Açıklama: Partizan Dergisi’nin Şubat 2021 tarihli 94. sayısında yayınlanan ” Ancak Devrim Bilinciyle Yoğrulmuş Yürüyüş Engellenemez! Yürüyüşümüzü Bu Bilinçle Hızlandıralım, Bu Hedefi Yerine Getirmek İçin Ayağa Kalkalım!” başlıklı yazıyı paylaşıyoruz.
Ancak Devrim Bilinciyle Yoğrulmuş Yürüyüş Engellenemez!
Yürüyüşümüzü Bu Bilinçle Hızlandıralım, Bu Hedefi Yerine Getirmek İçin Ayağa Kalkalım!
Son 30-40 yıl devrimci, özellikle de komünist fikirlerin her bakımdan sorgulatıldığı ve amaç bakımından kitlesel düzlemde gözden düşürüldüğü bir dönem oldu. Hiç şüphesiz bunun böyle olmasında Komünist Partilerin yetmezlikleri ve başarısızlıkları belirleyici olmuştur. Bununla beraber egemen sınıfların neoliberalizm olarak anılan ekonomi politikalarının genel sonuçları ve kitleler üzerinde yarattığı büyük yıkım, dolayısıyla kendine güvensizlik bu dönemdeki etkenlerden biri olarak önemlidir. Devrimci fikirlerin her bakımından baskılandığı bu süreçte iletişimin güçlü araçlarıyla yapılan propagandanın ürettiği ve neden olduğu sonuçlar Komünist Partilerin başarısızlıklarıyla beraber bulunduğumuz noktanın temel nedenini oluşturmaktadır.
Egemenlerin fikirleri, çürümeye yüz tutmuş devasa bir sisteme ve tüm ölü geçmişin diriltilmesi çabasına dayanmakla karakterizedir. Buna rağmen egemen ilişkilerden besleniyor ve sürekli üretiliyor olmalarından ötürü alabildiğine güçlüdür. Tutarsızlığı ve düşüntülü (spekülatif) olmasına karşın kitlelerde karşılık bulması şaşırtıcı değildir, olmamalıdır. Ne var ki sistemin çürümüşlüğünü açığa vuran ekonomik krizlerin vardığı boyut her şey gibi egemen fikirlerin de albenisini yok etmeye başladı. Son yıllardaki gelişmeler bize genel durumun değişmeye yüz tuttuğunu gösteriyor.
Emperyalist kapitalist sistemin ürettiği büyük değişimlere karşın bugün yaşananların 100, 150 yıl öncesiyle temel özellikler bakımından benzeşiyor olması egemen fikirlerin tutarlılığını, doğruluğunu sorgulatmaktadır. Karşı karşıya olunan propagandaların, yaşananlar hakkında söylenenlerin ve en nihayetinde düşüncelerin ya da akıllara kazınmış bilgilerin dünyaya, gerçeklere, topluma, kendilerine yönelik önemli yanılsamalar içerdiğini kitleler algılıyorlar. Biz de bu sürecin içinde olduğumuzu bilmeli ve komünist olmanın sorumluluklarına yabancılığımız, dolayısıyla başarısızlıklarımız üzerinden bu aynı algı üzerine kafa yormalıyız. Egemen fikirlerden ve düşünme tarzından ne derecede etkilendiğimizi iç tartışmalardan hareketle görebilir ve komünist yönelimin sürekli hale getirilmesinin, somutlaştırılmasının önemini kavrayabiliriz. Bizim kitlelerde rastlanan algıdan farklı olarak bu algıyı kavrayabilme yeteneğimiz vardır. MLM biliminin tartışılmaz katkısı buradan açığa çıkar.
Sorgulamalıyız. Sorgulamaya fikirlerden başlamak gerektiği bilinir. Çünkü biz devrimci fikirlerin zaferinden yanayız ve devrimci fikirler ancak sorgulamayla, zor yoluyla, olağanın ötesine geçmekle yaratılabilir.
Toplumun üzerindeki ölü toprağın aynı zamanda ve hatta daha çok devrimci fikirleri üretememekle, onları geniş kitlelere mâl edememek ile ilgili olduğu kesindir. Zulmün, sömürünün ve genel olarak kültürel yozlaşmanın, değersizleşmenin hat safhada olduğu bugünlerde devrimci eylemin güçsüzlüğünün temel açıklaması devrimci fikirlerin olmaması veya en azından yetersizliğidir. Devrimciler olarak bu noktaya dikkat kesilmemiz bir zorunluluk, bir ilk görevdir.
Devrimci fikirlerin devrimin kendisiyle ilişkili olduğu tartışılmaz. Bugünlerde en az konu edilen, tartışılan şeyin devrim olduğu da aynı derecede tartışılmazdır. Devrim yerine darbenin, darbeciliğin, terörizmin, reformların konuşulduğu yerde silkinmek, hızlı hareket etmek, sağlam basmayı ihmal etmeden ileriye sıçramak üzere gerilmek bir zorunluluk, bir görevdir. Bunu yapmak üzere ayağa kalkmalıyız.
