Çoğulcu demokrasinin bu iki biçimi, burjuvazi (özelde küçük burjuvazi) ve proletaryanın demokrasi anlayışını ifade etmektedir. Burjuvazi, özellikle günümüzde, demokrasiye dair sınıf temelli her türlü tartışmayı dışlayan bir yaklaşım geliştirmiştir. Demokrasiyi toplumsal dayanaklardan bağımsız soyut bir biçimde tartışmaktadır. Böyle bir tartışma yürüterek demokrasinin tarihi gelişimini, bu gelişimi içinde dayandığı sınıflara bağlı olarak kapsamının genişlemesini veya daralmasının konu dışı tutmaktadır. Son süreçte demokrasiyi liberalizm üzerinden tartışarak, salt ideolojik alanla sınırlı bir tartışma yürütmektedir.
Demokrasi bir devlet biçimidir. Bu devlete hangi sınıf ya da sınıfların hakim olduğuna göre kapsamı değişebilmektedir. Demokrasi, doğum yeri Antik Yunan’da olan kentli köle sahiplerinin yönetim biçimiydi. Köleler ve yurttaş olmayanlar demokrasinin kapsamı dışındaydı. Burjuva demokrasisi de kendi içinde evrimler geçirmiştir. Burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdıkça ve sınıf mücadelesinin seyri içerisinde ilkelerde geriye gidişlerle birlikte toplumsal zemininde bir genişleme olmuştur. Fransız Devrimi’nden hemen sonra bir sınıf iktidarı olarak burjuva demokrasisinin sınırları belirginleşmiştir. Devrime yön veren “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” taleplerinin içeriklerinin belirlenmesi süreci burjuvazinin sınırlarını açığa çıkarmıştır. Burjuvazi, feodal egemenlere karşı devrimi birlikte yaptığı halk tabakaları ile kardeş olmadığını/olamayacağını anlamakta gecikmemiştir. Bu talep geldiği hızla ortadan kalkmıştır. Eşitlik talebi ise hızla “kanunlar karşısında eşitlik” biçiminde içeriksizleştirilmiştir. Gerçekte eşit olmayanların kanunlar önünde eşit olmasını beklemenin boş bir hayal olduğu herkesçe bilinmektedir. Ya da Earl Schmitt’in sözleriyle ifade etmemiz gerekirse; “demokrasinin eşitlerin eşit muamele görmesi gerektiği ilkesini içerdiğini ve bunun da zorunlu olarak eşit olmayanların eşit muamele göremeyecekleri anlamına geldiğini” (Mouffe, 2008, s.158) söylememiz gerekir. Özgürlüğün ise burjuvazinin sömürme özgürlüğünü garanti altına aldığı ve proletaryanın da aç kalmakta ve açlıktan ölmek hakkının bulunduğu anlamına geldiği kısa sürede anlaşılmıştır. Sömürme hakkının bulunduğu yerde sömürülmeme hakkının varlığının anlamsızlığı kapitalizmin tarihi ve işleyişi tarafından her gün tekrar tekrar doğrulanmaktadır. Açıktır ki, burjuva toplumda özgürlük, en geniş anlamıyla burjuvazinin sömürme özgürlüğü ve bu hakkının güvence altına alınması anlamına gelir.
Demokrasinin bir sınıf iktidarı biçimi olarak sınırlı bir yönetim biçimi olduğunu ve herkes için geçerli bir demokrasinin olamayacağını kavramak önemlidir. Bu demokrasiyi vazgeçilebilir ya da önemsiz bir siyasi kategori, devlet biçimi yapmaz. Proletarya, iktidarını kurabilmek için gerekli olan en uygun koşulları burjuva demokrasinin sunduğunu bilir. Burjuva demokrasinin korunması ve genişletilmesi için mücadele eder. Çünkü burjuva demokrasisinin dayandığı en ileri sınırdan itibaren proleter demokrasinin sınırları başlar. Bu bağlamda proleter demokrasi, aynı zamanda proletarya diktatörlüğü anlamına gelir, burjuva demokrasisini de kapsayan daha demokratik bir sınıf yönetimini tarifler.
Burjuva demokrasisine burjuvazinin hakim ideolojisi olarak liberalizm yön vermektedir. Ancak bu tek tip bir burjuva demokrasisi anlamına gelmemektedir. Burjuva demokrasisi, bir devlet biçimi olarak uygulandığı ülkenin tarihsel, kültürel mirası ve sınıfların karşıt konumlanışlarının aldığı biçimlere göre çeşitlilik arz etmektedir. Çoğulcu demokrasi de bu çeşitliliğin siyaset felsefesine yansımalarından biridir.
