyordu. Ülkemizde devrimci halk hareketleri eskiye oranla daha bir örgütlü ve kitlesel boyut kazanarak devam ediyordu. Türkiye tarihinde yaşanmamış devrimci tarzda kitlesel eylemler yapılıyor, komünistler ve devrimci örgütlerde bu gelişim ve değişim üzerinden kadrolaşıyor, kitleselleşiyor ve silahlı mücadelenin önemine dikkat çekerek halk savaşı propagandasını yapıyordu. Kitlelerin devrim yapmaya, köklü bir dönüşüme ve faşist diktatörlüğü yıkmaya istekleri vardı dersek yanlış tahlil yapmış olmayız. Öyle ki, binler, on binler, yüz binler mitinglere katılıyor, faşizme karşı özgürlük, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesini destekliyordu. Yarım asrı geçen zaman içerisinde devrimci harekete egemen olan ,TİP,MDD, Aydınlık ,Kıvılcım vb reformist, revizyonist ve pasifist etkiler hızla kırılıyordu.
Buna karşın 12 Mart yenilgisinin verdiği ağır tahribatları komünistler ve ihtilalci örgütler henüz daha onaramamıştı. Doğru dersler çıkararak kendini yenilemeyi başaramamıştı. Kendi içlerinde ve devrimci örgütler arasında ateşli şekillerde süren teorik ve siyasi tartışmalar kısır döngüler içerisine hapis edilerek doğru dersler çıkarılamıyordu. Teorik birikimde yetersizlik, örgütsel deneyimsizlik, komünist partinin yetkin ve yönlendirici önderlik eksikliği, yetmişli yılların genç kadrolarını çıkış yolunu doğru rotaya çekmede yetersiz kalıyordu. Ortaya çıkan bu yetmezlik ve önderlik tartışmaları doğru yönlendirmeden öte sekterleştiriyordu. Öyle ki, bir bardak suda kıyametler koparılıyor, devrimciler arası dayanışma, dostluk, eylem birlikleri askıya alınıyor, işler ‘devrimcilik adına birbirine şiddete’ vardırılıyordu. Faşist Türk devleti bu çelişkileri görüyor ve kendi lehine çevirmek için provokasyonlar örgütleyerek bu çelişkileri daha da derinleştiriyor, devrimci güçlerin gelişmekte olan etkisini kırmaya çalışıyordu. Devrimcilerin bu zaafından faşist Türk devleti önemli oranda yararlandı demekte bir sakınca yoktur, diyebiliriz. Devrimci önderlikte yoksunluk ve Türkiye’nin o gün ki objektif ve sübjektif durumunu sağlıklı tahlil edememek, buna mukabil dünyada sosyalist devletler ve güçler arasında çıkan ideolojik, siyasi ayrışmalar devrimci güçler arasında var olan çelişkileri daha bir gerginleştirmiş oldu.
Özellikle Mao’nun 1976 yılında ölümü bu çelişkileri, ayrışmaları hızlandırdı ve ayrıştırdı. Arnavutluk halk cumhuriyeti başkanı Enver Hoca’nın Mao Zedung yoldaşa kendi geçmişini ret edercesine, ideolojik saldırılar başlatması kırılmanın ve sosyalist güçler arasında ayrışmanın temelini oluşturuyordu. Enver Hoca’nın küçük burjuva histerik saldırıları bizim içimizde de ciddi ideolojik, siyasi, ve örgütsel sorunlar yaratıyor, partimizin Maoist kimyasını bozuyor, azami ve asgari programda revizyona yol açıyordu. Bu sebeple olacak ki, birinci konferansta seçilen MK içerisinde ideolojik olarak ayrışmalar baş gösterdi. Deyim yerindeyse partinin kimyası bozulmaya, tasfiyeci gedikler açılmaya başlanmıştı.
Komünistlerin doldurması gereken alternatif boşluğu doldurma bir yana “içe dönük ideolojik çalışmanın esas alınması” partimizin Halk Savaşı ve gerilla savaşını başlatma, kendini bu çizgiye odaklamasını ortadan kaldırmış oldu. Bu gerçek ülkemizin içerisinde bulunduğu objektif ve subjektif durumunu iyi okuyamamayı ve de ona uygun örgütlenmeye gitmeyi engellemekteydi. Her boyutuyla iç tartışmalar ve ona uygun örgütsel düzenlemeler partimizin esası olmuştu. Yani halk savaşının ilk aşaması olan gerilla savaşını örgütleme, ona uygun partinin güçlerini konumlandırma adeta ortadan kaldırılmış, partimizin örgütlenmesine mutabık halk ordusunun merkezi örgütlenmesi yaz boz tahtasına çevrilmişti. Ordu örgütlenmesinde net bir çizgi yoktu. Çokça söylem ve ‘yeni tezler’ yazılıyordu. Ülkemizde halk savaşının bir anlamda halkın savaşı olduğunu ileri süren anlayışlarda mevcuttu. Devrimci örgütlerin ve bizim halimiz bu durumdayken, faşizm ve faşizmin kolluk kuvvetleri ve derin kontra örgütlenmeler de boş durmuyordu.
Buna karşın, sivil faşistler devlet tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyordu. Erzincan olayları, Malatya olayları, Çorum olayları ve Maraş katliamıyla son bulan devlet destekli faşist saldırılar ve provokasyonlar sıkıyönetimi beraberinde getirmişti. Askeri faşist darbe açık açık prova yapıyordu. Ancak gelecek askeri faşist darbenin getireceği boyutu ve onu takip eden yıkımı ya göremiyorduk yada kendi gücümüzü abartarak ve de zafer havasına kapılarak düşmanın gerçek gücünü küçümsüyorduk.
Biz de dahil olmak üzere birçok devrimci örgüt ‘ askeri darbe olabilir, darbe kapıda vb’ açıklamalar yapıyor, tahlillerde bulunuyorduk. Yetmişli yılların sonlarına doğru devrimci ve komünist harekette önemli ideolojik, siyasi ve örgütsel kırılmalar yaşanıyordu. Bizim içimizde de ideolojik, siyasi ve örgütsel kırılmalar yaşanıyordu. Yaşanan bu kırılmalara rağmen halk kitlelerinin ve Türkiye işçi sınıfının devrimci ve komünistleri desteğinde ciddi bir kırılma yaşanmamaktaydı.
DEVAM EDECEK…