Bir şekilde ama mutlaka gündemimize giren, kafa karıştırıcı, yeterince açıklanamayan, kendimizi, fikirlerimizi çoğunlukla sekter biçimlerde sorgulamamıza yol açan gelişmelerin olduğu hiç şüphesiz gerçektir. MLM yöntem ve teori ile donanmamış her kafa kaçınılmaz olarak bu gelişmelerin şaşırtıcı etkisine maruz kalmaktadır. Sıklıkla karşılaştığımız ve devrimci tavır, düşünüş bakımından nahoş durumlar da dâhil birçok gerilik bu gelişmeler karşısındaki yetmezliğimizin sonucudur. Nihayet Trump’ta somutlaşan ve birçok ülkede de benzerlerini gördüğümüz akılları zorlayan liderlikler de bu gelişmelerin ürünüdür. Dünya belirgin biçimde egemen ekonomik sistemin zorunlu kıldığı politik yapılarla yönetiliyor. Trump’a alternatif ve özellikle demokrasi isteğinin, hatta çığlığının karşılığı olarak ABD başkanlığına getirilen Biden aynı ekonomik sistemin ürünüdür. Açık biçimde böyle olduğu halde halklar çıkarına bir demokrasi beklentisinin oluşması devrimci fikirler üretme, geliştirme ve yaymadaki yetmezliklerimizin sonucudur. Benzerini ulusal hareketin özerklik anlayışına boyun eğerek ya da feminizmin kadın sorunundaki devrimci olmayan fikirlerine bir biçimde onay vererek de yaşadık. Dünya üzerindeki gelişmelerin, bu gelişmelerden kaynaklanan burjuva fikirlerin hegemonyasının karşısındaki yetmezliğimizi önce görmeli ve ardından bu yetmezliği aşmak üzere harekete geçmeliyiz.
Emperyalist sistemin tepesindeki ABD’nin başkanlık seçiminde yaşananlar çürümüşlüğün en ileri derecede sistemin bütününü sardığını açıkça gösterdi. Trump adlı kişilikte vücut bulan olağandışı tahammülsüzlük ve alışılmadık saldırgan dil Biden’da temsil edilen “sağduyu ve yumuşaklıkla” sözde alt edildi. Böylece burjuva demokrasisinin “meşruluğu” da sağlanmış oldu. Oysa herkes bilmektedir ki ABD Biden yönetiminde de emperyalist niteliğini korumaktadır. Kuşkusuz ABD egemenlerinin kendi içinde de çelişkiler vardır ve seçim sürecindeki tartışmalar bu çelişkinin bir dışavurumudur. Ne var ki halk kitleleri nezdinde bu çelişkinin kendiliğinden gelişimi içinde hiçbir lehte sonucu yoktur veya olmayacaktır. Halk kitleleri kendi siyasetlerini oluşturup mücadelede ön saflarda konumlanmadıkça egemenlerin kayıkçı dövüşünden ibaret çatışması onların tekelci ve zorba egemenliğinde hiçbir değişim olmayacaktır, bugüne dek olmadığı gibi.
Ekonomik krizin aşılamadığı veya sürekli üretildiği koşullarda ABD siyasetinde yaşananların somut karşılığı şudur: Ezilenler proletarya önderliğinde gelişebilecek sosyalizm mücadelesinde bugün muazzam olanaklara sahiptir; ama aynı zamanda bu olanakları kullanma yeteneğinden büsbütün uzaktır. Savaşmak için her türlü koşul varken savaşma bilincindeki belirleyici gerilik günümüzün temel özelliğidir. ABD’de büyük bir sol çoğunluk Trump’a karşı Biden’ı destekledi. Trump’ta somutlaşan faşizm yönelimine Demokrat Parti’nin önderliğinde ket vurma yolunu benimsediler. Böylece dizginlerin egemen sınıflarda olduğunu kabullenerek faşizme zorunlu sürecin bir parçası oldular. Gelecekte ekonomideki kriz çıkmazının süreceği ve egemen sınıfların zorbalığa daha fazla başvuracağı aşikâr. Baş çelişkinin egemen sınıflar arasındaki çelişki olduğu yanılgısından kaynaklanan ve kitlelerin özneliğini inkâr eden sol çoğunluğun Biden’ın bu faşist yönelime yapacağı katkıyı öngörememesi tarihsel bir suçtur. Benzerini ülkemizde ve benzerlerinde çokça gördüğümüz proletarya perspektifinden yoksun cephe politikalarının hezimeti her seferinde büyük olmuştur. Biden’a verilen destek Trump’ta somutlaşan esas yönelime karşı mücadelede hiçbir şansımız olmadığı görüşüne dayanmaktadır. Arayışı olmayanın kurtuluşa cüret etmesi olanaksızdır, Biden destekçisi sol çoğunluk boyun eğmiş, sol yanını sağa çevirmiş bir durumdadır.
