Açıklama: Partizan Degisi’nin Kasım-Aralık 2009 tarihli 70. sayısındaki “ÇİN DEVRİMİ DOSYASI”ndan alınan yazıyı Çin Devriminin 73. yılı vesilesiyle paylaşıyoruz.
Ekim Devrimi’nin gürleyen top sesleri Çin’de yankılandığında Çin Komünist Partisi henüz kurulmamıştı. Ne ki, Ekim Devrimi aracılığıyla Marksizm-Leninizm Çin’e ulaşmada gecikmedi. Yıl 1921’i gösterdiğinde, Marksizm-Leninizm’in devrimci hareketle birleşmesinden ÇKP doğacak ve kuruluşundan 28 yıl sonra da, 1 Ekim 1949 yılında, Çin proletaryasının öncü örgütü Çin Komünist Partisi önderliğinde Demokratik Halk Devrimi muzaffer zaferini ilan edecekti. Sosyalist Ekim Devriminden sonra, Çin Demokratik Devriminin kazandığı zafer, dünya proletaryası ve ezilen halklar için son derece önemli bir olaydı. Ekim Devrimi ve sonrasında gerçekleştirilen Çin Devrimiyle, doğu halkları ile birleşme kanalları açılarak “yeni bir devrimler cephesi” yaratılmış ve doğunun ezilen halkları ayağa kalkmıştır.
Çin’de kazanılan zafer, Marksizm-Leninizm’in “evrensel gerçeğinin” Çin Devriminin “somut pratiği” ile kaynaşmasının dolaysızca ürünüydü. Çin Demokratik Devrimi, Ekim Devrimi zincirinin bir halkası ve dolayısıyla onun doğrudan devamı ve proleter sosyalist dünya devriminin bir bileşeni olması bakımından, dünyanın ezilen halkları ve her şeyden önce de doğu halklarının uyanışının hızlandırılmasında ve devrimci eyleminin mayalanmasında muazzam önemde bir kilometre taşıydı.
Nasıl ki, Ekim Devrimi, dünya proletaryası ve ezilen halklar için kapitalizmin surlarını parçalayıp yolu göstererek parlak bir ilk başlangıcı yaptıysa; Çin Devrimi de, açılan yolda yürüyerek ve Ekim’in evrensel ilkelerini Çin toplumunun ayırt edici özellikleriyle birleştirip büyük bir ülkede zafere ulaşarak, sömürge ve yarı-sömürgeler için gerçek bir “standart” oluşturdu.
Elbette ki, Ekim Devrimi’nin sunduğu standart, sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerin dayanabileceği ve kendilerine “çıkış noktası” sayabileceği fevkalade bir örnek teşkil etti. Çin Devrimi, bu standarda yaslanarak ve onu “yeni fikir ve tezlerle” tamamlayarak daha da ileriye taşıdı. Nasıl ki, Ekim Devrimi, Çin Devrimi için bir “çıkış noktası” rolü gördüyse; Çin devrimi de özellikle Doğu halkları için bir “çıkış noktası” olmuştu. Kaldı ki, bilinir ki, somut bir ilk pratiğin olmadığı durumlarda bir önceki devrimler, sonrakiler için her daim bir dayanak rolü görmüşlerdir.
Rusya’da proleter sosyalist devrim biçimine bürünen devrim, Çin’de demokratik devrim rengine bürünmüştü. Devrimin Çin’de aldığı biçimle Rusya’da aldığı biçim arasında farklılıklar vardı ve bu farklılıklar, başka şeyler bir yana, esas olarak, her iki ülkenin, farklı sosyo-ekonomik yapılara sahip oluşu ve farklı devrim aşamalarından geçiyor oluşunda ortaya çıkıyordu.
Neydi, devrimin Çin’de aldığı biçim? Ekim Devrimi ve onun Çin’deki izdüşümü ya da devrimin Çin’de aldığı biçim her şeyden önce, Çin, sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkeydi. Böylesi bir toplumsal ve ekonomik yapıya sahip bir ülkede ortaya çıkacak olan devrim, kapitalist ülkelerdeki bir devrimden, Rusya’daki Ekim sosyalist devriminden, devrimin “temel içeriği” açısından değil ama, elbette farklıydı. Bu farklılık, birindeki devrimin “niteliği” ile diğerindeki devrimin “niteliği” arasındaki farklılıktı. Kapitalist Rusya’da devrim “proleter-sosyalist” nitelikteydi; oysa Çin’deki devrim “demokratik devrim” niteliğine bürünmüştü. Her iki ülke farklı devrim aşamalarında bulunuyorlardı.
Bu böyle olduğu içindir ki, Mao, “Çin devriminin niteliği proleter-sosyalist değil, burjuva demokratiktir” diyordu. Ne ki, bundan, Çin’deki devrimin, eski türden burjuva demokratik devrim olduğu sonucu çıkartılmamalıdır. Çin Demokratik Halk Devrimi, emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizme karşı kararlı bir mücadele içinde gelişmiş, dünya proleter sosyalist devriminin bir bileşeni olarak ortaya çıkan, “yeni özel tip bir devrim”, “yeni demokratik devrimdi”. Dolayısıyla, onun, eski tipten burjuva demokratik devrimleri sınıflamasına ait olamayacağı kendiliğinden anlaşılırdır.
Mao, “bu çağda bir sömürge ya da yarısömürgede emperyalizme, yani uluslararası burjuvaziye ya da uluslararası kapitalizme yöneltilmiş her devrim, artık burjuva demokratik devimin eski sınıflamasına değil, yeni sınıflamasında girer” derken, farkı ortaya koyuyordu.
Ve dahası: “Sömürge ve yarı-sömürge bir ülkede böyle bir devrim, birinci aşaması ya da birinci adımı sırasında, toplumsal niteliği bakımından temelde hala burjuva demokratik olduğu ve objektif hedefi kapitalizmin gelişmesi için yolu açmak olduğu halde, artık, kapitalist bir devlet kurmak amacıyla burjuvazinin önderlik ettiği eski tipte bir devrim değildir. Bu devrim, birinci aşamada, yeni demokratik bir toplum ve bütün devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü altında bir devlet kurmak amacıyla proletaryanın önderlik ettiği yeni tipte bir devrimdir.”
Buradan çıkan sonuç şudur ki; birincisi, Çin Devrimi, proleter-sosyalist değil, demokratik devrim niteliklidir; ikincisi, bu devrim, “eski” burjuva demokratik devrimler kategorisini değil, “yeni” demokratik devrimler kategorisini, proletaryanın önderlik ettiği yeni tipte devrimler kategorisini temsil etmektedir.
Çin Devrimi, devrimci Marksizm’in uluslararası damarıyla, ulusal özelliklerin, kendine özgü biçimlerin ve somut yönlerin iç içe geçerek gerçeklik haline geldiği bir devrimdir. Bu, bir bakıma, devrimci Marksizm’in “Çinlileştirilmesi” ya da onun “milli bir biçim” kazanmış olmasıdır. Bundan, Çin Devriminin, “bir standart oluşturan” Ekim’in temel damarına yaslanmadığı, her devrimin “temel içeriğini” oluşturan bu temele dayanmadığı ya da Ekim’in “ilkesel temellerine” sırtını dönerek gerçekleştirildiği sonucuna varılmamalıdır.
Lenin, Ekim Devrimi’nin bazı temel çizgilerinin yerel değil, özgül ulusal değil, sadece Rusya’ya özgü değil, uluslararası bir önemi bulunduğunu söylerken, onun evrensel karakterini dile getirmişti “Sol Radikalizm” Komünizmin Çocukluk Hastalığı adlı eserinde. Aynı eserinde konuya dair şöyle demişti: “Devrimimizin tüm ülkeleri etkilemesi anlamında sadece bazı özellikleri değil, bütün temel özellikleri ve birçok ikincil özellikleri uluslararası önemdedir.”
Devrimin temel içeriği, Ekim’in oluşturduğu standart üzerinden Çin’de de Rusya’da da ortak paydayı paylaşmaktaydı. Ne ki, her iki devrimin bu “aynı” paydaları dışında, “ortak olmayan” paydaları da vardı. Bunlar, ulusal özelliklerden, toplumun kendine özgü ayırt edici özelliklerinden, ekonomik ve toplumsal statüden kaynaklanan somut yönler, kendine özgü etmenlerdir. Dahası, bunlar; her devrimin genel ve temel olan evrensel damarları dışında, her devrimin özel gelişme yoludur. Devrim, ancak bu iki yan kaynaştığında, genel, temel ve evrensel olan ilkeler; özel, ulusal ve kendine özgü somut yanlarla birleştiğinde başarılı sona ulaşabilir.
Aslolan, “enternasyonal muhteva” ile “milli biçimin” birleştirilmesidir. ÇKP ve Mao önderliğindeki Çin Devriminin zaferle taçlanışında Marksizm’in evrensel gerçeğinin Çin Devriminin somut pratiği ile birleşmesi tayin edici idi. Yalnızca evrensel ve genel olanla yetinip dogmatizmin ağlarına hapsolmak da, yalnızca özel ve somut olanla yetinip kendi dar pratiğinde evrensel gerçeği görmek de devrimin başarısı için yeterli olmaktan tümüyle uzak kalır. Böylesi durumlarda süreç tek yanlı olup çıkar ki, bu da, başarısızlığın ve yenilginin ta kendisi olur çıkar. İşte tam da burada, ÇKP’nin ve onun önderi yoldaş Mao Zedung’un teori ve pratiğinin rolü, devrimde belirleyici biçimde ortaya çıkar. Partinin ve önderliğin rolü, Marksizm’in evrensel ilkelerinin her ülke devriminin somut pratiğindeki izdüşümü, devrimin her ülke özgülünde bürüneceği rengi, biçim üzerinden açığa çıkarmaktır. Bu biçim, bu ayırt edici özellik, Çin Devriminde yeni demokratik devrim olarak şekillenmiştir.
Mao, “farklı nitelikteki çelişmeler ancak farklı nitelikteki yöntemlerle çözülebilir” derken, tam da devrimin Çin’de aldığı biçimi açıklamış oluyordu. Rusya’da, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin çözüm yöntemi ile Çin’deki, geniş halk kitleleri ile feodal sistem arasındaki çelişmenin çözüm “yöntemi” farklıydı. Rusya, devrim sürecinde baş ve belirleyici rolde ortaya çıkan çelişmeyi, yani devrimin baş çelişmesini “sosyalist devrim yöntemiyle” çözerken; Çin’de, devrim, bu çelişmeyi, yani baş çelişmeyi “demokratik devrim yöntemiyle” çözdü.
Çin Devriminin niteliğini belirleyen, onun sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal karakteri ve bu karakterden çıkan iki temel çelişmeydi. Bunlardan biri, feodal sistemle geniş halk yığınları arasındaki çelişme; diğeri ise, emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişmeydi. Bu iki temel çelişme, Çin Devrimine niteliğini veren, devrimin belli bir aşamasında biri, öteki aşamasında diğeri baş ve belirleyici olarak öne çıkan Çin Devriminin temel çelişmeleridir. İşgal koşulları dışında, Çin’deki baş çelişme, temel çelişmenin “içteki” ayağı; işgal koşullarında ise “dıştaki” ayağıdır. Devrim Çin’de bu çelişmeler sayesinde kendine özgü renge bürünmüştü.
Sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal Çin’de, devrimin “özünü” oluşturan çelişmeler de bu iki çelişmedir. Anti-emperyalist ve anti-feodal çelişmeler Çin devrim sürecine damgasını basan ve devrimin karakterini belirleyen çelişmelerdi. Sömürge ve yarı-sömürgecilikten dolayı anti-emperyalist; yarı-feodaliteden dolayı da antifeodal devrim, yani milli ve demokratik devrimdi Çin’de devrimin büründüğü renk.
Bu iki temel çelişmenin, niteliğini belirlediği milli ve demokratik devrim, iki ayrı devrim aşamasında denk düşmelerine karşın, milli devrimi ve demokratik devrimi, bir devrimin tamamen ayrı iki dönemi olarak nitelendirmek de yanlıştır diyordu Mao. Merkezi görevin “ulusal bağımsızlık” olduğu dönemlerde anti-emperyalist çelişme öne çıkıp baş ve belirleyici rolde öne çıkarken; merkezi görevin “iç çelişme” tarafından belirlendiği demokratik devrim sürecinde ise anti-feodal çelişme başrolü oynayan çelişme olarak öne çıkacaktı. Bu durum, Çin Devriminin kendine özgü gelişme yoluydu. Çin devrim süreci, yalnızca “iç çelişme” tarafından değil, yarı-sömürgecilikten dolayı bir de “dış çelişme” tarafından belirlenmekle, kendisinden önceki Ekim Devriminden ayrılıyordu. Ve bu, Çin’in sömürge ve yarı-sömürge oluşundan kaynaklanıyordu.
Bu devrim, yani “yeni demokratik devrim, proletarya önderliğindeki geniş halk yığınlarının anti-emperyalist ve anti-feodal devrimidir” derken Mao, Çin Devriminin somut yönleri ve biçimlerine işaret ediyordu. Zira, Çin Devrimi bu çelişmeler temelinde doğmuş, gelişmiş ve zafere ulaşmıştır. Anlaşılır ki, Ekim Devrimi’nin Çin’deki izdüşümü, Çin rengine bürünerek, yani Çin Devriminin somut pratiği ile bütünleşerek Ekim 1949 yılında Çin’in yaşayan gerçeği haline gelmişti.
Peki neydi, bu devrimin ayırt edici özellikleri? Çin Devrimi’nin kendine özgü özellikleri? Bu ayırt edici özellikler, Çin toplumunun farklı ekonomik-toplumsal yapısına dayanıyordu. Çin sömürge ve yarı-sömürgeydi ve de yarı-feodal bir toplumdu. Böylesi bir toplumun Çin Devriminin önüne koyduğu iki temel çelişme, yani anti-emperyalist ve anti-feodal çelişme; Çin’deki devrimin, demokratik devrim karakterini ve de bu devrimin stratejik hedefinin de emperyalizm, feodalizm ve komprador kapitalizmi yok etmek olduğunu ortaya koyuyordu. Ve bu devrim, emperyalizme dayalı ve onlar tarafından ayakta tutulan komprador burjuvazi ve toprak ağaları iktidarının “uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı” ile alt edilebileceğini önüne temel görev olarak almıştı. Açıktır ki, bu, “devrimi kırlardan şehirlere taşıma” stratejisiydi. Oysa devrim Rusya’da tam tersi yolda, “şehirlerden kırlara” doğru bir rota çizdi. Çin’in sosyoekonomik statüsü, Çin Devrimine birçok özgünlük ve somut yönelim yüklemişti.
Ama önce şu: Geride bıraktığımız yüzyılın devrim pratikleri, biri Rusya’da, diğeri de Çin’de olmak üzere iki önemli örneği önümüze koymuş bulunuyor. Rus ve Çin devrimi iki farklı strateji ile başarılı sona ulaştı. Devrim Rusya’da şehirleri temel eksen aldı; Çin de ise kırları. Geçen yüzyılın ve bu yeni yüzyılın ilk çeyreğinin devrim pratikleri dünya ölçeğinde dünyanın “şehirlerini” değil, “kırlarını”; kırları içinde de kenti değil, “köyü” temel dayanak alan bir güzergahı kullanageldi. Rus devrimini bir yana koyarsak, günümüze dek bütün bir dönem; devrim, kırlardan şehirlere doğru bir rotaya kilitlendi. Ve onun ayırt edici özelliklerini, temel çizgilerini kendisine eksen saydı.