“Çokçuluk ya da çoğulculuk, siyaset felsefesi açısından ise, ya;
- a) Tek bir devlet içinde, dinlerini etnik grupların, özerk bölgelerin veya fonksiyonel birimlerin çokluğuyla temayüz eden siyasi durum ya da
- b) Böyle bir durumun siyasi açıdan iyi ve arz edilir bir şey olduğunu savunan öğretiyi ifade eder.” (Cevizci 2002: 240)
Çoğulculuğun siyaset felsefesindeki bu karşılığının gerçek toplumsal yaşamda ikili bir karşılığı vardır. Gelişimini tamamlamış kapitalist ülkelerden sermayenin/burjuva egemenliğinin gelişmişliğinin ifadesi olarak değerlendirebilecek bu durum, çok uluslu/dinli geri ülkelerde burjuva toplumun henüz kurulamamış olmasından doğan sorunlara işaret eder. İlkine ABD’yi ikincisine Lübnan’ı örnek verebiliriz.
Emperyalist ve proleter devrimler çağında burjuvazinin ilerici barutunu tamamen tüketmiş olmasına bağlı olarak geri ülkelerdeki çoğulculuk burjuva demokrasisinin gelişimine ve kök salmasına hizmet edemez. Bir üst yapı kurumu olarak demokrasiyi var edecek ekonomik temel yeterli değildir. Kapitalist üretim bu ülkelerde başından itibaren emperyalizmin denetimi ve baskısı altındadır. Bu denetim ve baskı sadece Lübnan gibi çoğulcu ülkeler için değil, Türkiye gibi üniter ülkeler için de geçerlidir. Toplumun çok etnikli, çok dinli yapısı faşist baskı ile denetim altında tutulmaktadır. Çoğulcu bir demokrasi anlayışının gelişmesi ve uygulanması bu gibi üniter devletlerde faşist baskının kırılmasına hizmet edebilir. Ancak bu ülkelerdeki burjuvazinin zayıflığı, yeni kapitalist toplumun gelişmemiş olma hali bu olasılığı gündem dışı bırakmaktadır. Lübnan gibi ülkelerden çoğulculuk, feodal parçalanmışlığın kapitalizm ile aşılanması olarak gündeme gelmektedir. Türkiye gibi üniter yapılı devletlerde çoğulculuk, burjuvazinin zayıf iktidarının sürdürülmesi ve geliştirilmesinde geriye, dağılmaya doğru atılacak bir adım olarak kavranmakta ve bu nedenle şiddetle karşı çıkılmaktadır. Bu da burjuva iktidar altında reform yolu ile üniter devlet biçiminden çoğulcu devlet biçimine geçişi olanaksız kılmaktadır. Ancak emperyalizmin eğilimi bu yöndedir. Emperyalizmin bu eğilimi sadece böl ve yönet stratejisinden kaynaklanmamaktadır. Esas olarak, küçük parçaları sermaye egemenliğinin derinleşmesine daha uygun düşmesinden kaynaklanmaktadır. Radikal demokrasi anlayışı, sermayenin bu eğilimi ile uyumlu bir siyasettir. Sermaye egemenliğinin gelişimine bağlı olarak, denetim altındaki sınıflara verilen tavizlerin giderek gereksizleştiği koşullarda, burjuva demokrasisinin tıkanmasına küçük burjuvazinin bir çare üretme çabasıdır. Radikal demokrasi küçük burjuvazinin “iki arada bir derede” haliyle uyumlu, esasta sermaye ile barışık bir siyasettir.
Radikal demokrasi kapitalizmin aşılmasını hedeflememektedir. Burjuva demokrasisini liberalizmin birey temelindeki tasavvurundan farklı olarak toplumsal kimliklerin çatışmalı birliği haline getirmeyi istemektedir.
“Radikal demokrat yaklaşım, ortak iyi fikrini dışlayan liberalizm ve ortak iyi fikrini cisimleştiren yurttaşlığa dayalı cumhuriyetçiliğin tersine, ortak iyi kavramını yurttaşlar olarak eylemde bulunduğumuzda sürekli başvurmamız gereken ama hiçbir zaman ulaşılamayan bir “ufuk noktası” olarak görür.” (Mouffe 2018, s.128-129)
“Ortak iyi” kavramı bir uzlaşıyı zorunlu kılar. Bu uzlaşı mevcut sınıfların ve siyasal kimliklerin varlıklarını ve toplumdaki yerlerini korumayı içerecektir. “Hiçbir zaman ulaşılamayan ufuk noktası” olması hızlı ise farklı zamanlarda farklı sınıf ya da siyasal kimliklerin harekete geçmelerine açık ve harekete geçen her grup tarafından tanımlanabilir olmayı içermektedir. Bu her harekete geçişte diğer sınıf ya da siyasal kimliklerin çıkarları tarafından sınırlanma halini sürekli kılar.