Öğrenmeliyiz. Tarihten ve günümüzdeki gelişmelerden öğrenmeliyiz. Savaşmaya cüret etmemiz muazzam bir farktır ve hiç şüphesiz olmazsa olmazdır. Buna rağmen arayışımızın çarptığı duvarları yıkmaktaki başarısızlığımız bizi rahatsız etmelidir. Kayıplar vermemizin sebebi savaşa cüret etmemizdir elbette. Kitlelerin devrimci eyleminde somutlaşmayan kayıpların öğreticiliği sınırlıdır. Büyük devrimci cüretlerin başlangıcı olmak bakımından kayıplarımızın her biri eşsizdir. Başlangıçları anlamlı kılan, devam edecek olanların sorgulama, öğrenme ve başarma düzeyleridir. Bugün sadece övünmekle yetinemeyiz. Övündüğümüz cüretin kalıcılaşması, büyümesi için devrimci arayışın ortaya konması gerekir. Kriz koşullarının büyüttüğü öfkenin karşılığı olan devrimci eylemin kayıplarımızda somutlaşması arayışımızın temeli olmalıdır. Aynı öfke olarak simgeleşmedikçe kayıplar kitlelerin mücadelesinde bayraklaşamazlar. İddia sahibi olmakla kitlelerin önderliği olmak arasındaki fark bu durumun tartışılmasını içerir.
Bu duruma çokça işaret ettik. Ne var ki işaret etmek sorunu kavramak ve aşmak değildir, aksine yaşamaya devam ediyor olmaktır. Bunun enine boyuna tartışılması gerekmektedir. Kayıplarımızın eylemi kendi başına bu tartışmanın zeminidir. Cüret ettiğimiz şey devrimdir. Aradığımız şey de devrimin somut karşılığı olmalıdır. ABD’deki gelişmelerde devrim egemen sınıfların gerici eyleminde aranıyorken bizde egemen sınıfların tam karşısında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Trump’ın gericilik ve tam anlamıyla yozlukla biçimlenmiş hareketi için “devrim” dendiğini okuduk; kitlelerin öfkesi ile bütünleşen bir eylem söz konusuydu çünkü. Bu eylem bir memnuniyetsizlikten temel alarak daha büyük bir gericiliği üretmiştir. Ancak bu gericiliğin eylemle ortaya çıkan “cüreti” gözden kaçırılmamalıdır. Gericiliğin çelişkilere yaslanarak memnuniyetsizliği ne düzeyde bir eylemsellikle tırmandırdığını göstermiştir. Oysa bizim eylemimiz tam olarak kitlelerin öfkesinden ilham alan ama daha da önemlisi egemen sisteme karşı gelişen bir eylemdir. Bu büyük bir farktır. Bu farkın geliştirilmesi, bu anlamda kendimizi soldan eleştirmek, karşıtlığın gösterilen tepkide ki yetersizliğini anlamak, kitlelerin devrimci eyleminde özeleştirel davranmak gerekmektedir.
ABD Kendini de Kurtaramaz Artık
Emperyalizm ABD somutunda birlik bozucu karakterini kurtarmak çabasındadır. Trump ile fark edildi ki eskisi gibi olmak artık olanaksızdır. Trump yaşadığı hezimetle almış olduğu büyük desteğe rağmen ‘yeniden büyük ABD’ yönünde bir gelecek örülemeyeceğini ispatladı. Buna karşın ABD emperyalizminin bu yöndeki eğilimi varlığını korumaktadır. Gericiliğin ve doğal olarak emperyalistlerin de, özellikle kriz koşullarındaki zorunlu uğrağı eskisi gibi olmaktır. Kurtuluşu her zaman daha fazla talan ve işgal olan bir oluşum kendini tüketmekten başka bir sonuç alamaz. Talan ve işgal yönelimi esastır. Biden Trump’a karşı kazanırken yönelime veya gereksinime değil üsluba, üslubun kaybettiren sonuçlarına dayandı. Trump kaybettiğinde biliyordu ki amacına ulaşamadığı için; örneğin koronavirüsün sonuçlarını öngörememesi nedeniyle kaybetti. Olağandışı saldırganlığına ve egemenler arası işleyişi hiçe sayan tavrına rağmen aldığı büyük destek gelecekteki emperyalist politikaların niteliğini göstermiştir. Biliyorduk bunu; ama egemenlerin bunu açıkça göstermiş olması ayırt edicidir, önemlidir.
Salgından çok önce var olan, salgınla beraber ise derinleşen kriz koşullarında yoksulluk özellikle yaygınlaşan işsizlikte somutlaşarak arttı. Dünyanın tüm yoksul ülkeleriyle beraber gelişmiş kapitalist ülkelerdeki halklar da yoksullaşmayla karşı karşıyadır. Aynı süreçte dünyanın en zenginleri servetlerini rekor düzeyde arttırdılar. Bu, talana dayanan ekonominin kaçınılmaz sonucudur. Servet sahiplerinin değil kapitalist sistemin, dolayısıyla devletlerin ürettiği bir gerçeklik söz konusudur. Biden veya Trump ya da başka birilerinin başkan olması bu sonucu değiştirmiyor. Bu farklı karakterlere sahip kişiliklerde somutlaşan tek şey sistemin temsili ve sürdürülebilir olmasıdır.
Sonuç olarak ABD’de başkanın Biden olması emperyalizmin saldırganlığında, dünya ekonomisine talan ve işgalle yön verme eğiliminde değişmeye yol açmayacaktır. ABD’nin görece uyumlu politikalarla özellikle Avrupa devletleriyle ve diğer Batı kampında yer alan güçlerle yürüteceği politika en zenginlerin servetlerini gerçekleştirme olanakları için olmaya devam edecek.