Neydi, devrimin Çin’de aldığı somut yönelim ve kendi özgünlükleri? Açıklandığı gibi bu ayırt edici özellikler, Çin’in sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimi oluşunda kendisini dışa vurdu. Çin’in bu sömürge ve yarı-sömürge ülke konumunda oluşu, Çin Devrimine özgü ve Rus Devriminde olmayan bir durumdu. Bu durum, devrimin demokratik devrim nitelikli oluşunu değil yalnızca, bu durum; antiemperyalist ve anti-feodal çelişmelerin milli ve demokratik devrimin özünü oluşturmasını da değil yalnızca; ama bu özgünlük, aynı zamanda, birçok yeni ve özgül özelliği ve yeni etmeni de Çin devrim sürecine taşımış oluyordu. Bunun başında, düşmanı alt etmede Parti, Cephe ve devrimci silahlı mücadele gibi üç temel silahın devrimdeki tayin edici rolü geliyordu.
Milli burjuvazinin devrimdeki yeri ve dahası birleşik cephenin stratejik müttefiki oluşu, partinin “savaşçı parti” olarak varlığı ve onun savaş ikliminde inşası, proletarya önderliği altında köylülüğün devrimin temel gücü ve gövdesi oluşu, devrimci silahlı mücadele biçimi olarak uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı, elbette devrimde kızıl üs bölgeleri, uzun süreli savaş, kırların esas ve kentlerin tali rolü gibi yeni etmenler, devrimci şiddetin devrimin temel biçimi oluşu, demokratik halk diktatörlüğü gibi özgünlükler, Çin Devriminin sürece taşıdığı yeni etmenlerdi ve bunlar yeni ve özel olandı; gelişmenin, Çin Devriminin sürece eklediği diri ve canlı olan yeni fikir ve tezlerdi. Çin Devriminin yaşayan canlı gerçeği idi. Çin Devriminin ayırt edici özellikleriydi bunlar. Mao’nun “Birleşik cephe, silahlı mücadele ve Parti inşası, Çin Devriminde Çin Komünist Partisinin düşmanı yenmek için kullandığı üç esas ‘sihirli silah’tır” yargısı, Çin Devriminin “özel yanını” vurgulamak açısından büyük ehemmiyete sahipti. O, bu düşüncesini daha geniş bir biçimde şöyle özetlemişti: “Marksizm-Leninizm teorisi ile silahlanmış, özeleştiri yöntemini kullanan ve halk yığınlarıyla kenetlenmiş çok disiplinli bir Parti; böyle bir Partinin önderliğinde bir ordu; böyle bir Partinin önderliğinde bütün devrimci sınıfların ve bütün devrimci grupların bir birleşik cephesi: İşte bunlar düşmanı yenmemizi sağlayan üç esas silahtır.”
Burada, özellikle birleşik cephe ve silahlı mücadele özel önemdedir. Elbette ki, Parti, her ülke devriminin zorunlu bir ön koşuludur. Ne ki, Çin koşullarında Komünist Partisi “savaşçı kimliği”ne bürünerek devrime önderlik etmişti. Ve parti, baştan aşağı askerileştirilmişti bir bakıma. Bundan partinin baştan aşağıya örgütsel hattında, parti işleyişinde, disiplin ve günlük çalışmalarında askerileşmesi, merkeziyetçiliği bu askerileşmenin gereği olarak öne çıkarması ve dahası partinin devrimci askeri pratik çizgisine çekilmesi anlaşılmalıdır.
Bundan partinin savaş koşullarında kendisini sağlamlaştırarak inşa ettiği sonucu çıkarılmalıdır. Bu durum, Çin Devriminin kendine özgü olan bir özelliği idi ve 28 yıllık bir silahlı mücadeleye önderlik eden bir parti de ancak savaşçı kimliği ile devrime önderlik edebilirdi. Bu durum, kapitalist ülkelerdeki Komünist Partilerden farklı bir gelişme çizgisiydi ve Çin’deki Devrimin “özel ulusal gelişme çizgisinde” gerçeklik haline gelmişti.
Silahlı mücadeleye gelince; Şurası açıktır ki, Mao’nun sözünü ettiği, iktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir yargısı, Marksizm’in kurucu ve sürdürücüsü Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in üzerinde yürüdüğü güzergah ve dolayısıyla, Marksizm-Leninizm’in temel bir devrim ilkesiydi ve bu, yalnızca Çin’de değil, bütün ülkelerde geçerli olan evrensel ve genel bir standarttı. Çin Devriminde bu yargı, ÇKP ve Mao’nun önderliğinde Çin Devriminin somut koşullarıyla yeni ve özgün bir senteze ulaştı. Bu ilke, Ekim Devriminde toplu ayaklanma, Çin’de ise, halk savaşı olarak yaşama geçirildi. Mao, apaçık bir şekilde belirtmişti ki, iktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi ilkesi bütün ülkelerde aynı kalmakla birlikte, bu ilke, her ülkenin proletarya partisi tarafından değişik koşullarda, değişik şekillerde uygulanır. Sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal Çin’in kendi somut koşulları kendine özgü bir mücadele biçimini, temel mücadele biçimi olarak devrimci silahlı mücadeleyi ön plana koymuştu. Mao’nun sözleriyle, “Çin’de esas mücadele biçimi savaş, esas örgütlenme biçimi ordudur”.
Evet, her şey, bu kısa ama zengin içerikli cümlede adeta özetlenmiş oluyordu Mao tarafından. Ve bu, Çin devriminin en özgün ve en belirgin yanıydı: Kendine özgü bir nitelik. Çin’in temel özelliği, bağımsız ve demokratik bir ülke olmaması, tam aksine emperyalizmin tahakkümü altında olması ve de feodal baskı altında bulunmasıydı. Ne yararlanılabilecek bir parlamento ve ne de diğer demokratik hak ve özgürlükler ve de legal olarak grev vb. örgütleme hakkı vardı. Uzun bir legal mücadele içinde işçileri eğitmek, kuvvet toplamak ve faşist devleti yıkmaya hazırlama olanakları tümüyle kapanmıştı.
Mao, “Çin devriminin esas araçları ya da biçimi, barışçı mücadele değil, silahlı mücadele olmak zorundadır. Çünkü düşmanlarımız, Çin halkının barışçı bir şekilde hareket etmesini imkânsız kılmış ve onu bütün siyasi özgürlüklerden ve demokratik haklardan yoksun bırakmıştır” derken, devrimin kendi özel gelişme yoluna işaret ediyordu adeta.
İşte böylesi koşullarla kuşatılmış Çin’de, politikanın olağan araçlarla ya da kapitalist ülkelerde olduğu gibi çok çeşitli kansız mücadele yöntemleriyle yerine getirilmesinin yolu daha başından kesilmişti. Dolayısıyla, Çin’de, Ekim Devriminde olduğu gibi ayaklanma ve ayaklanmanın eşiğine gelinceye dek uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve ilk önce şehirleri ele geçirip sonra devrimi kırlara yaymak değil; tam aksine, Çin’de devrimin askeri çizgisi, “kırları şehirlerden kuşatma” çizgisi olarak, “uzun süreli bir savaş stratejisi” üzerinden yaşam hakkı bulacaktı. Ve elbette ki, bu strateji, kızıl siyasal iktidarlarla ete-kemiğe bürünecekti. Ve işte bu durum, yukarıda da açıkladığımız gibi, Çin Komünist Partisi’ne savaşçı parti rolünü yükledi ve parti “savaş kimliğiyle” mücadele sahnesinde yer aldı. Zira, “Çin devrimindeki temel mücadele biçimi silahlı mücadele”ydi.
Devrimci silahlı mücadele Çin Devriminin 28 yıl boyunca başvurmak zorunda kaldığı temel bir mücadele aracı olarak işlev gördü. Stalin, “Çin’de silahlı devrim, silahlı karşı-devrimle savaşmaktadır. Bu, Çin Devriminin kendine özgü niteliklerinden ve üstünlüklerinden biridir” derken Çin Devriminin bu ayırt edici yanını açıklıkla saptıyordu. Bilinir ki, Çin Devrimindeki temel mücadele biçimi olarak silahlı mücadele, proletarya önderliğindeki bir “köylü savaşı” biçiminde gelişti ve uzun süreli, dağınık halk gerilla savaşı ya da halk savaşı biçimini alan devrimci silahlı mücadele, mücadelenin temel biçimi olarak devrimin vazgeçilemez bir silahı olarak yer aldı. Bu durum, Çin Devriminin “ayırt edici bir özelliği” ve Ekim Devrimi’nde bulunmayan “kendine özgü bir niteliğiydi”.
Çin Devriminde silahlı mücadele, devrimin ruhu ve özüydü. Ve de Mao’nun sözleriyle, Çin’de “silahlı mücadele proletarya önderliği altında bir köylü toprak devrimidir”. Bunsuz ne proletarya partisi ve ne de devrimin varolması düşünülebilirdi. Zira, Çin devrim sürecinde ne parlamentodan bir kürsü olarak yararlanma olanağı vardı ve ne de sendikaların örgütlenmesi olanağı. Ne işçileri uzun bir legal mücadele içinde devrim için eğitme, hazırlama ve örgütleme koşulları ve ne de uzun bir legal mücadele içinde kuvvet toplayarak, güç biriktirerek devrimi hazırlamak için çalışma koşulları vardı. Dolayısıyla ne örgütlenme biçimi legaldi ve ne de mücadele biçimi kansızdı. Tam aksine, bu olanaklar temel mücadele ve örgütlenme biçimlerine tabi olarak gelişen bir süreç içinde ele alındı.
Silahlı mücadele; Çin devrim sürecinde öylesine büyük ehemmiyete sahipti ki, Mao, “Silahlı mücadele olmadan ne proletaryanın, ne halkın ve ne de Komünist Partisinin Çin’de hiçbir varlık gösteremeyeceğini ve devrimi zafere ulaştıramayacağını öğrendik” der. Ve de ayrıca, Parti, “devrimci silahlı mücadele meselesini doğru bir şekilde ele aldığında gelişme, sağlamlaşma ve Bolşevikleşme yolunda ileri doğru bir atmış olur” diyerek silahlı mücadelenin devrimdeki rolüne biçtiği değeri ortaya koyar. Çünkü gene Mao’nun Çin devrim pratiğinde doğrulanan yargılarıyla, Çin’de “silahlı mücadele devrimin temel biçimidir.”
Tüm bunlar, Ekim Devrimi’nin izdüşümü olarak ve onun yolunu açtığı Çin Devrimi için yeni ve özel olan, Çin devriminin kendi “özel ulusal gelişme çizgisinin” ürünü ve Çin Devriminin somut yönleriydi. Çin Devriminin bir başka kendine özgü temel niteliği birleşik cephe ve milli burjuvazinin cephe içindeki yeri sorunudur. Parti ve silahlı mücadele ile birlikte birleşik cephe, devrimi başarılı sona ulaştırmada üç temel silahtan biri olarak Çin Devriminin çeşitli aşamalarında farklı sınıfsal bileşimlerde ortaya çıktı. Bilindiği gibi 1949 yılındaki zaferine dek Çin Devrimi dört büyük aşamadan geçti. 1924- 1927 yılına denk gelen birinci aşama, Birinci Büyük Devrim aşamasıdır, yani Birinci Devrimci İç Savaş Dönemi; 1927- 1937 yılını kapsayan ikinci aşama, İkinci İç Savaş Dönemi, yani Toprak Devrimi aşaması; 1937-1945 arası dönemi Direnme Savaşı Dönemi ve Üçüncü İç Savaş Dönemi olan ve Çan Kay-şek’e karşı tüm halkın seferber edildiği 1945-1949 arası dönem olmak üzere dört dönemi kapsar.
Bu dört büyük dönemi kapsayan Çin devrim sürecinde birleşik cephe de dört farklı aşamadan geçti. Her şeyden önce birleşik cephe proletarya önderliğinde işçi-köylü temel ittifakına dayalı bir sınıf ittifakı biçimi olarak yer almıştır Çin devrim tarihinde, cephe içinde proletaryanın en sağlam müttefiki köylülük, güvenilir müttefiki de küçük burjuvazidir. Fakat daha sonraki sınıflar açısından durum bu denli kolay yürüyen bir süreçle yaşam hakkı bulamamıştır.
Önce, Çin milli burjuvazisi. Birleşik cephenin stratejik bir müttefiki olmasına karşın, yalpalayan, sallantılı ama gene de cephe içinde yer edinmesi gereken bir sınıftır. Ve Çin’de de böyle olmuştur. Onun iktisadi ve siyasi güçsüzlüğü onu bazen cephenin içine bazen dışına itebilir. Çin milli burjuvazisi emperyalizme ve feodalizme ve komprador kapitalizme karşı belli ölçülerde de olsa yer aldığı sürece ÇKP önderliğinde proletarya onunla cephe içinde yer alır ve bunu olabildiği ölçüde de sürdürmeye çalışır. Onun devrimci barutundan sonunda dek yararlanmak aslolandır. Dolayısıyla, Çin Devriminde devrimci birleşik cephe, yalnızca köylülük ve küçük burjuvaziyi değil, muhtemel müttefiki olarak milli burjuvaziyi de içinde barındırmıştır. Bu şu anlama gelir ki, devrimci birleşik cephe ve onun sınıfsal bileşimi zaman zaman değişime uğramış; milli burjuvaziye dek genişlemiştir.
Fakat burada önemli nokta şudur ki, Mao’nun şu uyarılarının akılda tutulması gerekir: “Emperyalizme ve feodalizme karşı mücadele tarihi döneminin tümünde, emperyalizme karşı halkın safını tutmasını sağlamak için milli burjuvaziyi kazanmalı ve onunla birleşmeliyiz. Emperyalizme ve feodalizme karşı koyma görevi esas olarak tamamlandıktan sonra da, belli bir süre için milli burjuvazi ile ittifakımızı sürdürmeliyiz.”
Ama dahası var: O da komprador burjuvazinin farklı kanatları da cephe içinde sınırlı da olsa belli dönemde yer almıştır. Evet, komprador burjuvazi devrimin süreğen bir hedefidir; hem de üç büyük dağ dediğimiz üç büyük hedeften biridir. Ne var ki, Mao’nun isabetlice saptadığı gibi, bu burjuvazinin içinde farklı gruplar farklı emperyalistler tarafından desteklenmektedir ve dolayısıyla mücadelenin darbesinin doğrultusu belli bir emperyalisti ve bunun üzerinden de belli bir komprador grubu hedef tahtasında koyduğunda ve böylece farklı emperyalist gruplar ve onların uşağı büyük burjuvazinin grupları arasındaki çelişmeler yeğinleştiğinde, belli bir devlete ve onun uşağı sınıflara karşı verilen mücadeleye, diğer devletlere bağlı gruplar belli bir süre ve belli ölçüde mücadeleye teşvik edilebilir.