Trump’ın ABD ekonomisinin içeride güçlenmesi, bu yolla dünya pazarında gerileyen konumunun yeniden ileriye yönelmesi için adımları başarısızlıkla sonuçlandı. Bunda salgının etkili olduğu iddiası dar anlamda doğrudur; fakat salgın olmasaydı da ABD aynı hezimeti yaşayacaktı. Çünkü ABD uzun zamandır hegemonyasını kaybetmektedir. Çin ve Rusya’nın hem ekonomik hem de siyasi bakımdan sağladıkları başarılar ABD aleyhinedir. Bu güçler arasındaki mücadele sonuç olarak bir paylaşım mücadelesidir. Birilerinin ilerlemesi demek diğerlerinin gerilemesidir. Trump bu sürecin kitleler katındaki etkilerine doğru temaslarda bulunduğu, buna uygun politikaları dillendirdiği için kitlesel bir desteğe kavuşabildi. Benzerini ülkemizde ve başka ülkelerde de gördük. Egemen yapıya sözde itiraz temelinde gerçekleşen siyasi hareket kitlelerde karşılık buldu. ABD’nin kriz koşullarını yenememesi, salgının da bu başarısızlığı tescilleyen etkisi Trump’ın hayal sattığını somutlaştırdı. Aynı zamanda ABD’den çıkış bekleyen ortakların da itirazlarını doğurdu. ABD’nin dünya çapındaki egemenliği gerilemeye devam edecek. Biden bu sürecin hızına etki edecek politikaları öne sürecektir ama süreci durduramayacaktır.
Yaşamakta olduğumuz süreç temel özellikleri bakımından 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesine benzemektedir. En büyük emperyalist güçler dünya pazarındaki paylarını genişletmek veya korumak için mücadeleyi yoğunlaştırmakta; buna göre ittifaklar ve düşmanlıklar üretmektedir. Trump öncülüğünde ABD özellikle Çin’i hedeflemekle beraber Rusya ve Çin’in genişleyen nüfuzuna karşı koymayı amaçladı ve bunun gereklerine göre hareket etti. Başarısızlık bu alan için de geçerliydi. Henüz Çin ve Rusya’nın genişlemeleri devam ediyor. Çin’in ekonomik gelişimi salgın dönemindeki başarısı ile biraz daha göze batar oldu. Kuşkusuz bu Çin’in yeni hegemon devlet olacağı anlamına gelmiyor. Hegemonyanın değişimi için güçlü olayların gerçekleşmesi gerekir. Çünkü yerinden edilecek devlet ve aynı zamanda bu devletle ilişkili diğer devletler değişime karşı koyacaklardır. Çin’in ise bu bakımdan daha ketum davrandığı bilinmekte; zira o da ABD ile ciddi derecede bağımlılık ilişkileri içindedir. Sistemin sarsılmasına neden olacak değişimlerin zor yoluyla gerçekleşebileceği unutulmamalıdır. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının öğrettiği gerçeklik de budur.
Biden başkanlığında ABD emperyalist politikaların devamını Trump’tan farklı, ittifaklara dayanarak yapacağı iddiasındadır. Bunun pratik karşılığı bazı hamlelerin zamana yayılması ve bazı hamlelerin de geri çekilmesidir. Buna karşın Trump’ın deli dolu hareket tarzıyla açıklanan birçok şoke edici ama kazanım olarak kayda geçen adımları da sürdürülecektir. Bu adımların teşhiri ABD emperyalizminde esasen değişen bir şey olmadığını göstermek bakımından önemlidir.
Obama ile zirveleşen burjuva demokrasisinden, üstelik bu emperyalizm aşamasına ulaşmış bir burjuva demokrasisi olduğu halde, halklar lehine beklentiler oluşturma anlayışı elbette büyük bir yara aldı. Ancak Trump karşıtlığında anlamlandırılan aynı anlayışın bugün de var olduğu bilinmelidir. Kitlelerin gücüne yabancılığın ve proleter perspektiften yoksunluğun kaçınılmaz bir sonucu olan kendi gücüne inanmama hali egemenler arasındaki kavgadan çıkacak paya her zaman ilgi duymuştur. Bu bugün de geçerlidir. Bizim yaklaşımımız bunun sıkı bir eleştirisini yapıp proleter perspektifin somutlaşmasını sağlamak olmalıdır. Bugüne kadar doğruladığı gibi gerçekler bu yaklaşımı doğrulayacaktır.
Halihazırda Çin ve Rusya karşısında ABD liderliğindeki Batı ittifakı yenilenmek, zaafları giderilmek, hasarları onarılmak istenmektedir. Bunun bizimki gibi ülkelerde de yansımaları olacaktır. Zaten bütün ülkelerde kriz koşulları ciddi sorunlara yol açmaktadır. Hemen her ülkede kitlelerin yönetilmeye karşı birikmiş bir öfkesi var ve yönetmek hiçbirinde eskisi kadar kolay olmuyor. Devletlerin saldırgan politikalara başvurdukları görülüyor. Şiddetin şiddet doğuracağı bilindiği halde egemenler buna zorunlular.