Mao, devrimin zaferinden sonra bu konuyu tartıştığı bir makalesinde “çeşitli komprador gruplara karşı mücadelede, önce içlerinden birini hedef alarak ve ilk önce vurulması gereken baş düşmana vurarak, emperyalist ülkeler arasındaki çelişmelerden yararlanmak gerekir” diye özetleyecekti bu durumu.
Böylesi bir durumda, Çin proletarya partisi, bu kesimle, komprador burjuvazinin bu grubuyla milli bir birleşik cephe kurabilir ve devrimi ileriye taşıdığı ölçüde de bu cepheyi korumaya devam eder. Elbette ki, bu, düşmanı zayıflatmak ve devrimci güçlerin kendi yedeklerini artırması bakımından, düşman sınıflar arasındaki çelişmelerden yararlanmaktır.
Yalnızca belli koşullar altında, belli ölçüde ve sınırlı bir dönem boyunca yapılacak bir milli birleşik cephedir -devrimin tüm dönemi boyunca değil. Bilinir ki, bu cephe, Japon emperyalizminin işgali döneminde gündeme gelmiştir Çin’de.
Bu son iki nokta, yani milli burjuvazi ve komprador burjuvazinin belli gruplarıyla belli dönemlerde yapılan birleşik cephe sorunu, “devrimci” revizyonizmin asla anlayamadığı bir sorun olarak kalmıştır. “Devrimci” revizyonizmin anlamadığı temel sorun, proletaryanın kendi dışındaki sınıflarla, köylülük, küçük burjuvazi ve özellikle de milli burjuvaziyle bir “irade birliğinin”, demokratik devrim aşamasında olamayacağı tezidir. Bu, Marksist gerçeklere sırtını dönen, tek irade teriminin soyut ve metafizik yorumuna dayandırıldığı için her türlü temelden yoksun bir yorumdur. Evet, demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında temelden bir ayrım vardır. Bu ayrım hem tarihsel ve hem de mantıksaldır. Ne var ki, proletarya ile diğer sınıflar ve özellikle de milli burjuvazi arasında sosyalizm sorunlarında ve sosyalizm için savaşımda bulunmayan irade birliğinin, demokrasi vebağımsızlık ve toprak sorununda bulunmadığını söylemek, Marksizm’i, revizyonizm bakış açısıyla “düzeltmek” demek olur.
Unutulmamalıdır ki, demokratik devrim, “tüm halkın” devrimidir ve devrimci revizyonizmin atladığı da budur. Dolayısıyla sosyalizm çizgisinde proletaryanın diğer sınıflarla bir tek iradesinden söz edilemez ama, demokratik devrim çizgisinde bu iradeden söz etmek tamamıyla Lenin’in bakış açısını savunmaktır.
Ama daha da önemlisi, Çin Devriminin, devrimler tarihine, kendine özgü gelişme çizgisinde kattığı yeni ve özel olan, gerek temel mücadele biçimi olarak silahlı mücadele ve gerekse devrimci ve milli birleşik cephe sorunu hiç yaşanmamış bir sorun olarak kaldı revizyonizmin tarihinde. Onlara göre, ne Çin Devrimi “yaşandı” ve ne de Mao ”yaşadı”.
Sonuç olarak, “birleşik cephe ve silahlı mücadele düşmanı yenilgiye uğratmada iki temel silahtır. Birleşik cephe, silahlı mücadeleyi sürdürmek için kurulan bir birleşik cephedir. Ve Parti, düşman mevzilerini darmadağın etmek için, bu iki silahı, yani birleşik cephe ve silahlı mücadele silahını kullanan kahraman bir savaşçıdır. Bu üç şey birbirine işte böyle bağlıdır.”
Uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı Çin Devriminin en kayda değer, ayırt edici özellikleri içinde en önde duran özel gelişme çizgisi, hiç şüphesiz ki, “uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı” ya da halk savaşıdır. Bu, devrimi “kırlardan şehirlere” taşıma stratejisinin devrimci “askeri” çizgisidir. Çin’de devrim, Rusya’daki devrimle aynı yolu izlemedi. Rusya’da iktidar, Rus devriminin ve toplumunun kendine özgü özelliklerinden dolayı, toplu ayaklanmayla kısa sürede ele geçirilirken; Çin’de iktidar, tam tersi bir yoldan, “uzun süreli savaş” ile adım adım ele geçirildi. Birindeki ayaklanma stratejisi, diğerinde “uzun süreli savaş stratejisine” dayalı halk savaşı halini almıştı. Bu da Çin Devriminin hem kendi üstünlüklerinden biri ve hem de kendine özgü temel niteliklerinden biriydi. Ve Çin Devriminin, kendine özgü koşulları üzerinden Rus devrimiyle en belirgin ayrım noktasıydı buydu: Halk savaşı. Yarı-sömürge ve yarı-feodal Çin’de, feodal toprak ağaları ve komprador burjuvazinin feodal-faşist diktatörlüğünü yıkıp, yerine, proletarya önderliğinde tüm devrimci sınıfların bileşimini ifade eden demokratik halk diktatörlüğü kurmanın en ehemmiyetli, en fevkalade yoluydu Halk Savaşı. Burada önemle vurgulanması gereken nokta şudur ki, halk yığınlarının “aşağıdan” gelen her “dolaysız zorlaması”, yani devrimci zoru, halk savaşı olarak adlandırılamaz. Her halk savaşı aynı zamanda bir devrimci silahlı mücadele olmasına karşın, her devrimci silahlı mücadele aynı zamanda halk savaşı sayılamaz. Bunun için belli koşulların, etmenlerin ve unsurların birlikte var olması, halk savaşı teorisi için zorunlu bir temeldir. Birincisi, Halk Savaşı, Çin Devriminin somut pratiğinde yaşandığı gibi, “uzun süreli savaş stratejisine” dayanır. Bu özellik, onun temel ayaklarından biridir. Düşman güçlerinin kuvvetli, devrim güçlerinin zayıf olduğu bir ülkede, kuvvetlilik ve zayıflık özdeştir ve bu iki yan proletarya partisinin doğru bir politik çizgisiyle karşıtına dönüşür. Tıpkı Çin Devriminde olduğu gibi.
Öte yanda düşman güçlerinin kuvvetli yanları yanında zayıf yanları, devrim güçlerinin de zayıf yanları yanında üstün yanları vardır. Bu olgular mutlak değil, göreli, geçici ve koşulludur. Zamanla düşmanın güçlü yanları zayıflayıp azalacak, devrimin zayıf yanları da adım adım üstün yanlara dönüşecektir. Her iki tarafın karşılıklı durumu ve her iki tarafı etkileyen karşılıklı ilişki, savaşın uzun süreli niteliğini belirler. Tam da burada önemli olan bir nokta var ki, o da, “uzun süreli savaş stratejisi” içinde “çabuk sonuçlu” taarruz muharebe ve harekâtların bu stratejinin zorunlu bir unsuru olmasıdır.
İkincisi, “kızıl politik üs alanları”, uzun süreli savaş stratejisinin temel bir bileşeni olarak halk savaşı kavramı içinde yerini bulur. Kızıl üs bölgeleri, gelecekteki demokratik halk iktidarının rüşeym halindeki ilkbahar filizleri, çekirdekleridir. Uzun süreli savaşın amansızlıkla birleştiği bir yerde, üs bölgeleri, uzun süreli savaşı sürdürmenin olmazsa olmaz ilkesidir. Düşman güçlerini, en güçlü ve en örgütlü olduğu ve en sıkı güvenlik ağı ile kuşatılmış alanlarda “bugünden yarına” yenmek mümkün olmadığına göre, en yumuşak yerinde, güç dengesinin pek lehinde olmadığı kırlarda dize getirmek ve buraları devrimin kaleleri haline dönüştürmek ve buralardan şehirleri kuşatmak bakımından kırın derinliklerinde devrimci üs bölgeleri oluşturmak Çin gibi yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkenin kendine özgü koşullarının zorlayıcı baskısının sonucuydu. Bu alanlar, devrimci güçlerin savaşta soluklandığı, güçlerini devşirdiği ve eğitimini tamamladığı “cephe gerisiydi.
Üs bölgeleri, geri iktisat tabanına dayanan her yarı-sömürge ülkenin devrimci savaşta devrimci güçlerin dayanması gereken askeri, iktisadi, siyasi ve kültürel alanlardır. Üs bölgeleri, devrimin kaleleridir. Mao’nun sözleriyle, “üs bölgeleri, gerilla kuvvetlerinin stratejik görevlerini yerine getirirken ve kendilerini koruyup geliştirme, düşmanı yok etme ve kovma amacına ulaşırken dayandıkları stratejik üslerdir” ve “üs bölgeleri olmadan gerilla savaşı uzun süre devam edemez ve gelişemez”. Üçüncüsü, halk savaşı, “şehirlerin kırlardan kuşatılması” tabanına yaslanır. Devrimi kırlardan şehirlere taşımak denen çizgidir bu. Bu durum, ilk iki özelliğin bir bileşenidir. Yarı-sömürge ve yarı-feodal ülke olmanın dolaysız sonucudur. Devrim ile karşı-devrim arasındaki güç dengesi kırlarda devrimci güçlerin, şehirlerde ise düşman güçlerinin lehine bir durum yaratır.
Uzun süreli savaş stratejisi köy toplumsal tabanına yaslanır; devrimci silahlı mücadelenin omurgasını gerilla oluşturur. Bu omurga da “köylü ordusuna” dayanır. Anımsansın ki, demokratik devrim, özünde bir köylü toprak devrimiydi. Dolayısıyla özü itibarıyla bir köylü savaşı olan bir devrim; kırı, güçlerini geliştirmenin, hareket ettirmenin, toplamanın ve dağıtmanın alanı olarak görür. Devrimin bu alandan yayılarak şehirleri kuşatması da bu stratejiye temel oluşturan bu özgün özelliklerin sonucudur: Düşmanın en zayıf yeri, devrimci güçlerin en güçlü olduğu alandır. Yarı-sömürge, yarı-feodal statü, şehirlerin kırlardan kuşatılmasının temelidir. Mao’nun sözleriyle, “Komünist Partisinin buradaki görevi, esas olarak, ayaklanma ve savaşı başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve önce büyük şehirleri ele geçirip ardından köylük bölgeleri işgal etmek değil, tam tersidir.” Şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisi, demokratik halk devrimi ile de dolaysızca ilintilidir. Temel muhtevası toprak devrimi olan, özünde köylü devrimi olan böylesi bir devrim, devrimin iskeletini oluşturan temel ordunun bulunduğu alandan şehirlere doğru gelişme çizgisi izlemesi, bu denklemin zorunlu sonucudur. Güç dengesi denen şey de bu denklemde dayanağını bulur.
Özü toprak devrimi olan demokratik halk devriminin, köylülüğün çıkarlarını devrimin ilk aşamasında öne çeken bir devrimin kırlardan şehirlere doğru gelişmesi ve kır toplumsal tabanına yaslanması bu gerçeğin dolaysız sonucudur. Stalin’den bir alıntı aktaran Mao; “Stalin, ‘Milli mesele özünde bir köylü meselesidir’ demişti. Bu, Çin devriminin özünde bir köylü devrimi olduğu ve şimdi Japonya’ya karşı devam eden direnişin özünde bir köylü direnişi olduğu anlamına gelir” derken de kırların devrimdeki rolünü dile getiriyordu.
Dördüncüsü ve elbette ki en önemlisi de komünist partisi ve proletaryanın önderliği, böylesi bir savaşın halk savaşı olabilmesinin elzem koşulu olmasıdır. Devrimi zafere taşımanın tek anahtarı komünist partisinin önderliğidir. Şunları söyleyen Mao’ydu: “Bu çağda proletarya ve Komünist Partisinin önderliği altında olmayan, ya da önderliğinden çıkan herhangi bir devrimci savaş, yenilgiye uğramaya mahkumdur.”
Bu dört koşulun mutlak olarak bir başka temel koşulla birleşmesi, halk savaşı için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu da, Mao’yu yinelemek gerekirse, temel güçlerin yöresel güçlerle, silahlı güçlerin silahsız kitlelerle; düzenli ordunun, gerillanın halk savunma müfrezeleri ve halk milisleriyle kaynaşmasıdır gerçek anlamda halk savaşı.
Ama bu da yetmez. Halk savaşı aynı zamanda, savaş sahnesinde sabit cephe yerine, akıcı muharebe hatlarını; derin siperler, yüksek istihkâmlar ve art arda sıralanmış savunma mevzileri tabanına dayalı mevzi savaşı yerine, geniş ve akıcı cephe üzerinden iç hatlarda değil, dış hatlarda taarruz ve imha savaşı (elbette yıpratmayı da içeren) yöntemlerine dayalı ordunun hareketli ve gerilla savaşını; uzun süreli savaş içinde hareketli ve gerilla savaşı üzerinden çabuk sonuçlu taarruz harekâtları ve muharebeleri uzun süreli savaş stratejisinin temeli haline getiren bir askeri-stratejik ve taktikler bütünlüğüdür.
Ama dahası var: Hareketli ve gerilla savaşı yöntemiyle “savaşı yönetme sanatı” ve “insanın faal rolünden tam olarak” yararlanılmasını ve de düşmanın üstünlüklerinin ve devrimin güçlerinin zayıflıklarının göreceliliğini “uzun süreli savaş stratejisinin” temeli olarak ele almaktır halk savaşı, ya da Mao’nun sözleriyle, “halk tarafından verilen yaygın gerilla savaşı”. Bu ele alma mantığı üzerinden küçükten büyüğe, basitten karmaşığa, zayıftan kuvvetliye doğru işleyen devrimci savaş, merdivenin basamakların sonuna dek tırmanabilir.
Aslında halk savaşı, bu anlatılanlar eşliğinde “uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı”nın kendisidir ve böyle adlandırılmalıdır. Çünkü, Çin devrim pratiğinde verilen ve düzenli ordunun verdiği düzensiz ve esnek gerilla taktiklerine dayanan hareketli savaşın kendisi özü itibarıyla gerilla savaşıydı. Mevzi savaşı bile Çin’e özgüydü ve büyük oranda gerilla karakterliydi. Mao’nun sözleriyle, Çin’de, İç Savaşın sonunda verilen düzenli savaş bile, “daha yüksek bir düzeye çıkarılmış gerilla savaşından başka bir şey değildi.” Yani, gene Mao’nun sözleriyle bu, “Çin tipi düzenli savaş” olarak adlandırılacaktı. Çin Devriminde gerilla savaşının öylesine özel bir önemi vardı ki, Mao, “gerilla niteliği, bizim ayırt edici özelliğimiz, dayanağımız ve düşmanı yenilgiye uğratmada aracımızdır” diye bir önem biçecekti.
Çin’deki uzun süreli savaşın başından sonuna dek gerilla savaşı, devrimci savaşın omurgası olarak düşman güçlerine nihai darbenin vurulmasında değil, ama zaferin elde edilmesinde vazgeçilemez bir önemdeydi. Gerilla savaşı deneyimi göstermiştir ki, nihai darbe gerilla savaşı ile vurulmaz.
Çünkü gerilla savaşının işlevi, düzeyi ve karakteri nihai darbe ile düşman güçlerini alt etmeye uygunluk arz etmez. Gerilla savaşının görevi, hareketli ve düzenli savaşta düşmanı kanatlardan ve arkadan yıpratarak, yorarak ve moralini bozarak huzursuz etmek ve de onun korkusuz ve endişesiz hareket etmesini engellemektir. Dahası, onun savaş düzenini bozmaktır. Bilinir ki, savaşta asıl darbe ya da nihai darbe ancak düzenli savaşla verilebilir. Ne ki, gerilla savaşı olmadan da düşmanı yenilgiye uğratmak olanaksızdır. Hele hele sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimlerinde gerillanın, uzun süreli savaş içinde “stratejik” bir görevle ortaya çıktığı bir durumda.
Uzun süreli savaşın verilebilmesi, gelişmesi ve yayılması gerilla savaşı sayesindedir. Peki nedir öyleyse gerilla savaşı? Gerilla savaşı, güçsüz ve zayıf olanın, küçük ve donanımdan yoksun olanın, daha güçlü ve daha donanımlı ve iyi eğitilmiş olana karşı, küçük gruplar halindeki halkın ve bazen de tüm bir ulusun verdiği esnek, hareketli, düzensiz bir savaşıdır.
Mao, gerilla savaşı nedir sorusunu şöyle yanıtlıyordu: “Silahlı düşmanı yenilgiye uğratmak ve kendi üs bölgelerimizi inşa etmek için geri kalmış, geniş ve yarı-sömürge bir ülkede, uzun bir dönem için, halkın silahlı güçlerinin yürüteceği zorunlu ve dolayısıyla en iyi mücadele biçimidir.”
Sömürge ve yarı-sömürge devrim deneyimleri göstermiştir ki, bu tür ülkelerdeki gerilla savaşı köylü gerilla savaşıdır. Mao, Çin devrim deneyiminin sonuçlarından hareketle der ki; devrimci üs bölgelerindeki uzun süreli devrimci mücadelenin esas olarak, Komünist Partisi önderliğindeki köylü gerilla savaşına dayandığı açıktır. Şurası açıklıkla saptanmalıdır ki; gerilla savaşı, uzun süreli savaşın “döl yatağıdır”. Mevzi savaşı, nasıl ki sabit cepheye, derin siperlere, yüksek istihkâmlara dayalı bir “düzenli ordu savaşı” ise, halk savaşı da, akıcı üs bölgeleri, hareketli muharebe hatlarına dayalı, hareketli ve gerilla savaşı yöntemleriyle verilen düzenli ordu ve gerillanın “düzensiz savaşıdır”. Düzenli ordunun mevzi savaşına karşın, düzenli ordunun düzensiz savaşı, yani hareketli savaşı ve gerilla savaşıdır halk savaşı –halk savunma müfrezeleri, halk milisleri ve silahsız halkı da içine alan tüm bir halkın verdiği düzensiz savaş sahnesidir söz konusu olan. Bu savaşta kitleler devrimin yüreği ve ruhudur.
Kitleleri örgütlemek siyasettir diyen de Mao idi; “Savaş vermek için gerekli gücün en zengin kaynağı halk kitleleridir” diyen de. Çin Devriminin somut pratiğinde kendine özgü özellikleri ve niteliği ile ortaya çıkan halk savaşı Mao’nun bu sözleriyle “yaşam alevine” kavuşmuştu. Ve bu savaş, yalnızca 20. yüzyıl Çin devrim pratiğinde savaş sahnesinde yer alarak zafere ulaşmakla kalmadı; bu savaş, sonraki devrimler ve 21. yüzyılın Nepal, Hindistan, Filipinler, Peru, Türkiye gibi devrim pratiklerinde de temel mücadele biçimi olarak yer aldı ve almaya devam ediyor. Çin devrim sürecinde yaşamın yaşayan gerçeği haline gelen, Çin devriminin bu kendine özgü savaş biçimi, dünyanın kırları üzerinden “dünyalılaşan” halk savaşı, en büyük sınavdan, “devrimin sınavından” başarıyla çıkarak, yeni yüzyıla da “rengini vermeye” devam edecektir. Clausewitz, her dönemin kendine özgü bir mücadele biçimi ve savaş teorisi olması doğaldı, diyordu. Halk savaşı da bu yeni dönemin, Çin Devriminin yolunu açtığı dönemin “savaş teorisi ve savaş biçimiydi”; yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin devrim yürüyüşleri, ancak bu teorinin yol göstericiliğinde başarılı bir zafere imza atabilirdi. Ne var ki, Mao, bazı Latin Amerika komünist partilerinin temsilcileriyle yaptığı bir görüşmede mekanik ve dogmatik yaklaşımlara karşı da bu ülke temsilcilerini uyarmaktan geri durmadı: “Çin devriminin tecrübesi, yani köylük bölgelerde üs bölgelerinin kurulması, şehirlerin köylük bölgelerden kuşatılması ve en sonunda şehirlerin ele geçirilmesi ülkelerinizden bir çoğu için tamamen geçerli olmayabilir amabunlardan yararlanabilirsiniz. Lütfen Çintecrübesini mekanik bir biçimde aktarmayın. Herhangi bir ülkenin tecrübesinden sadece yararlanılabilir, fakat asla bir dogma olarak alınmamalıdır. Marksizm-Leninizm’in evrensel gerçeği ve kendi ülkelerinizin somut koşulları; işte bu ikisi kaynaştırılmalıdır.”
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülke devrimlerinde zorunlu bir aşama olarak Yeni Demokratik Devrim ve Demokratik Halk Diktatörlüğü Dünyanın “kırları” diye tanımlayabileceğimiz yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde yeni-demokratik devrim, bu ülkelerin ekonomik ve toplumsal statülerinin tahlilinden çıkan anti-emperyalist ve anti-feodal çelişmeler tarafından belirlenir. Bu ülkeler devrimine, demokratik devrim niteliğini veren şey, bu iki temel çelişmedir. Bu ülkelerde bu çelişmeleri çözüm yöntemidir yeni-demokratik devrim.
Nedir Yeni Demokratik Devrim: Proletarya önderliğinde geniş halk kitleleri tarafından emperyalizme, feodalizme ve bürokrat-kapitalizme karşı yürütülen devrimdir. Ya da, yeni demokratik devrim, proletarya önderliğindeki geniş halk yığınlarının anti-emperyalist ve anti-feodal devrimidir. Mao’nun Çin devrimi pratiğinden yola çıkarak ve Çin Devriminin özel gelişme yolu temelinde Çin Devrimine ilişkin yaptığı değerlendirmeler bunlar. Böylesi ülkelerde devrimin birinci aşaması, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeyi demokratik ve bağımsız ülke haline getirmektir. Bunun için de devrimin ilk perdesindeki temel görev, anti-feodal ve anti-emperyalist çelişmelerin çözümüdür. Yeni Demokratik Devrim ulusal bir devrimdir çünkü, ülkeyi yarı-sömürge haline getiren emperyalistler ve uşaklarına karşı, ülkenin bağımsızlığı için savaşıyor; yeni demokratik devrim demokratiktir çünkü, başta geniş köylü kitleleri olmak üzere, ülkeyi orta çağdan kalma feodal baskı ve sömürüden kurtarıp, toprak sorununu çözmek için savaşıyor ve yığınlara en geniş demokratik haklar sağlıyor.
Böylesi ülkelerde devrimin ikinci aşaması ise, “devrimin sürekliliği” Marksist önermesi gereğince, burada durmamak, devrimi daha ileriye, sosyalist devrim aşamasına ve oradan da altın çağ dediğimiz komünizm evresine ulaştırmaktır. Mao, “bütün komünistlerin ulaşmaya çalıştıkları nihai hedef, sosyalist ve komünist bir toplum yaratmaktır” derken bu gerçeği dile getiriyordu.
Devrimin birinci aşamasında, yani Yeni Demokratik Devrim evresinde, devrimin bu tür ülkelerdeki özel durumundan dolayı, yani özünün anti-feodal, anti-emperyalist çelişmeler tarafından belirlenmesi bakımından, bu tür ülke devrimlerinde “köylü dinamiği” özel bir öneme sahiptir. Devrimci revizyonizmin görmezlikten geldiği işin bu yanı, devrimin üzerinde yürüdüğü temel eksendir. Köylülük bu tür ülke devrimlerinde ana gövdeyi oluşturur, yani temel bir güç olarak öne çıkar. Bu tür ülke devrimlerinin özünde bir “köylü devrimi” olduğu anımsanırsa, köylü dinamiğinin devrimdeki rolü daha anlaşılır hale gelir. Toprak ve köylü sorununun, ulusal sorunun çözümsüzce orta yerde durduğu bu tür ülkelerde devrim köylülüğe yaslanmadan edemez.
Öte yandan yarı-sömürge, yarı-feodal ülke devrimleri ekonomik ve toplumsal bakımdan hala burjuva devrimlerdir ve bu ülkelerde devrimden sonra, ana görev, emperyalizme bağımlı ve onun tarafından ayakta tutulan komprador kapitalizm ortadan kaldırılmasına karşın, tüm bürokratik sermaye mülksüzleştirildikten sonra, emperyalizmle dolaysızca ilişkili olmayan geriye kalan ulusal kapitalizm ortadan kaldırılmaz. Bu kapitalizm, sosyalizmin “maddi ön koşullarını” oluşturması açısından tam aksine yeniden şekillendirilerek geliştirilir. Bilindiği gibi, Çin’de bu sermaye, yani ulusal sermayenin bu bölümü yüzde yirmilik bir orana sahipti; yüzde seksense bürokratik sermaye idi. Çin Devriminde yüzde seksenlik bölüm devrimle birlikte mülksüzleştirildiği halde, geriye kalan yüzde yirmilik bölüm ise “devlet kapitalizmi” yoluyla yeniden kalıba döküldü.
Ancak burada bir noktanın altının çizilmesi gerekecektir: Kapitalizmin, demokratik halk diktatörlüğü koşullarındaki varlığı ve gelişmesi, sınırsız ve koşulsuz olmayacaktır. Bu, birçok bakımdan, örneğin vergi politikası, piyasa fiyatları, işçilerin çalıştırılma koşulları ve kapsamı bakımından sınırlandırılacaktı.
Yeni Demokratik Devrim der Mao, “iktisadi olarak emperyalistlerin, hainlerin ve gericilerin bütün büyük teşebbüslerinin ve sermayesinin millileştirilmesini ve toprak ağalarının elindeki topraklarını köylülüğe dağıtılmasını hedef alır.” Ve bu haliyle bu devrim, burjuva devrimin sınırlarını aşmaz.
Devamla, buna karşılık der Mao, “özel kapitalist teşebbüsleri genel olarak muhafaza eder ve zengin köylü ekonomisini tasfiye etmez. Böylelikle bu yeni tip demokratik devrim bir yandan sosyalizm için gerekli ön şartları da yaratır.” Anlaşılır ki, yeni demokratik devrim, yalnızca toprak ağaları ve komprador burjuvaziyi hedef alır; milli burjuvaziyi hedef almaz.
Lenin’in saptadığı gibi, devrimin iki aşaması Çin seddi ile birbirinden ayrılmamıştır. Birincisi ikincisine doğru yürür der; ikincisi geçerken birincinin sorunlarını çözer. Birincinin eserini pekiştirir. Gerek demokratik devrim ve gerekse sosyalist devrim “öz itibarıyla” aynıdır.
“Her şey tastamam dediğimiz gibi olup bitti. Devrimin gelişmesi düşüncemizin doğruluğunu gösterdi. İlkin, krallığa karşı, büyük toprak sahiplerine karşı, feodaliteye karşı, tüm köylülük ile birlikte (ve devrim o evrede burjuva, burjuva demokratik kalır). Sonra, yoksul köylülük ile, yarı-proletarya ile, bütün sömürülenler ile, zengin köylüler, kulaklar, vurguncular da içinde, kapitalizme karşı; ve devrim bu evrede de sosyalist duruma gelir. Biri ile öbürü arasına yapay olarak bir Çin setti çekmek, onları proletaryanın hazırlık ve yoksul köylülerle birlik derecesinden başka bir şeyle ayırmak istemek, Marksizm’i şaşılacak derecede bozmak, alçaltmak, onun yerine liberalizmi geçirmek demektir.” Lenin’in bu yaklaşımında her şey yeterince açık ve net. Mao’nun sözleriyle de, demokratik devrim, sosyalist devrim için bir hazırlıktır; sosyalist devrim ise demokratik devrimin kaçınılmaz sonucudur. Nihai hedef sosyalist ve komünist bir toplum yaratmaktır. Yeni Demokratik Devrim, anti-feodal ve anti-emperyalist çelişmeleri çözerek emperyalizmin, feodalizmin ve komprador kapitalizmin hâkimiyetine son vermesine karşın, “kapitalizmin anti-feodal ve antiemperyalist mücadeleye katkıda bulunabilen hiçbir kesimini yok etmemesi bakımından sosyalist devrimden farklıdır” der Mao. Zira, devrimin zaferiyle birlikte der Mao, kapitalizmin gelişmesini önleyen engellerin ortadan kaldırılmasıyla birlikte kapitalist ekonominin belli ölçülerde gelişmesi şaşırtıcı değil, tamamen beklenen bir şeydir ve demokratik devrimin kaçınılmaz sonuçlarından biridir de. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki iktisadi gerilik bu gelişmenin temelidir.
Siyasi bakımdan da Yeni Demokratik Devrim, Rusya ve kapitalist ülkelerdeki devrimler gibi yalnızca bir tek sınıfın diktatörlüğüne dayanan bir devrimci diktatörlük için değil, proletarya önderliğinde anti-emperyalist sınıfların, devrimci sınıfların ortaklaşa diktatörlüğü için mücadele eder. Ne ki devrim ikinci aşamaya, sosyalist devrim aşamasına girdikten sonra, sosyalizme geçiş için elverişli bir üst yapı olarak demokratik halk iktidarı aşıldıktan sonra, devrim artık tek bir sınıfın, proletaryanın tek sınıf diktatörlüğü halini alır. Ve bu devrim, proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü bir savaş halini alır.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülke devrimlerinde demokratik halk iktidarı dönemi bir geçiş dönemidir. Bu dönemde iki ittifak var. Bunlardan biri işçi-köylü ittifakı, diğeri burjuvaziyle yapılan ittifaktır. İlk ittifak temel, ikincisi ise talidir. Ama ne ki, bu ikinci ittifak, yani burjuvaziyle yapılan ittifak ilki kadar vazgeçilmezdir. Burjuvaziyle birlikte Çin’de kurulan birleşik cephe için Mao, devrimden hemen bir yıl sonra şöyle diyecekti: “Milli burjuvaziyle siyasi, iktisadi ve örgütsel bakımdan bir birleşik cephe kurmuş bulunuyoruz.” Aradan geçen dört yıl sonra da, “burjuvaziyle ittifak yapmamız ve şimdilik kapitalist işletmelere el koymaktan kaçınarak bunları kullanmak, kısıtlamak ve dönüştürmek siyaseti”nin zorunluluğunun altını çizecekti Mao. Ve bu geçiş aşamasında, “kısıtlama ile kısıtlamaya karşı çıkma arasındaki mücadele” geçiş dönemi devletinin, yani demokratik halk diktatörlüğünün sınıf mücadelesi üzerinden temel sorunu olacaktır. Nitekim Mao, 1952 Haziran’ında Çin Komünist Partisi’nin Birleşik Cephe Çalışması Bölümü tarafından hazırlanan bir belgeye düştüğü yazılı notta, toprak ağası sınıfı ve bürokrat-kapitalist sınıfın alaşağı edilmesinden sonra, işçi sınıfı ile milli burjuvazi arasındaki çelişmenin Çin’deki “baş çelişme” durumuna geldiğinin altını çiziyor ve bu aşamadan sonra artık milli burjuvazinin de eskisi gibi “ara bir sınıf” olarak tanımlanmaması gerektiğini anımsatıyordu. 1957 yılında yazdığı bir makalede de daha geniş biçimde baş çelişmeyi şöyle tanımlayacaktı: Proletarya ile burjuvazi arasındaki, sosyalist yol ile kapitalist yol arasındaki çelişme, kuşkusuz bugünkü Çin toplumunun baş çelişmesidir.