Rusya’daki son gelişmeler aynı sorunun orada da ciddi seviyede olduğunu gösteriyor. Navalni, Putin yönetiminin yolsuzluklarına karşı muhalefetiyle bilinen bir siyasetçi. Neredeyse sadece yolsuzlukları açık edip kitlelere çağrılar yaparak, ama aynı zamanda Putin yönetiminin saldırılarının bir sonucu olarak Rusya’daki, son yılların en büyük protestoların kaynağı oldu. Çin, geliştirdiği dijital denetim ve baskılamayla görünürde sessiz olsa da kitlelerin orada da öfke ile dolduğu tahmin edilebilir. Hindistan’da yaşananlar da başka bir örnek. Farklı biçimlerde olsa da ABD’de, AB devletlerinde de kitlesel öfkeye devletlerin azgın bir saldırganlıkla cevap vermeye çalıştığını görüyoruz. Sürecin gelişiminde bu kitlesel öfke, bu öfkenin yer yer patlaması etkili olacaktır. Bu öfkeyi ve bundan kaynaklanacak olayları yakından izlemek, incelemek ve kitlelere sonuçlarıyla beraber derli toplu sunmak önemli görevlerden biridir. Bu bilgi ve iletişim çağında kitlelerin ortak sorunlarını ve tepkilerini, dolayısıyla geleceğe dair kaygı ve umutlarını devrimci politikalar temelinde birleştirememek bizim için kabul edilemez bir yetmezlik olmalıdır.
İsrail ve Filistin ilişkisinde somutlaşan emperyalist politikaların Ortadoğu’da yol açtığı hasarın boyutları bugün öngörülememiş bir seviyededir. Filistin direnişi reformizmin ve ona eşlik eden büyük bir teslimiyetin girdabında yok edilirken bundan bütün Ortadoğu etkilendi. Bugün devrimci niteliğin bütün bölgede zayıfladığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Kürt ulusal hareketlerinde vücut bulan ezilen ulus bilincinin devrimci eğilimi dışında elle tutulur, güvenilir bir hareket yok. Arap ayaklanmaları, Afrika ülkelerindeki devrimci kalkışmalar alt edildi. En son Suriye’de bütün emperyalistlerin, bölge devletlerinin el birliğiyle gerçekleşen karşı devrim kısmen Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci eğilim içeren kazanımlarından başka geriye hiçbir şey bırakmadı. Bütün Ortadoğu için bu geçerli. Son İsrail hamleleriyle bu gerçekliğin altı çizilmiş oldu. Kuşkusuz emperyalistlerin bu zaferi, kendinde yenilgi barındırıyor. Onların kazanımları, zaferleri sonuçta kaybetmeye mahkûmdur. Sonsuz bir talan, sömürü eşyanın tabiatına aykırıdır. Emperyalizm sonsuz bir sömürü için elinden geleni yapacaktır. Bunun bir sonucu halklara saldırı ise diğeri emperyalistlerin kendi aralarındaki dalaşın artmasıdır. Önümüzdeki yıllarda bu iki olayın gelişimine tanıklık edeceğiz.
Almanya ve Fransa’nın bu süreçte ABD’nin saldırgan politikalarına katılıp ona biçim vermek amacında olacakken Rusya ABD merkezli kuşatmalara karşı etkin biçimde karşı koymayı sürdürecektir. ABD ve diğerleri arasındaki çelişmenin ABD aleyhine sonuçlar üreteceği açıktır. Bunun Rusya üzerindeki baskının artması anlamına geleceği öngörülebilir. Rusya bu baskıya tahammül edecek donanıma sahip değil. Bununla beraber gerek Rusya gerekse Çin bu süreçte savaşı değil rekabeti temel alacaklarından Rusya’nın kuşatma hamlelerine bölgesel düzlemde hamlelerle cevap vermeyi deneyecektir. Almanya ve Fransa için de aynı yaklaşım geçerli olacaktır. ABD savaş seçeneğini temel almasa da, Biden bu seçeneğin alternatifi politikaları temsil edecek görünse de ABD’nin karşı karşıya olduğu zorunluluklar onu savaşa yönlendirecektir. Bu eğilim ABD’de Trump çizgisinin yeniden ama daha güçlü bir biçimde gündeme geleceğine işaret etmektedir. Dünya halkları bu eğilime karşı bilinçlenmeli ve harekete geçmeye hazırlanmalıdır. Bir dünya savaşı olasılığı düne göre artmaktadır. Bunun Ortadoğu’da patlamaya hazır gerilimler anlamına geldiği açıktır. Uzun bir süredir İran ile yaşanan gerilimin Biden başkanlığında yeniden üretileceği anlaşılıyor. İran’da egemen ilişkilerin de dayandığı bu gerilim çevre ülkeleri doğrudan etkilemektedir. ABD’nin Suriye politikasında örneğin İran önemli bir rol oynadı. Hakeza ABD’nin Kürt Ulusal Mücadelesi’ne yaklaşımında da İran önemli bir faktör oldu her zaman. Önümüzdeki yıllarda da bunun örneklerini yaşamaya devam edeceğiz. Kitlelerin artan zulme karşı öfkesi nihayet kendi egemenlerine yönelecektir. Ancak emperyalizmin politikaları kitlelerin bu yönelimini olumsuz yönde etkileyecektir. İran’ın ABD politikalarına sarılması bu nedenle anlaşılır olmalıdır. Hiçbir zaman tutarlı bir antiemperyalist olmasa da İran bölgedeki antiemperyalist eğilimin sömürücüsüdür. İran’ın gerici rejimi ABD karşıtlığında somutlaştırdığı politikaları ile Ortadoğu halklarının ama özellikle de İran halkının antiemperyalist devrimci eğilimini baskılamakta, hatta bu eğilimi ezmektedir. Dolayısıyla devrimci hareketin antiemperyalizm konusunda aktif bir teorik mücadele sürdürmesi zorunludur. Ancak proleter karakterde tutarlı bir antiemperyalist mücadele yürütülebileceği gerçeğine bağlı olarak devrimci hareket İran rejiminin ABD karşıtlığının antiemperyalizme değil kendi gerici rejimini kitlelere dayamanın, daha doğrusu dayatmanın bir yolu olmakla beraber emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanmaya dayandığını göstermekle yükümlüdür.