Bilinir ki, 1949-1952 yılları arasındaki “onarım dönemi” aşıldıktan sonra, Mao, Çin’de “geçiş dönemine ilişkin genel çizgi”yi şöyle saptayacaktı. Bu çizgi, demokratik halk iktidarı altında devrimi birinci aşamadan, demokratik devrim aşamasından ikinci aşamaya, sosyalist devrim aşamasında taşımaktı. Burada görev; tarımın, el sanatlarının ve kapitalist sanayi ve ticaretin sosyalist dönüşümü olarak saptanır. Amaç, üç beş-yıllık plan dönemi içinde adım adım sosyalist dönüşümü gerçekleştirmek ve sosyalist bir toplum kurma hedefine ulaşmaktır. Elbette ki, Çin’de Mao önderliğindeki ÇKP tarafından saptanan bu hedef ve amaçlar yarı-sömürge ülke devrimleri için genel bir standarttır. Her ülke bu standarda kendisinden bir şeyler katacaktır. Şu da bir gerçek ki, sömürge ve yarısömürge ülke devrimlerinde sosyalist bir toplumu inşa etmek zor bir görevdir. Eğer ülke devrimden önce gelişkin kapitalist bir ülke olsaydı bu görev nispeten daha kolay yürüyen bir süreçle yerine getirilebilecekti. Sosyalizme geçiş için elverişli bir üst yapı olarak demokratik halk iktidarı döneminde burjuvaziyle kurulan bu cephe, yapılan bu ittifak yarı-sömürge, yarı-feodal ülke devrimlerinin özel gelişme yoluydu. Çin ve benzeri ülke devrimlerine özgüydü. Aynı çizginin Ekim Devriminde farklı bir uygulama biçiminin olduğunun altını çizmeliyiz. Bu, her iki ülkenin farklı devrim aşamalarında olmaları ve kendi toplumlarının özel tahlilinden çıkan sonuçtu. Genel çizgi dışında, ya da Ekim’in sunduğu “standart” dışında sosyalizme geçiş her ülkede farklı biçim ve yollardan olur. Ayrıca bilinir ki, Rus burjuvazisi tüm devrim aşamalarında karşı-devrimci bir rol oynamış olmasına karşın, yarı-sömürge Çin’de, burjuvazinin komprador olan kesimi karşı-devrimci, milli olan kesimi ise devrimci rol oynayabilmiştir. Burjuvazi vardır, burjuvazi vardır; yarı-sömürge ülkelerdeki burjuvazi ile kapitalist ülkelerdeki burjuvazi devrimlerde farklı roller üstlenirler. Biri devrimlerde doğrudan devrimin hedefiyken, diğerinin, hala tükenmemiş devrimci barutundan yararlanmak aslolandır. Demokratik halk devriminin hedeflediği devlet de demokratik cumhuriyet olacaktır yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde. Bu tür ülkelerde, demokratik halk diktatörlüğü, proletarya diktatörlüğüne devrimci geçiş biçimi olarak şekillenecektir. Bu, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin kendi devrimlerinde kaçınamayacakları bir devlet biçimidir. Ve Mao, Yeni Demokrasi Üzerine adlı önemli makalesinde, demokratik halk diktatörlüğünü, sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimlerinde benimsenmesi gereken geçiş döneminin devlet biçimi olarak değerlendirir. Mao, bu devrimler der, “sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yer alan devrimler olduklarına göre, devlet ve hükümet yapıları zorunlu olarak temelde aynı, yani birkaç anti-emperyalist sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki yeni demokratik bir devlet olacaktır.” Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde demokratik halk diktatörlüğü, işçi sınıfı, köylülük, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi arasındaki ittifaka dayanır. Bu ittifak içinde aslolan ittifak ise, işçi-köylü temel ittifakıdır. Sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimleri, yani bu ülkelerde yapılan demokratik devrimler ekonomik ve toplumsal niteliği açısından burjuva olmalarına karşın, siyasal özleri açısından devrimci bir diktatörlüğü ifade ederler. Bu devrimlerin ekonomik ve toplumsal açıdan burjuva karakterde olması, onların “siyasal olarak” da burjuva nitelikte olduğu ve burjuva devrimleri sınıflamasına gireceği anlamına gelmez. Kaldı ki gerek Stalin’in sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimleri ve özel olarak da Çin devrim tezleri ve gerekse de Mao’nun bu konuya dair düşünceleri, bu ülke devrimlerinin eski burjuva devrimleri sınıflamasında değil, yeni tipte devrim sınıflamasında dahil edildiğini apaçık biçimde saptar. Bundan çıkaracağımız sonuç şudur ki, bu ülke devrimlerinde geçerli olan devrimci geçiş biçimi devletleri, ya da demokratik halk diktatörlükleri öz itibarıyla proletarya diktatörlüğü ile aynıdır. Baştan alalım. Demokratik halk diktatörlüklerinin sınıf bileşimi nedir? Proletarya, köylülük, küçük burjuvazi ve milli burjuvazi. Bu diktatörlüklerde önderlik hangi sınıfın elindedir?
Elbette ki proletaryanın. İşçi sınıfı bu önderliğini nasıl gerçekleştirir? Pek tabii ki komünist partisi aracılığıyla. Peki demokratik halk diktatörlüğün siyasal niteliği nedir? Proletarya önderliğinde birkaç devrimci sınıfın ortaklaşa diktatörlüğünü işçiköylü temel ekseninde öngören devrimci bir diktatörlük. Bundan ne anlaşılmalıdır? Birincisi, bu devrimci diktatörlük, yeni demokratik halk diktatörlüğü, merkezi bir devlet iktidarı tarafından yayınlanan bir yasaya değil, halk yığınlarının işçi sınıfı ve Komünist Partisi önderliğinde aşağıdan gelen dolaysız zorlamasına, doğrudan bir devrimci girişkenliğe dayanan bir diktatörlüktür. İkincisi, bu diktatörlük, halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan ordunun ve polisin yerine tüm halkın dolaysız silahlanmasını geçiren bir iktidardır. Ancak burada kısa bir paranteze ihtiyaç var ki o da şudur: Ekim Devrimi sonrası gelişmeler, halkın doğrudan silahlanması tezinde farklı pratikleri öne koydu. Üçüncüsü, memurlar topluluğu olsun, bürokrasi olsun, halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiştir. Görevler, seçimle gelinen görevler olarak yaşam bulur. Halk, bunları isteği üzerine görevden alabilir, değiştirebilir. Lenin’in Paris Komünü örneğine yaslanarak altını çizdiği devrimci diktatörlüğün özü budur. Paris Komünü türü devlette, öze temel teşkil eden bu özellikler, proletarya diktatörlüğü yolundaki devrimci geçiş biçimlerine de temel teşkil eder. Hemen belirtmeliyiz ki, sınıf ittifakı sınırlarındaki “genişleme (Çin Devrimi) ya da daralma” (Ekim Devrimi) özü proletarya diktatörlüğü olan devrimci geçiş biçimlerinin “niteliğinde” temel bir değişikliğe yol açmaz. Anlaşılır ki, sınıf ittifakı sınırları ya da devrimci sınıflarla “birleşme derecesi” devrimci bir diktatörlüğün niteliğini değiştirmez; aslolan, bu diktatörlüğün parlamento tarafından onaylanmış bir yasadan değil, tüm gücünü halkın proletarya önderliğindeki tabandan gelen “dolaysız devrimci zorlamasında” almasıdır. Israrla vurgulamalıyız ki, ne sınıf ittifakı sınırları ne burjuvazinin “ayrıcalıklarından” bütünüyle arındırılması ve ne de devrimci burjuvazinin proletarya önderliğinde demokratik diktatörlük içinde yer alışı, öze ilişkin bir sorundur.
Lenin’i yinelemek gerekirse, ayrıcalıklar, proletarya diktatörlüğünün zorunlu ve vazgeçilemez koşulu değildir. Bilinir ki, tarihte ilk proleter devlet olan Paris Komünü türü devlet, burjuvaziyi ayrıcalıklarından yoksun bırakmamıştı. Komün’de küçük-burjuvazinin yanı sıra burjuva cumhuriyetçileri de yer almıştı. Anlaşılır ki, demokratik burjuvazinin varlığı devrimci diktatörlükle bağdaşabilir bir şeydir. Ve Marksizm’in tarihi bunun lehine tanıklık ediyor. Bilinir ki, Lenin, proletarya diktatörlüğü ile onun daha geri bir biçimini oluşturan proletarya diktatörlüğü özlü devrimci sınıfların ortak ittifakını proletarya önderliğinde gerçekleştiren demokratik halk diktatörlüğü arasındaki ayrım çizgisini iki şeye bağlar: Proletaryanın hazırlık ve köylülerle birleşme derecesi. Bunun dışında bir fark aramayı Marksizm’i şaşılacak ölçüde bozmak olarak değerlendirir. Dolayısıyla, sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimlerinde geçerli olan demokratik halk diktatörlükleri, proletarya diktatörlüğünün özgül ve daha geri bir biçimidir. Mao’nun haklı olarak belirttiği gibi, “halk demokrasilerindeki proletarya diktatörlükleri ile Ekim Devrimi’nden sonra Rusya’da kurulan proletarya diktatörlüğü arasında özde pek fark yoktur”. Ne ki bu, aralarında hiçbir farkın olmadığı anlamına gelmez. Başka şeyler biryana, demokratik halk diktatörlükleri birkaç devrimci sınıfın ve de milli burjuvazinin ortaklaşa diktatörlüğünü, proletarya diktatörlüğü bir tek sınıfın diktatörlüğünü öngörmesi bakımından bile önemli bir farktır. Birinde burjuvazinin milli olan kanadının diktatörlük içinde yer alması, diğerinde burjuvazinin bu kapsam dışına çıkarılması açık bir ayrım noktasıdır ama devrimlerin içinden geçmekte olduğu özel gelişme yolunun da zorunlu sonucudur. Mao’ya dönersek. Mao, dünyadaki çeşitli devlet sistemlerini siyasi iktidarların sınıf niteliğine göre üç temel biçimde özetler: Birincisi, burjuva diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler. İkincisi, proletarya diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler. Üçüncüsü, birkaç devrimci sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki cumhuriyetler. Birinci tür der eski demokratik devletleri kapsar. İkinci türe Sovyetler Birliği örneğini verir. Üçüncü türe ise sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri gösterir ve bu devlet biçimini “geçiş döneminin devlet biçimi” olarak adlandırır. Lenin, “kapitalizmden komünizme geçişte, siyasal biçimler bakımından büyük bir bolluk ve geniş bir çeşitlilik göstermekten geri kalamaz; ama hepsinin özü zorunlu olarak bir olacaktır: Proletarya diktatörlüğü” derken taşı gediğine koyuyordu. Bir başka yazısında da şöyle diyecekti Lenin: Bütün uluslar sosyalizme varacaktır. Bu, kaçınılmaz bir şey. Ama hepsi, bunu aynı yoldan yapacak değildir. Her biri, demokrasinin şu ya da bu biçimine, proletarya diktatörlüğünün şu ya da bu türüne, toplumsal yaşamın başka başka yönlerinde sosyalist dönüşümün birbirinden farklı derecelerine kendisinden bir şeyler katacaktır.