Benzer kafa karıştırıcı durumları faşizm tartışmalarında sıkça görmekteyiz. Faşizmi belli partilerin politikalarında ya da liderlerinde tanımlayarak sınıf mücadelesinin kaynaklandığı toplumsal ilişkileri göz ardı eden yaklaşımlar faşizme karşı faşist partilerle dayanışmaya varan anlayışlara sürüklenebilmekteler. Faşizme karşı en geniş birliği yakalama politikasını içeriksizleştirip faşizme karşı mücadeleyi olanaksız hale getiren bu yaklaşımlara karşı durmak günümüzün önemli görevlerinden biridir. ABD özelinde faşizmin Trump yönetiminin bir özelliği olarak açıklanması Biden yönetiminin benimsenmesini getirdi. Bizde de benzer bir ele alış Erdoğan üzerinden gerçekleşmektedir. Elbette mızrağın sivri ucu iktidarlara yönelir. Ne var ki mızrağın kimin elinde olduğu ve kimin için kullanıldığı belirleyici önemdedir. AKP’de somutlaşan siyasetin dini içeriği onu bugüne kadarki TC hükümetlerinden temel özellikleri bakımından ayırmamıştır. Dinin daha etkin ve özellikle de kitlesel duyarlılıklara hitap eder nitelikte, egemen söyleme karşı kullanılması faşizmin temel bir karakteri değildir. Onun bizimki gibi ülkelerdeki temel karakteri zayıf bir burjuvazinin en gerici sınıf ittifaklarına dayanarak emperyalizmle tam işbirliği içinde zorbalığa zorunlu olmasıdır; burjuva demokrasisinin koşullarının olmamasıdır. TC kurulduğu andan itibaren devletin temel karakteri bu olmuştur. Dolayısıyla AKP’de somutlaşan faşizm ile ilk defa karşılaşıldığını iddia etmek faşizmi kavrayamamak kadar tarih bilgisinin zayıflığının da bir sonucudur. Mücadeleyi esas olarak iktidar odaklarına yöneltmek ne kadar doğru ise onu tüm faşizme karşı geliştirmek de aynı derecede doğrudur. Kimlerle yürüdüğümüz kadar kimin öncülüğünde yürüdüğümüz de önemlidir. Öncü atılan adımların yönünü belirler çünkü…
Öncü Yön Belirler
Son yıllardaki önemli kayıplar, gerilemeler, bölünmeler güç konusunu önemli bir sorun olarak gündeme taşımıştır. Güçsüzlük en bariz özelliğimizdir. Güçsüzlük konu edilerek mücadelemiz küçümsenmekte, yenilgiye mahkûm bir yolda olduğumuz savunulmaktadır. Daha dikkat çekici bir yaklaşım da bizim bunun farkında olmadığımızın düşünülüyor olmasıdır. Bir hayal âleminde yaşadığımız sanılmaktadır. Oysa aynı gerçeklik içindeyiz. Nerede olursak olalım karşımızda aynı saldırganlık var ve olduğumuz yerin niteliği devrimci fikirlere karşı sergilenen tahammülsüzlüğü değiştirmiyor. O halde farkımızın kaynağı nedir. Farkımızın kaynağı mücadeleye verdiğimiz değerdir. Her türden başarının kaynağı mücadele azmidir. Bu insana özgü bir niteliktir, ancak ve sadece insan tarafından sergilenebilir.
Mücadele Bilinçli Eylemin Ürünü Olmalıdır.
Bugün özellikle üretim, iletişim ve savaş araçlarında çok ciddi bir gelişme söz konusudur. Bu gelişmeler emperyalist-kapitalist sistemin gerek sömürüyü arttırmada gerek kitleleri manipüle etme ve yönlendirmede ve gerekse de düşmanlarına ve özellikle devrimci mücadeleye karşı denetim ve baskı kurmada önemli bir işleve sahiptir. Teknolojideki bu gelişim toplumsal sürecin gelişmesine paralel ilerlemektedir. Teknolojinin geometrik gelişimi egemenler açısından büyük bir silah olduğu kadar ezilenler açısından da mücadeleye elverişli koşullar yaratmaktadır. Üretkenliğin ve buna paralel sermayenin ve yine gelir adaletsizliğinin katlanarak büyümesi toplumsal çelişkilerin ve sermayenin sorunlarının da baş edilmez boyuta gelmesine neden olmaktadır. İşçi sınıfının, genel olarak emekçilerin örgütsüz ve dağınık mücadelelerinde teknolojinin üretime yansıyan katkısı egemenler için bir üstünlük oluştururken sınıfın bütün emekçileri de kapsayacak bilinçli, örgütlü ve eylemli hareketinde ise daha güçlü bir mücadelenin, dolayısıyla ilerleyişin nedenlerinden biri olacaktır. Devrimci hareketin de zemini bu gelişmeyle güçlenecektir. İletişim araçlarında yaşanan gelişme ise yine egemen sınıflar için bir güç iken, özellikle bilginin, hareketin ve etkileşimin yaygınlığı içinde ezilenler içinde bir güç konumuna gelmektedir. Bu durum teknolojinin üstün özelliklerinin insanın üzerinde kurulan bir egemenliğe değil, teknolojinin üstün özelliklerinin sınıf mücadelesinin güçlü bir aracı halin geldiğini göstermektedir. Bu bağlamda teknoloji her sınıfın konumlandığı noktada çok güçlü bir bilinçle kullanımını içermektedir. Bu durum üretim ilişkilerinde belirleyici olan ve üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran egemenlerin tüm her şeyi olduğu gibi bu olanağı da kendi egemenliğinde etkin kullanmasını getirmektedir. Bu tarihte her zaman böyle olmuştur bugünde böyle olmaktadır. Savaşta da aynı durum geçerlidir. Egemenler halk yığınlarına ve devrimcilere karşı daha donanımlı ve güçlü konumdadır. Burada teknolojinin savaştaki ve denetimdeki konumunun egemenler lehine oluşunu onların güçlü örgütlü yapısıyla, bütün tarihsel birikimi halihazırda egemenlerin taşıyor olmasıyla ve halk yığınlarının ise tarihsel birikim ve mücadele düzeyinin geriliğiyle ilgilidir. Teknolojik üstünlüğü elinde bulunduran gücün inisiyatifini ve etkinliğini değişmez bir gerçeklik olarak kavramak insanın her açıdan dinamik olan rolünü, bilinç öğesi taşıyan özelliğini ve sınıf mücadelesinin yasalarını kavramamak anlamına gelir.
Bu durumun kavranması önemlidir. Zira sorun gelişmeleri her açıdan tam anlamak, tanımlamak, hakim olmak ve ona bilinçli eylemin yönlendiriciliği ile müdahale etmektir. Mao yoldaş “…eylemlerin etkili olması için, insanın düşüncelerini, ilkelerini ya da görüşlerini nesnel gerçeklerden alması ve planlarını, direktiflerini, politikasını, strateji ve taktiğini yürürlüğe koyması gerekir. Düşünceler özneldir, oysa yapılan işler, eylemler, öznel düşüncenin nesnel hale getirilmesidir; ve her ikisi de, insanoğluna özgü, dinamik rolü temsil eder. Bu çeşit dinamik role, biz, “insanın bilinçli dinamik rolü” (diyoruz ve bu, insanları bütün öbür varlıklardan ayırdeden özelliktir. Nesnel gerçeklere dayanan ya da onlara uygun düşen bütün düşünceler doğru düşüncelerdir ve doğru düşüncelere dayanan bütün işler ve eylemler doğru eylemlerdir. Bu düşüncelerin ve eylemlerin tam olarak gelişmesine, bu dinamik role, büyük; önem vermeliyiz.” diyerek nesnel olan ile öznel olanın uyumuna dikkat çekmektedir. Bu temel yaklaşıma yaslanmak gerekir. Sorunlarımızın kaynağı, nesnel ve öznel olanın uyumunda aramak gerekmektedir. Egemenlerin üstünlüğünü ortadan kaldıracak, zayıf olan ezilen yığınları güç haline getirecek bilinç ve o bilincin yönlendirdiği örgütlü eylem ve mücadele gücü olacaktır. Bu devrimci teorinin önemine bizi götürür. Devrimci teori tam anlamıyla güçlü bir tarihsel bilinçten ve toplumların gelişme yasalarının kavranışında temel bulur. Bu temel sadece soyut bir teori değildir. Bu aynı zamanda içinde bulunan koşulların, çelişkilerin, ilişkilerin ve eğilimlerin incelenerek kavranmasına yardımcı olan, devrimci teoriyi bu eksende güncelleyerek güç haline getirmeyi sağlamalıdır. Tartışılması gereken ise bunun ne kadar güçlü olup olmadığı meselesidir. Hâkim olmak, nesnel olanı tam tanımlamak, öznel olan düşüncelerle bu nesnelliğin uyumsuzluğunu gidermek ise hiç kuşkusuz devrimci teorinin işidir. Devrimci eylemin örgütlü ve yönlendirici, iddialı ve etkin olması, düşmanı zayıflatıp devrimci güçlerin inisiyatifini geliştirici yapısı bu bilinçlenme ile olanaklıdır. Egemenleri incelemek, aralarındaki çelişkiyi incelemek, ezilenlere yönelik saldırılarını incelemek, halk kitlelerini ve işçi sınıfı ile diğer devrimci sınıflar arasındaki çelişkiyi incelemek, devrimci pratikleri incelemek, teknoloji ve bilimin etkinliğini incelemek, halk içindeki siyasi öznelerin çizgilerini incelemek, işçi sınıfı ve emekçilerin eylemlerini ve aldığı konumlanışı incelemek ve devrimci teoriyle bunları sistemleştirmek. Devrimci teorinin gücünü Lenin yoldaş “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” şeklinde formüle etmiştir. Komünistler devrimci teori meselesini tarihsel olarak, MLM’nin temel ilkelerine dayanarak sürece ve gelişmelere çözüm bulmanın aracı olarak kavramalıdır. Bu genel siyasi çizginin eksenine oturmuş bir devrimci pratiğin devrimci teoriyle donatılması, güçlendirilmesi ve yön verilmesi olarak kavranmalıdır.