Komünist Enternasyonal Programı da proletarya diktatörlüğü yolunda devrimci geçişin başlıca üç biçimini saymaktadır. Evrensel proletaryanın proleter devrimi, zaman ve nitelik bakımından birbirinden farklı oluşan bir dizi aşamadan ve süreçten geçer. Saf proleter devrimler olduğu gibi, bu devrimlerin daha geri biçimini ifade eden devrimci işçi-köylü diktatörlüğünü ön gören devrimler ve demokratik halk diktatörlüğüne götüren biçimler de olacaktır. 1917 Ekim dönemi Sovyetler, Fransa, Almanya, İngiltere, ABD gibi güçlü üretici güçlere ve yüksek düzeyde merkezileşmiş üretime sahip olan ülkeler birinci tipe örnektir. Buralarda, aslolan, proletarya diktatörlüğüne dolaysızca geçiştir. İkinci tipe başlıca örnekse, Portekiz, Polonya, Macaristan, Balkanlar ve Rusya’daki Şubat devrimi Sovyetleri gibi kapitalizmin gelişmesinin orta düzeyde olduğu ülkelerde, proletarya diktatörlüğüne doğrudan değil, dolaylı geçiş biçimi olarak işçiköylü diktatörlüğüdür. Üçüncü tipe de Türkiye, Çin, Hindistan, İran gibi sömürge ve yarı-sömürge ülkeler örnektir. Buralarda da proletarya diktatörlüğüne doğrudan değil, dolaylı geçiş biçimi yoluyla, demokratik halk diktatörlüğü yoluyla geçiştir. Bu üç tür devrimci geçiş biçiminde de, öz, aynı olmakla birlikte, birinci tipe örnek olan proletarya diktatörlüğüne dolaysız geçiş biçimi olarak proletarya diktatörlüğü tipi geçiş biçimi bir sınıfın, proletaryanın egemenliğine dayalıdır ve proletarya iktidarı kimseyle paylaşmaz. Bu tipte, Stalin’in deyimiyle, proletaryanın devletsel önderliği vardır ve o iktidarı kimseyle paylaşmaz; ikinci ve üçüncü tip geçiş biçimlerinde proletaryanın devletsel önderliği birinci tipinkine benzemez. Bu her iki tip geçiş biçiminde de proletarya iktidarı kendi dışındaki sınıflarla, birinde köylülükle, diğerinde de burjuvaziyi de içine alan sınıflarla paylaşır. Marksizm’in tarihi, burjuvazinin varlığının demokratik halk diktatörlüğü ile bağdaşabileceğini kanıtlıyor. Özellikle, Stalin ve Mao’nun Çin devrimine ilişkin teorisi ve yaşanan onlarca devrim deneyimi bunun en somut, en canlı ve en yakın tanıtlanışıdır. Nedir ki, yarı-sömürge ülke devrimlerinde burjuvazinin, demokratik halk diktatörlüğü tablosunun içinde yer alması sonsuza dek sürüp gitmez. Nitekim, Çin devrim pratiğine bakıldığında görülecektir ki, başlangıçta ulusal burjuvazinin sermayesini devlet kapitalizmi aracılığıyla yeniden dönüştüren devlet, zamanla burjuvazinin elindeki tüm mülkü sabit faiz ödemeleri karşılığında elinden almıştı. Kültür Devrimi sırasında bu ödemeler de son bulacaktı. Çin Devrimi’nde Mao’nun rolü ve katkıları Hiç şüphe yok ki, Mao Zedung’un Çin Devrimindeki rolü devrimin hazırlanışı, devrim ve devrimin devam ettirilmesi süreçlerinin tümünde muazzam önemdedir. Lenin: “Tarihi yapan insandır. Ama Çartistler, Varlinler, Liebknechtler o tarihe akıllarını ve yüreklerini koymuşlardır” demişti bir keresinde. Evet, Çin devrim tarihini yazanlar da proletarya ve komşularıydı; kitlelerdi. Ama ÇKP ve Mao olmadan, bu devrim ne gelişebilir ve ne de zaferle taçlanabilirdi. Mao, devrimin yüreği ve ruhuydu. O, bu devrime aklını ve yüreğini koymuştu. Devrimler tarihin lokomotifi ise, bu lokomotifi yönlendiren ve harekete geçiren önder güç olmadan da doğru bir rayda yol alması mümkün olmaz. Bilinir ki, “tarihte hiçbir sınıf, kendi içinden, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğinde olan kendi politik önderlerini, kendi öncü savaşçılarını yaratmadan egemenliğe ulaşmamıştır.” Elbette ki, Çin Devriminde, Mao’nun da belirttiği gibi, Lenin ve Stalin’in sömürge ve yarı-sömürge devrim tezleri, Stalin’in Çin devrim tezleri yol gösterici olmuştur. Nedir ki, Marksizm’in Çin topraklarında “milli bir biçim” alması, şüphesiz ki, ÇKP ve Mao sayesinde olmuştur. Çin toplumunun somut özellikleriyle kaynaştığı oranda Marksizm o ülkede gerçekleştirilebilir. Marksizm’in “Çinlileştirilmesi” denen olay da budur. Tam da burada Mao’nun rolü tayin edici olarak öne çıkar. Onun sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimlerine ilişkin Lenin ve Stalin’in tezlerine dayanarak ve onlardan yola çıkarak Çin özgülünde geliştirdiği tezler, dünyanın kırları için işaret fişeği olmuştur. Ama her şeyden önce de, bu tezler, Çin devriminin zaferi için dayanılması gereken ilkesel temel görevi görmüştür. Mao, Lenin ve Stalin’in sömürge ve yarı-sömürge devrim ilkelerini, Çin devriminin özel gelişme çizgisine yalnızca “uygulamakla” yetinmedi, sınıf mücadelesinin yeni koşullarında, bu temele dayanarak bu ilkeleri yeni tezler ve fikirlerle “geliştirerek”, Çin Devrimindeki sınıf mücadelesine ışık tutmasını sağladı. Çin Devriminin karakteri ve niteliği, devrimin perspektifleri, itici güçleri ve düşmanları, baş ve temel çelişme, devrimci silahlı mücadele ve gerilla savaşının devrimdeki stratejik rolü, sınıfların mevzilenmesi gibi devrimin hazırlanışında ve devrimde gerekli olan bu temel politik, askeri ve örgütsel analizler ve tezler Mao tarafından geliştirilmiştir. Bu, Marksizm’in evrensel teorisinin Çin somutundaki “özel ulusal gelişme yoludur”.
Evet, Mao’nun da dediği gibi, “MarksEngels, Lenin ve Stalin’in teorisi evrenseldir” ama aslolan da bu evrenselliği özel olanla, somut devrim koşullarıyla bütünleştirmedir. İşte Mao’nun parlak bir biçimde işin üstesinden gelerek, teoriyi somut ve özel olanla birleştirerek ve ona “Çin milli biçimi” kazandırarak dirileştirdiği yer de burasıdır. Bu bakımdan Mao’nun Çin Devrimindeki rolü öyle sıradan bir rol değil; buradaki rol, tüm bir devrim sürecini, tüm devrim aşamalarını tayin eden önemdedir. Başka şeyler bir yana, devrimin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan hiziplere ve farklı çizgilere karşı, hem sağ ve hem de “sol” sapmaya karşı, ÇKP’ye fevkalade silahlar sağlayan oydu. İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi tezini ısrarla ve uzun süreli savaş üzerinden geliştirerek devrime zorunlu bir kaldıraç yapan da oydu. Parti-Ordu-Cephe üçlü tezini devrimin başarısının teminatı görerek bu üçlüye biçtiği değer de ona aitti. Özellikle Çin Devriminin kendine özgü iki temel niteliği hakkındaki tezleri devrim için vazgeçilemez teorik silahlardı: Devrimci birleşik cephe ve silahlı mücadele. Mao Zedung’un önderliği olmadan Çin Devriminin başarılı bir zafere ulaşması ham bir hayal olurdu. Yalnızca normal zamanlarda değil, ama zor anlarda da, parti yolundan saptığında da yolu gösterip onu doğru yola çeken Mao’dan başkası değildi. Eğer Mao’nun doğru önderliği olmasaydı, parti sağ ve “sol” sapmacı çizgilerin elinde tüm gücünü boş yere tüketmiş olurdu.
Nitekim “sol” sapmacı çizgilerin egemenliği dönemlerinde, Wang Ming’in hatalı “sol” sapması döneminde partinin elindeki gücünün yüzde doksanını yitirdiği anlar da oldu. Ne zaman ki Zunyi şehrinde Mao Zedung’un önderliğinde yapılan genişletilmiş Siyasi Büro toplantısının sonunda “sol” çizginin egemenliğine son verildi; partinin “en kritik anda kurtarılması” mümkün olabildi. Bundan sonra parti üst üste ilerlemeler kaydetmeye başladı ve bu dönem artık Mao Zedung’un parti yönetiminde belirleyici konuma yükseldiği andı. Zunyi toplantısından sonra ÇKP artık Mao Zedung’un yönetimi altında doğru rotaya girerek 1949 yılındaki zafere ulaşacaktı. Kısaca ifade etmek gerekirse, Mao, Çin Devrimine eşsiz bir anahtar ve devrimin en rafine önderiydi. Çin Devrimini kendi basamaklarını onun sayesinde sonuna dek tırmanabilmiştir. Bunda, onun evrensel teoriyi, Çin Devriminin somut koşullarında imbikten damıtmasının, genel ile özeli fevkalade senteze ulaştırmasının payı son derece önemliydi. Elbette ki Mao, yalnızca, başarılı bir devrime giden yolda yol gösterici fonksiyonu ile ortaya çıkmadı, ama o aynı zamanda devrimden sonra da, devrimin demokratik aşamadan sosyalist aşamaya geçmesi sürecinin de mimarı idi. Devrimin devam ettirilmesi, modern revizyonizmle mücadele ve benzeri tüm cephelerde Mao işin özü ve iliğiydi. Dolayısıyla o, yalnızca Çin Devrimi açısından değil, Stalin’in ölümünden sonra da genel olarak devrim ve sosyalizm için uluslararası önemde bir kişilik olarak, dünya devriminin ilerletilmesi ve sosyalizmin kazanımlarının korunması mücadelesi açısından da büyük role sahipti.
Neydi onun devrimci Marksizm’e katkıları? Mao’nun katkıları Elbette ki Mao’nun Marksizm-Leninizm’e katkıları hacimli bir çalışmanın konusudur, kapsamlıdır ve Çin Devriminin 60. yılı vesilesiyle yazdığımız bu yazının kapsamına sığmayacak derinlik ve genişliktedir. Biz burada konunun amacını aşmayacak ölçüde ve yalnızca bu amaç çerçevesinde onun belli başlı katkılarını açıklamakla kendimizi sınırlandıracağız. Kaldı ki, bu konuda yayınlarımızda onlarca makale, broşür ve araştırma bulunmaktadır. Önce şu: Mao, kendisinden önceki Marksizm’in klasikleri olan Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in teorik temeli, bu evrensel teorinin ilkelerinin tabanı üzerinde kalarak Çin devrim sürecinin tümünde (devrimin hazırlanışı, devrim ve sonrası tüm dönem) “devrimci Marksizm’i” geliştirmiş ve gelişmenin ve sınıf mücadelesinin yeni ve özgün koşullarında devrimci Marksizm’in ortak hazinesine yeni ve özel olanı katarak onu ileri bir noktaya taşımıştır.
Sonra şu: Teori Mao’yla da kazığı çakıp kalmayacaktır, verili aşamayı da aşarak ilerleyecektir. İlerleyen sürecin yeni yanları, hiç hesapta olmayan gelişmenin yeni koşulları teoride yenilenmeyi ve özgün olanı sınıfın önüne koymada gecikmeyecektir. Şimdiden böyle bir ihtiyaç kendisini dayatmıştır bile. Ve böylece, gelişme, bir zincirin halkaları gibi sonsuza dek uzayıp gidecektir. Anlaşılır ki, Marksist teori Mao’da Marksizm-Leninizm’in ilkesel tabanına dayalıdır. Dolayısıyla, Mao, Marksizm’in klasiklerinin teorisinin sürdürücüsüdür her şeyden önce. Marksizm-Leninizm’in ilkelerine dayalı olarak zenginleştirerek geliştirdiği teori, yalnızca Çin Devriminin özel ulusal gelişme yolunda kullanılan bir cephane değil, dolayısıyla yalnızca özel önemi olan bir teori değil, ama aynı zamanda evrensel damarı da olan ve dolayısıyla genel bir standart olarak, dünya devriminin genel gelişme yolunda kullanılan bir cephanedir de. Öyleyse baştan alalım. Mao’nun devrimci Marksizm’i geliştirdiği ve ona kattıkları içinde öncelikle ve özellikle üzerinde durulması gereken ve tüm teorisi içinde özel bir yere sahip olan teorisi, hiç şüphesiz ki, “proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesi” teorisidir. Marksizm’in üç bileşeni tablosu içinde, Mao’da en diri duran, en parlak ve en kayda değer yan tam da bu sorunun açıklığa kavuşturulmasında yatıyor. Dolayısıyla, Mao’nun devrimci diktatörlük koşullarının doğasını adam akıllı tahlil etmiş olması, bu koşullar altında devrimi kavrama ve onu devam ettirmenin etmenlerini açığa çıkarmış olması ve nihayet aynı konuyla dolaysızca iç içe olan sosyalist toplumun çelişme ve uzlaşmazlıklarını çözümleyen öğretisi, “devrimci Marksizm’e” yaptığı en zengin katkı ve Marksizm-Leninizm’in, Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimi düzeyine ulaşmasında tek olmasa da en başta gelen, en temel katkılardan birisidir. Mao, tüm ulusal ekonomiye sosyalist ekonominin iki sektörü, kolhoz ve sovhoz sektörü egemen olduktan sonra da, yani tüm ekonomi sosyalizm rengine büründükten sonra da, proletarya diktatörlüğü altında “iki sınıf”, “iki yol”, “iki çizgi” arasındaki mücadelenin sona ermeyeceğine, “sosyalizmin mi kapitalizmin mi kazanacağı” sorusunun hala “çözüme bağlanmamış olarak” orta yerde duracağına işaret ediyordu. Gerek Doğu Avrupa ve Çin devrim pratiği ve gerekse Stalin’in ölümünden sonraki Sovyetler Birliği pratiği onun için muazzam deneyim okulu oldu. Bu birikmiş deneyimler, teorinin yetkinleştirilmesinde ve eksiksiz bir tamamlanışa varmasında yeni ve güncel olanın analizinde muazzam bir rol oynadı. Ve Mao, bu deneyimlerden parlak teorik sonuçlara ulaştı: Tarihsel bir geçiş dönemi olarak sosyalist toplum çok uzun bir aşamayı kapsar. Sınıflar ve sınıf mücadelesi sosyalizm dönemi boyunca varoluşunu sürdürür ve hatta zaman zaman şiddetlenerek devam eder. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, sosyalist yol ile kapitalist yol arasındaki kıyasıya mücadele, Marksizm ile revizyonizm arasındaki çizgi mücadelesi proletarya diktatörlüğünün tüm tarihi dönemi boyunca sürer. “Kimin kimi” alt edeceği sorusu, Marksizm’in mi revizyonizmin mi “üstte kalacağı” sorusu uzunca bir dönem boyunca “karara bağlanmadan” kalır. Şunları söylerken taşı gediğine koymuştu Mao: “Sosyalizm ile kapitalizm arasında siyasi ve ideolojik alanda kimin kimi yeneceği sorununu sonuca bağlamak için çok uzun bir zaman süresi gereklidir. Üçbeş on yıl bunun için yeterli değildir; bu soruyu muzaffer bir sonuca bağlamak için bir yüzyıl, hatta birkaç yüzyıl gereklidir.”