Komünistler cephesinde devrimci teori, proletaryanın bağımsız kimliğini eylemde ve mücadele içinde korumanın en önemli yolu olarak anlaşılmalıdır. Devrimci teorinin, küçümsenmesine ya da böylesi dönemlerde devrimci teoriden sapmaya karşı mücadele çok önemlidir. Bu dönemlerde “hem de bilinçli bir şekilde Ortodoks Marksizm zemini üzerinde duran” (Lenin) bir konumlanış, örgütlenme ve tüm sürece ve gelişmelere hakim olarak eyleme ve mücadeleye yön vermek gerekir.
Proletaryanın tarihsel sorumluluğu ve “Proleter devrimcilik” vurgusuyla ideolojik temelini alan ve devrimci teoriye önemli rol biçerek bilinçli eylem çizgisi oluşturan 1. Kongre tasfiyecilik, reformizm, sınıf uzlaşmacılığıyla arasına kesin çizgiler çekerek yürüme iradesini beyan etmiştir. Böylesi ağır saldırıların, keskin dönemeçlerin, büyük sapmaların, gerileme ve umutsuzluk dönemlerinin en başta ideolojik temelde ve güçlü bir siyasi çizgiyle karşılanması gerekmektedir. Parti tarih sahnesine çıktığı koşulların ruhunu kuşanarak süreci karşılama iradesini beyan etmiştir. “RSDİP’in, devrimci dönemde oluştuğu gibi sağlamlaştırılması; onun gerek otokrasiye ve gerici sınıflara, gerekse de burjuva liberalizme karşı uzlaşmaz mücadele geleneklerinin korunması; devrimci Marksizmden uzaklaşmaya, RSDİP’in şiarlarının budanmasına ve çöküşün etkisine yenik düşmüş Parti içindeki bazı unsurlar arasında ortaya çıkan, onun illegal örgütlerini tasfiye etme çabalarına karşı mücadele”(Lenin) yaklaşımı sorunların çözüme kavuşacağı zeminin devrimci teoriyi kuşanarak aşılacağına işarettir.
Proletarya partisinin eylem çizgisi ve mücadele hattı, henüz işçi sınıfı ve ezilen halk yığınlarının çelişkisiyle güçlü şekilde buluşmuş değildir. Ancak sorunlar teorik temelde tanımlanırken, devrimci sürecin yarattığı tüm sapmalara ve ortaya çıkan sorunlara devrimci teoriyle yanıt olma yanı çok güçlü değildir. Bu güçsüzlüğün tersine çevrilme eğilimi, arayışı ve buna yönelik iradesi aslolandır. Bu arayış ve irade kuşkusuz sürecin daha donanımlı ve çelişkiyi güçlü bir bilinçle kavranmasını getirecektir. Bu kendiliğinden olmayacaktır. Burada Mao yoldaşın tüm mücadele ve süreci tersine çevirecek olan bir dizi nesnel koşul yanında “öznel çabaya” dair güçlü vurgu yapmaktadır. Devrimci teoriyle donanmak ve devrimci pratiğe bu bilinçle etkinlik katmakta tüm nesnel etkilerin yanında öznel çabayı da gerektirir. Bu ise önder ve öncünün sistematik ve güçlü kavrayışının sonucu olabilir ancak. Düşmanın baskısının ve yaratacağı sonuçların, işçi sınıfı ve halkın hareketi ve yaşadığı sorunların, devrimci mücadelenin ve açmazların, Halk Savaşı çizgisinde yürüyüşün ve yaşanan kayıpların ve toplamda mücadelenin gelişmesine zemin sunacak olanakların ve hattının güçlü kavranışı ve teorik düzeyde ele alınışında ki berraklık elbette birikmiş sorunlarla birlikte yeni sorunların de güçlü bir devrimci eylem ve çizgiyle aşılmasını sağlayabilecektir.