Dolayısıyla, sosyalist toplum çelişmesiz, çatışmasız olamazdı. Ve üstelik bu çatışma en üstten başlayarak altlara doğru yayılacaktı. Marksizm’le revizyonizm arasındaki mücadele hattı bizzat partinin en üst organları içinde cereyan edecekti. İki sınıf, iki yol ve iki çizgi arasındaki mücadelenin “ateş hattı” komünist partisinin içiydi. Mücadele asıl bu alanda gerçek niteliğine kavuşuyordu. Parti ve devlet aygıtı içinde sürekli bir biçimde “yeni burjuvazinin” ortaya çıkması kaçınılmazdı ve Lenin buna birçok kez dikkat çekmişti. Ve bu “yeni burjuvazi”, yenilmiş ama bütünüyle yok edilmemiş eski burjuva unsurlarla birlikte, restorasyondan yana tüm güçlerle ittifak içinde sosyalizm güçlerini hedefler. Yönetici organlara siperlenmiş eski “mevki sahipleri”, komünist partisinin göbeğine yerleşmiş “eski otorite sahipleri”, daha alt organlardaki burjuva unsurlarla bir bütünlük içinde sosyalizmin altını oymaya çalışırlar. Sosyalizm örtüsü altında, gözlüklü komünistlerden, “kapitalist yolu tutan mevki sahiplerinden” gelen bu saldırılar, dolaylı olduğu ve maske kullandığı için çok daha büyük bir tehlike arz ederler. Yeni burjuvazi üzerine geçirdiği sosyalizm pelerini ile rahatlıkla iktisadi, kültürel, eğitim vb. alanlara sızarlar. Bu yolla iktidarı ele geçirmek için en sert direniş örnekleri sergilemekten de çekinmezler. Proleter dünya görüşüne karşı burjuva dünya görüşünü devlet ve parti organlarında, kitle örgütleri ve ordu içinde yaymaya ve düşüncelerde burjuva düşünceleri lehine tahribatlar yaratmaya çalışırlar. Komünist Partisinin içi Marksizm ile revizyonizm arasında kaçınılmaz bir mücadeleye sahne olur. Bu mücadele bazen açık, bazen örtülü, bazen sert ve bazen yumuşak, ama tüm tarihsel geçiş dönemi boyunca çeşitli biçimler ve örtüler altında sürüp gider. Lenin’in önemle altını çizdiği gibi, proletarya diktatörlüğü, sınıf mücadelesinin sona ermesi değil, onun yeni biçimler altında sürdürülmesidir. Sosyalist toplumda, mülkiyet sistemi bakımından sosyalist dönüşüm esas olarak tamamlanmış olsa da, devrilmiş olan sınıfların, toprak ağası sınıfı ve komprador sınıfın kalıntıları hala var olmaya devam edecektir. Burjuvazi hala vardır. Burjuvazinin “kalıba dökülmesi” ısrarla tekrarlanan bir mücadeledir ve uzunca bir sürecin işidir. Özellikle proletarya ile burjuvazi arasındaki “ideolojik mücadele” uzun ve zorlu olmaya devam edecek ve hatta bazen korkunç oranda keskinleşecektir. Anlaşılır ki, devrimi, proletarya diktatörlüğü altında sürdürmek geçiş döneminin temel görevidir. Diyalektiğin mahir bir ustası olan Mao, sosyalist toplumun doğasını zıtların birliği yasasını kullanarak tahlil etti. Şunları söyleyen oydu: “Bütün sosyalist dönem boyunca sınıflar ve sınıf mücadelesi hala vardır ve bu sınıf mücadelesi uzun, karmaşık ve hatta bazen bir şiddet olayıdır.” Şunları söyleyen de: “Bazıları, sosyalist toplumda da çelişmelerin ‘bulunabileceğini’ söylüyorlar, ama ben meselenin bu şekilde konulmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Mesele sosyalist toplumda da çelişmelerin bulunabilmesi değil, sosyalist toplumun çelişmelerle dolu olmasıdır.” Sosyalist toplumu çelişmesiz, çatışmasız görenleri, sosyalist toplumun çelişmelerle dolu olduğunu söyleyerek yanıtladı. Sosyalizm altında uzlaşmaz karşıtlığı yok sayanları, proletarya-burjuvazi uzlaşmaz karşıtlığı ile şaşkına çevirdi. Sosyalizmi burjuvaziden bağışık görenleri, “Sovyetler Birliği’nde Kruşçev iktidarda değil mi?” sözcükleriyle yanıtlıyordu. “Burjuvazi yanı başımızdadır” diyen de oydu. Tüm ulusal ekonomiye sosyalist ekonominin damgasını basması esaslı bir sosyalist devrim için yeterli olamazdı; bunun için devrimin üç cephede birden verilmesi gerekirdi: iktisat, siyaset ve ideoloji. Özellikle, siyasal ve ideolojik cephelerde devrimin son sınırına dek sürdürülmesi aslolandır. Sosyalist dönüşümün tamamlanmasından sonra da bu böyledir. Her alanda, her cephede sosyalist yolcularla kapitalist yolcular cephe cepheyedir. Barikatın iki yakası arasındaki mücadele tüm bir geçiş toplumunun ana görevidir. Bu da proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesiydi. Bundan dolayıdır ki, Mao, “proletarya ile burjuvazi arasındaki, sosyalist yol ile kapitalist yol arasındaki çelişme, kuşkusuz bugünkü Çin toplumunun baş çelişmesidir” diyordu. Nitekim, Büyük Proleter Kültür Devrimi, Mao’nun proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesi gerektiği teorisinin lehine tanıklık ederek ilerledi ve Maoist teori, hem daha tam ve zengin hale ve hem de yaşamın yaşayan gerçeği haline geldi bu devrimle. Anlaşılır ki, proletarya diktatörlüğü teorisi Mao’yla dirileşmiş ve gençleşmişti. Özellikle 1966 yılında başlayıp on yıllık bir süreyi kapsayan Büyük Proleter Kültür Devrimi ile proletarya diktatörlüğü teorisi daha bir derinlik ve genişlik kazanmıştır. Her şeyden önce bu devrim, dünyada eşine rastlanmayan tarihsel bir ilk pratik, alışıldık deneyimler ve yöntemleri işe koşan değil, kitleler üzerinden “suyun kaynağına inen” bir ilk deneme, bir sınıfın diğer sınıfı alaşağı ettiği ve “dünya görüşü sorununu” mücadelenin merkezine koyan ve proletarya diktatörlüğü koşullarında MK’nın bir bölümünün ihanet ettiği bir ülkede yerleşik tabulara meydan okuyan fevkalade bir devrim ve proletarya diktatörlüğünün gelişmesinde yeni bir evreydi. Bu devrim öncekilerden adamakıllı farklıydı. Bu farklılık, bu devrimin proletarya diktatörlüğü altında cereyan eden bir ölüm kalım muharebesi olması ve mücadelenin merkezinin partinin içi olmasıydı. Mao’nun, ateşini kendisinin yaktığını söylediği Büyük Proleter Kültür Devrimi, proletarya diktatörlüğü altında devrimin sürdürülmesinin “yeni ve üstün bir biçimini” vermesi bakımından proletarya diktatörlüğü teorisine muazzam bir “derinlik ve genişlik” kazandırmıştır. Bu devrim, halkın aşağıdan gelen dolaysız zorlamasını “kitlesel bir seferberlik ilanı” ile harekete geçirmiş olması bakımından teoriyi dirileştirmiştir. Bu devrim, tüm ulusal ekonomiye sosyalist ekonominin damgasını basmasından sonra, eksiksiz bir sosyalist devrim üç cephede (iktisat, siyaset ve ideolojik) birden verilmeli şeklindeki Mao’nun yargılarının ete-kemiğe büründüğü ve proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesinin, sınıf mücadelesinin sürdürülmesinin gerekliliğine eni-sonu bulunmuş canlı, yeni ve zengin bir ilk denemeydi. Bu devrim, sosyalizmin çelişme ve uzlaşmazlıklardan bağışık düşünülemeyeceğine, “kimin kimi yeneceği” sorusunun uzunca bir süre karara bağlanamayacağına en somut yanıtın adıdır da. BPKD, parti hata yapmaz; hatalardan bağışıktır, insanlar bir kez KP’ye girince hata yapmayan evliyalar haline dönüşürler, görüş açısına açıktan meydan okumadır. Dahası, BPKD, sorunun çözümüne, kitlelerin hakemliği yolunu açarak alışıldık yöntem ve araçlar yerine “suyun kaynağına inmek” yolunu seçmesi bakımından da sonraki pratikler için en zengin bir ilk deneme ve devrimler için bir “çıkış noktası”dır. Ve de bu devrim, sonrakiler için gerçek bir “standart” olarak, proletarya diktatörlüğü teorisinin olgunlaşması ve teorinin yetkinleşmesinde gerçek bir deneyimdir.
Son olarak BPKD, sınıf mücadelesinin “en yüksek biçimi”, proletarya diktatörlüğü koşullarında bir sınıfın diğerini devirdiği ve revizyonizmin açığa çıkarılarak mahkum edildiği eşsiz bir kitle seferberliği muharebesidir. Mao’nun “kitleleri örgütlemek siyasettir” sözünün, yaşamın yaşayan gerçeği haline geldiği en canlı ve en üstün pratiktir. Anlaşılır ki, proletarya diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesi sorunu, Mao’nun devrimci Marksizm’i ileri bir noktaya taşımasında tek başında olmasa da en kayda değer katkıdır. Elbette ki, Mao’nun Marksizm-Leninizm’i zenginleştirip geliştiren katkılarını salt bu sorunla sınırlandıramayız. Onun devrimci Marksizm tablosudaki katkıları içinde bu tabloda öne çıkan fevkalade önemli bir katkısı da hiç şüphe yok ki, uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşında teorik planda aldığı mesafedir. Onun sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimleri için gerçek bir standart oluşturan ve tüm bir 20. yüzyıl devrim pratiklerinde sınavdan geçen uzun süreli savaş stratejisi tezleri bugün de, 21. yüzyılda da dünyanın kırları için gerçek bir anahtar olmayı sürdürüyor. Pek tabii ki, Marksizm’in üç bileşeni çizgisinde Marksist felsefi yazına yaptığı katkılar parlaklığından hiçbir şey yitirmeden teorik bir anlayış açıklığına kavuşmanın en etkili silahı olarak kalmaya devam ediyor. Özellikle, zıtların birliği yasasını zenginleştirmede halkın anlayacağı bir dille yaptığı açılımlar ve ayrıntılı tahliller; baş çelişme, temel çelişme, çelişmede uzlaşmaz karşıtlığın yeri, özdeşlik vb. noktalardaki çözümlemeleri bu yasaya daha bir derinlik kazandırmış ve felsefi yazını zenginleştirmiştir. Dahası: Lenin ve Stalin’in sömürge ve yarı-sömürge devrim tezleri Mao’nun elinde daha da ileri bir noktaya çıkmış ve Çin devrim pratiği imbiğinden süzülen yeni ve canlı bir teori üzerinden bu tezleri daha üst seviyede olgunlaştırmıştır. Marksist ekonomi politik konusunda da Çin devrim pratiği üzerinden yeni tezler geliştirmiştir. Özellikle “iki katılım” ve “üç bileşim” ilkesi, yoğun önderlikle kitle hareketinin harmanlanan bileşimi ve yönetim ilişkilerinde sürekli değişen kurumsal pratikler ve sürekli değişen mantıksız kurallar gibi açılımlar tüm halkım mülkiyetindeki teşebbüsler için benimsenen yeni yöntemler olarak yalnızca Çin Devriminde değil, diğer sömürge ve yarı-sömürge ülke devrimlerinde de benimsenmesi gereken kurallar dizisi olarak Marksizm’de önemli bir ilerleme noktasıydı. Bu ilkeler içinde, yönetimin üretken emeğe, işçilerin yönetime katılması biçimindeki iki katılım ilkesi ve de kadro, işçi ve teknisyenlerin çabalarının bileşimi biçimindeki üç bileşim ilkesi bürokratizmi alt etmede, kitlelerle bütünleşmede ve de sosyalist inşa sürecini ilerletmede önemli kilometre taşlarıydı. Şüphe yok ki, Mao’nun devrimci Marksizm’e tüm katkıları bunlardan ibaret değildir. Ve biz, ancak belli başlı katkılarını saymakla yetindik. Ne var ki, Mao’nun adına bağlı olarak anılan Maoizm, Marksizm-Leninizm’in gelişmenin ve sınıf mücadelesinin yeni koşullarının ulaştığı yeni mecrada yeni ve özel olanı açıklamaktır. Maoizm bu haliyle Marksizm’in ulaştığı düzeyi işaret eder; onun vardığı en son aşama olarak tarihte yerini alır. Dolayısıyla Maoizm, günümüzdeki devrim ve sosyalizm sorunlarını açıklamanın teorisidir; işçi sınıfının çıkarlarını ifade eden ideolojinin kendisidir. Fakat şu da bir gerçek ki, bugün Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in teorik temeline dayanarak ortaya çıkan ama Marksizm-Leninizm’in ortak hazinesine yeni ve özgün silahlar katan Maoizm de eski büyü ve çekiciliğinde değil. Devrim ve sosyalizm kendisinden beklenen yankıyı uyandıramıyor. Üst üste alınan yenilgiler, düşüncelerde yaşanan tahribatlar, toplumu sarıp sarmalayan “liberalizm salgını”, işçi sınıfının etine kanına sinen burjuva saygınlığı, devrim ve sosyalizmi sığ sulara sürüklemiş durumda. Ama ne ki, her şeye karşın devrim ve sosyalizm ihtiyaçtır. Dünyanın içinde geçmekte olduğu ağır küresel ekonomik ve mali kriz devrim ve sosyalizme olan ihtiyacı daha da sahne ışıklarının önüne çıkarmış bulunuyor. 21. yüzyıl, ancak Marksist-Leninist-Maoist bilimin yol göstericiliğinde kazanılabilir. Devrim ve sosyalizm ihtiyaçtır Tarih, tarihte ilerleyen sınıflara her zaman ideal ve uygun koşullar sunmaz demişti Marksizm’in klasikleri. Ve eklemişlerdi: Eğer mücadeleye ancak son derece elverişli şanslarla girilmesi gerekseydi, tarihi yapmak elbette çok kolay olurdu. Şu an için gerçek durum, elverişsizlik ortamıdır. Devrim ve sosyalizm uzun zamandır çekildiği sığ sulardan çıkabilmiş değil. Uluslararası Komünist Hareket parçalı ve keşmekeş içinde. Ve üstelik umut vermekten uzak. Sınıf ise, özellikle, gelişmiş kapitalist ülkelerde yalnızca ekonomik olarak değil, politik olarak da burjuvazinin kuyruğu olmaya devam ediyor. Kapitalist ülkelerin işçileri, kendi emperyalistlerinin dünya pazarındaki tekelinden, sömürge ve yarı-sömürgelerdeki yağmalamadan kendi paylarına düşeni “keyifle tüketiyorlar”. Sınıfın payına düşen bu kırıntılar, ayrıcalıklı işçi tabakasını ve hatta bir bütün olarak sınıfı, sefalete itilmiş kitlelerin “acılarından” ve “devrimci ruhundan” kopardı. Sınıfın burjuvazi ile “sosyal barış”ı bozması daha uzun zaman düşünülemez. Uzun zamana yayılan “çalışma barışı” ya da sosyal barışla sınıf tümüyle burjuva yaşam tarzının ağları içine hapsolmuş ve “sakin yaşam koşullarına” teslim olmuş durumda. Son beş on yıldır yer yer ayağa kalkan sokak ve sınıfın hareketlenmesi işin özünü değiştirecek çap ve derinlikte değil. Her şeye karşın, gelişkin ülke proletaryası ve elbette komşuları burjuva yaşam tarzı ve ideolojisi ile yolundan saptırılmış, şaşırtılmış ve aldatılmış durumda. İnsanlar tüketim budalası birer maymuna dönmüş ve beyinleri emperyalist kültür köleliği ile adeta tutsak edilmiş durumda. Elbette ki yazılı ve görsel burjuva medya da bu konuda üzerine düşeni büyük bir istekle yerine getiriyor. Kitleler burjuvazinin oltasının ucundaki “zehirli yeme” rahatlıkla takılabiliyor ve öylesine ki, zenginleşme uğruna, zengin olma isteklerini hızla doyuma ulaştırma uğruna “her şeye ihanet etmeye hazır” bir toplumdur fidelenen. Her şeye karşın gelecek parlak ve yol aydınlıktır. Gelecek parlak ve yol aydınlıktır. Çünkü “dünya tarihi” önlenemez bir biçimde devrim ve sosyalizme doğru, “yolundan sapmadan proletarya diktatörlüğüne doğru gidiyor, ama bunu, pürüzsüz, yalın ve dosdoğru olmayan bir yolda yapıyor.” Geçici gerilemeler, tarihin yol kazaları, kimi zaman geriye düşmeler ve tarihin biraz yolunu şaşırması bu tarihsel ilerleyişin verili özelliği ve verili sürecin kaçınılmaz bir bileşenidir. Burjuva devrimleri tarihi de aynı yoldan ilerledi. 19. yüzyılın ortalarına dek tarih burjuva devrimlerinden yana basamaklarını ördü. Ve akabinde 1850’li yıllar, devrimlerin gölgeye çekildiği yıllar oldu; eğer 1871 yılındaki iki buçuk aylık “Paris Komünü” deneyini bir yana koyarsak, uzun zamana yayılan bir durgunluk ve geri çekilme ile kendi içine büzüldü devrimler. Tamı tamına elli yıldan fazla bir zaman, uzunca bir sendikal ve legal mücadele biçiminin başat rol oynadığı ve hatta II. Enternasyonal oportünizmi tarafından bu biçimin tek yanlı bir biçimde abartıldığı ve diğer mücadele biçimlerine imkan tanınmadığı bir dönem oldu bu yıllar. Öylesine ki, bu biçimin geride kalarak, yerini yeni ve üstün mücadele biçimlerine bıraktığı dönemlerde bu malum kesim bu eski biçime saplanıp kaldı. Ne ki, yaşam fırtınalı mücadele biçimlerini her adımda öne çıkarmıştı. Nihayet yıl 1905’i gösterdiğinde o ana dek sükûnet içinde ilerleyen dünya tarihi hoyratça ve delice ayağa kalkan devrimler ve devrimci girişimlerle sarsıldı. Fırtınalı devrimler dönemi başlamıştı. Elli yıllık sessizlik, yerini fırtınalı devrimlere bırakmıştı. Rus devrimi, İran, Çin ve Türk devrimi dünya tarihinde yer sarsıntısı yarattı. II. Enternasyonal’in “devrimsiz dönemi” kapanmış ve yeni bir dönem kapıyı çalmıştı: Devrimler dönemi. Evet, 19. yüzyılın ortasında ara veren devrimler, yeni döneme damgasını basacaktı. Öylesine ki, 1917 Ekim Devrimi ile dünyanın çehresi değişecek; emperyalizm ve proleter devrimler çağı açılacaktı. Uzun zamandır mayalanan çelişmeler 20. yüzyılın başında yeni dönemin başat olayı haline gelmişti. Ekim Devriminden sonra, 1918 ve 1923 Almanya Devrimi; 1919 yılı Macaristan Geçici Devrimi ile proletarya devrimleri çağı adam akıllı kendisini hissettirmişti. Akabinde geçici olarak devrimler geri çekildi. Fakat bu göreli bir geri çekilmeydi. Aşağı düşen devrimlerin ibresi II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile ve sonrasında gene hız kazanacak ve özellikle de Çin Devrimi ile sistem adam akıllı sarsılacaktı. Ekim’le açılan devrimler cephesi, Doğu Avrupa ve Çin devrimleriyle ve sonrasında Küba, Vietnam vb. ülke devrimleriyle iyiden iyiye dünyaya kendisini kabul ettirecekti. Tarih yazan devrimler, Sovyetler Birliği, Arnavutluk, Çin vb. ülkelerdeki içten hançerlemelerle yeni burjuvazi önderliğinde karşıtına, klasik kapitalizme giderek evrildi ve bir dönem sonra ermişti. Ondan sonra da gerilla hareketleri ve devrimci girişimler hız kesmedi; ancak bu, ne yeni bir devrim dalgası olabildi ve ne de devrim ve sosyalizmi eski çekiciliğine kavuşturabildi. Aradan geçen zamanın sonunda, başlangıçta, Peru Devrimi umut aşılamaya başladı, ancak zaferinin eşiğinde aldığı ağır bir darbeyle yenilginin ağlarına hapsoldu; son birkaç yıl önceki yeniden başkaldırısına dek. Nihayet yeni bir devrimler dalgası Uzak Asya’da yankılandı. Nepal, Hindistan ve Filipinler’de devrim lavları akmaya başladı. Dünyanın çatısında yükselen devrim ateşi dünyanın ezilenleri için “yaşam alevi” oldu bir anda. Ne ki, gelişmekte olan devrimler ve devrimci girişimler, üst üste darbelerle, yenilgi ve içten hançerlemelerle ağır yara alan ve üstelik ideolojik alanda önemli ölçüde tahrip olmuş olan devrimci güçlerin kısa sürede toparlanmalarına yeterli bir yanıt olamadı. Evet bu gelişmeler, dünya devrim ve sosyalizm güçleri için umut ışığıydı, ama ne onların hemen ayağa doğrulmalarının gerçek temeli ve ne de evrensel tasfiyecilik ve burjuva zehri ile burjuva yozlaşma tuzağına düşmüş kitleler ve burjuvazinin siyasal kuyruğu haline gelmiş sınıfı sarsmanın etkili bir kaldıracı olabildi. Evet, özellikle dünyanın tepesinden vadilere doğru yayılan devrim lavları dünya ölçeğinde birkaç on yıldır esmekte olan sağcı rüzgarı ve karşı-devrimci dalgayı bütünüyle durdurmasa da, özellikle birkaç yıldır sürmekte olan küresel ekonomik ve mali krizin üstesinden gelemeyen ve gelmekte iyiden iyiye zorlanan sermaye iktidarına karşı proletarya ve ezilen kitlelerin güveni de dibe vurmuş durumda. İnsanlığın büyük çoğunluğu krizi “yönetme” yeteneğini yitirmiş olan burjuvazinin dünyayı yönetmeye güç yettiremeyeceğinin apaçık kanıtlarıyla yüz yüze geldi. Devletlerin kasalarından akıtılan trilyonlarca dolar bile küresel krizi dizginlemede zorlanıyor ve bir türlü güneşli günlere varılamıyor; kısa süreli ve hafif iyileşmeler dışında. Sermaye açısından artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ve daha da önemlisi, verili küresel kriz, devrim ve sosyalizme olan ihtiyacı “güneşin altına” çıkardı. Son birkaç on yıldır Marks ve onun kriz teorisi hiç bu denli güncel ve acil hale gelmemişti. Artı-değer üzerine kurulu sermaye iktidarlarının tüm çelişme ve uzlaşmazlıkları ve sermayeyi güçten düşüren etmenler bu krizle birlikte bütünüyle açığa çıktı. Kriz, kapitalizmi “renkli tüylerinden” soyup çırılçıplak bıraktı. Kapitalizmin tüm zaafları, gelişme ve genişleme sınırları ve körlükleri krizle su yüzüne çıktı. Kapitalizmin insanlığın çıkarına olmadığı, krizle birlikte daha iyi anlaşılır oldu. Meta ekonomisine dayalı kapitalist sistemin “pazar aracılığıyla” yönetme düşünce çizgisinin kolu-kanadı kırıldı küresel krizle birlikte. Onun yıkıcı yanı, doğa ve insanı kirleten doğası, bencilliği ve insanlığı soysuzlaştıran çehresi, ona dair beslenen umutlarda don etkisi yaptı. Ve elbette ki, kapitalizme dair beslenen umutlardaki her körelme ve kırılma, devrim ve sosyalizm ihtiyacını nesnel gereklilik haline getirdi. Halkın maddi ve kültürel gereksinimleri çizgisinde yol alan sosyalizmin, kâr uğruna doğayı da insanı da kirleten, fena halde sosyal yıkıma neden olan kapitalizm karşısında tek seçenek olduğunun tüm kanıtları krizle birlikte bir kez daha ortaya çıktı. Kriz, kapitalizmin doğaya uygun bir biçim olmadığını gösterdi. Ölümsüz ve yıkılmaz olmadığını da gösterdi. Tüm bunlar kendi seçeneğini de gösterdi. Bu seçenek devrim ve sosyalizmdi. Şurası bir gerçek ki, devrim ve sosyalizm bir ihtiyaçtır. Devrim, nesnel bir gerçekliktir. İsteseniz de istemeseniz de gelecek. Dünya tarihi ondan kaçınamaz. Evet, bir yenilgi alındı; hem de ağır bir yenilgi. Ve üstelik, kendi içinde boy atan yeni burjuvaziden; kapitalist yolu tutan “mevki sahiplerinin önderliğinde”. Ama bu, devrim ve sosyalizmin ne sonu ve ne de ihtiyaç olmadığı anlamına gelir. Soruna dünya tarihi penceresinden, materyalist tarih anlayışı çizgisinden yaklaştığımızda görürüz ki, hiçbir şey tek hamleden ya da çarpışmadan ibaret değildir. Devrim de öyle. Şu an aşağı yukarı birkaç yüz yıllık tarihi olan burjuvazi açısından da durum budur. O da Orta Çağ karanlığına karşı ayağa kalktığında tek bir çarpışmayla zaferini elde etmedi. Birkaç yengi ve yenilgi denemesinden sonra ancak nihai zaferini ilan edebildi. Tarihin hükmüdür bu. Yeni eskiye karşı ayağa doğrulurken, birkaç yenilgiyi tadıp piştikten, olgunlaştıktan ve pahalıya mal olmuş deneyimlerden öğrendikten sonra ancak yerleşik bir zaferi yakalayabilir. Uzun zamandır bir gericilik dalgası arz yuvarlağını sarıp sarmalamış durumda. Devrim ve sosyalizm güçleri bu dalgayı yarıp parçalamaya çalışıyor. Nepal, Hindistan, Filipinler, Peru, Türkiye vb.’de yapılmak istenen budur. Dünyanın devrimci güçlerinin işi zor. İşi zor çünkü, “ahlaken yıkılmış” bir insanlığın fidelendiği, “devrim ruhunun boğulduğu” bir gençliğin boy attığı, “yozlaşma tuzağına hapsedilmiş” bir toplumun yaratıldığı bir mecrada ve de burjuvazinin “siyasi kuyruğu” halini almış bir işçi sınıfı koşullarında bu güç görevini yerine getirmek zorunda kalıyor. Dahası, “emperyalist kültür köleliği” kuşatması altında her şey eskiye göre daha zor ve karmaşık. En zor şey bu kuşatmayı yarabilmektir. Ne var ki, her şey karşıtına dönmeye gebedir. Bir şey son sınırına dek gelişince karşıtına dönüşmeye mahkûmdur. Tüm olumsuzluklara, uygun olmayan koşullara karşın, durum değişmeye ve dereceli kutuplaşmalar artamaya başlıyor. Bu kutuplaşmaları çözmeye yetenekli sınıf da adım adım “ölü sessizliğinden” kurtulmaya başlıyor; ağır aksak ve yavaş da olsa. Unutulmamalıdır ki, toplumdaki çelişme ve uzlaşmazlıkları, kavga ve ayaklanmaları besleyen yokluk, yoksulluk ve sömürü ayakta kaldığı sürece, bu çelişme ve uzlaşmazlıkları çözüm yöntemleriyle devrimci güçler de sınıf da ve sınıfın öncüsüne olan ihtiyaç da ayakta kalmaya devam edecektir. Emek ile sermaye arasındaki temel ilişkide “temel” bir değişiklik olmadığı sürece, emeğin köleleştirilmesine dayalı düzenler ayakta kalmaya devam ettiği sürece, sermaye tekellerinin dünya proletaryası ve ezilen halkları köleleştirerek, yağmalamayarak ve sömürerek vampir gibi şişinmeye ve kârlarına kârlar katmaya devam ettikleri sürece, emek-sermaye uzlaşmazlığı bu tablo üzerinden her daim yeşermeye ve gerileme ve ilerlemesine karşın dinamizmini koruyarak devam edecektir. Zor dönemin zor geçidine karşın devrim ve sosyalizm bu tablodan boy verecektir. Ve gene ezilen halklar ile emperyalizm arasındaki çelişme de bu temeldeki canlılığını korumayı sürdürecektir. Bu uzlaşmazlıklar ve çatışma alanları ne ortadan kalktı ve ne de devrim ve sosyalizmin yenilgisiyle tarih oldu. Emeğin güçleri ile sermayenin güçleri arasındaki mücadele dün de vardı bugün de var olmayı sürdürecektir; bundan yüz yıl önce de vardı bugün de var. Karşıt sınıflara bölünmüş toplumlarda sınıf mücadelesi tarihe rengini vermeye devam edecektir. Yeter ki, tarihe birkaç yıllık değil, birkaç on yıllık, birkaç otuz yıllık perspektifle bakabilelim. Ve tüm olumsuzluklara, emperyalist kültür köleliğinin kuşatması ve karşı-devrimci ulumalara karşın, devrim ve sosyalizm, Uzak Asya’dan başlamak üzere adım adım mayalanmaya başlıyor. Rusya’daki devrim başlamadan birkaç ay önce Lenin, İsviçre’deki bir toplantıda, bizim kuşak devrimi görmeyecektir demişti. Ne ki bunlara söyleyen Lenin, birkaç ay sonra devrime önderlik edecekti. Toplumsal olaylar çok karmaşık ve zikzaklıdır. Her şeyin sütliman olduğunu sandığınız bir anda, alttan alta mayalanan çelişmelerin bir anda devrimci bunalıma ve oradan zafere götürmesi hiç de ender görünen bir rastlantı olmasa gerektir. Her şeye karşın yaşam ağır aksak da olsa karşıtına dönüşmeye başlıyor. Gerileme dönemleri yerini yükselme dönemlerine bırakacaktır. Bu kaçınılmazdır. Bu, biraz da bizim “işimizi” iyi yapmamıza bağlıdır. Ezilen yığınlar, özel mülkiyete dayalı düzenlerin çıkarına olmadığının ayırtına varmakta gecikmeyecektir. Artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalist sistemin kendi çıkarlarına olmadığını da. Evet bugün yeterince lehte etmenlere sahip değiliz. Yenilgiler ve ihanetler ve tasfiyecilikle sarsıldık ve tepelerden vadilere savrulduk. Ama ne ki, hatalarımızın sonuçlarından ve acı deneyimlerden öğrenmesini bilirsek ve kendimizi kendi öz yanılgı ve yenilgilerimizle yetiştirmeyi becerebilirsek ve her şeyden önce de “kendi gücümüze olan inanç” çizgisinde “kararlılık” gösterebilirsek, “tavsayan” devrimci havayı geri getirmede gecikmeyiz. Sürekli yenilenen gerileme dalgalarının aynı kesinlikte ilerleme dalgalarını izlemesi kaçınılmazdır. Şeyler sık sık karşıtına dönüşür. Ne demişti Lenin: Önemli olan şey, tutulan yolun doğru bir yol olduğuna inanmaktır, bu inanç mucizeler yaratabilen devrimci enerji ve coşkuyu yüz kat artırır. Ve bu yol inanç, özveri ve kararlılıkla tutulduğunda, “şafağın sökmesi” hiç de uzak bir olasılık olmasa gerektir. Buna yalnızca zor bir geçidin zor anlarında metaneti olmayanlar inanmayabilir. Ama tarih onları tepeleyip kendi bildik yolunda ilerlemesini sürdürecektir. Ve Engels’i ortalama bir çeviri ile güncelleştirip aktarırsak; toplumun “emek güneşi” çevresinde döneceği günler mutlak biçimde gelecektir. Bu kez suların yükselişi eskisi kadar hızlı olmasa da gelecek parlak ve yol aydınlıktır; devrim ve sosyalizm de halkların ihtiyacı ve istemidir.
KAYNAK: https://partizanarsiv7.net/file/2018/03/partizan_sayi_70.pdf