“Ortak iyi” kavramının içeriğinin belirsizliği bu içeriğin oluşturulma sürecinde mevcut üretim ilişkilerinde köklü bir değişim gerçekleşmesi durumunda “ortak iyi”de birleşecek çıkarların şu veya bu ölçüde hakim sınıfların çıkarları ile örtüşeceği bir gerçektir. Burjuva toplumda, proletarya hariç, tüm sınıfların çıkarları üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde burjuvazinin çıkarları ile örtüşebilecektir. Proletaryanın, üretim araçlarının özel mülkiyetine yönelecek her hareketi diğer sınıflar ve siyasal kimlikler tarafından “ortak iyi” içerisinden tanımlanmayacaktır. Bu da daha ilk adımda proletaryanın devrimci iddiasından vazgeçmesini zorunlu kılacaktır. Bu durumda hakim sınıfların kendi sınıfsal çıkarlarını toplumun genelinin çıkarları olarak sunma yeteneği/gücü belirleyici konumunu koruyabilecektir. Çünkü “toplumda hakim olan düşünceler hakim sınıfların düşünceleridir.” Bu koşullarda, harekete geçecek sınıf ya da siyasi kimliklerin uzlaşma zemini olarak hakim sınıfların çıkarları kendiliğinden belirleyici bir öneme sahip olacaktır. Bu, harekete geçmenin sınırlarının baştan hakim sınıfların izin vereceği sınırlar içerisinde hapsedilmesi anlamına gelmektedir.
“… Modern demokratik siyaset felsefesinin görevlerinden biri de, yeni özne konumlarının inşa edilmesi ve farklı yurttaş kimliklerinin yaratılması için bireysel özgürlüğün siyasal özgürlüğe eklemlenebileceği bir dil sağlamaktır… Dolayısıyla radikal demokrat yurttaşlar anlamında siyasal kimliklerin yaratılması, başka bazı “yeni toplumsal hareketlerde” olduğu kadar kadınlar, çalışanlar, siyahiler, geyler, ekoloji gibi çeşitli hareketleri de içeren demokratik talepleri arasında kolektif bir özdeşleştirme biçimine bağlıdır… Ancak bu ilkelerin rekabet halindeki çok sayıda yoruma açık olması, aynı zamanda tümüyle kapsayıcı olan bir siyasal cemaatin hiçbir zaman gerçekleştirilemeyeceğinin kabul edilmesini de gerektirir.” (Mouffe 2008, s. 90, 108, 129)
Tümüyle kapsayıcı bir siyasal cemaatin oluşmasının imkansızlığı rekabet halindeki yorumların çokluğunun yanı sıra rekabetin sınırlarının belirlenmiş olmasının gerektirir. Rekabetin sınırlarının belirlenmesi aynı zamanda rekabet halindeki siyasal cemaatlerin toplumu bütünlüklü kavrama yeteneklerini baştan ortadan kaldırmak anlamına gelir. Bu da var olan toplumsallık ile sınırlı bir hareket tarzını gerektirir. Aksi takdirde pekala rekabet halindeki yorumların cisimleşmesi olarak siyasal cemaatlerden biri diğerlerini ekarte edebilirdi.
Yeni toplumsal hareketler ile var olan siyasal kimlik hareketleri arasında talepleri üzerinden özdeşlik yaratma hedefi, yeni ve “eski” siyasal kimlik hareketlerini ortak bir paydada birleştirebilmeyi gerektirir. Bu siyasal kimliklerin her biri kapsam alanlarında otonom olacakları için bir bütün olarak özdeşleşmeleri mümkün değildir. Bir otonom siyasal kimlikten diğer otonom siyasal kimliğe talepler temelinde yaşanacak geçiş, bu taleplerin ortak düşmana yönelmesini gerektirecektir. Ortak düşman-rakip tanımında hemfikir olabilmek en geniş anlamda topluma aynı yerden, aynı gözle bakabilmeyi gerektirir. Bu bakış açısını sağlayabilecek yegâne konum, sınıf konumlarıdır. Dolayısıyla otonom siyasal kimliklerin kendi içlerinde sınıf temelli dikey bölünmüşlüklerinden hareketle, bir bölünmüşlükten diğer bölünmüşlüğe hareket ile taleplerden özdeşliği yaratmak mümkün olabilir. Bu ise siyasal kimliklerin evrenselleşme yönündeki gelişimi belirginleştikçe bölünme hallerinin çoğalması ve derinleşmesi anlamına gelir. Bireysel özgürlüğün siyasal özgürlüğe eklemlenebileceği bir dil de ancak bu çeşitlilik içerisinde gerçekleşebilir.
Bireysel özgürlük ile siyasal özgürlük arasındaki ikilik sınıflı toplum gerçekliğinden kaynaklanmakta, alt yapı ile üst yapı arasındaki ilişkiden doğmaktadır. Bu ikilik, burjuva toplumun alamet-i farikası olan üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin nihai çözümü ile yani sınıfların ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Böylece sınıfların varlığından kaynaklanan üst yapı ve alt yapı özdeş hale gelecektir. Bu özdeşliği sadece komünizm sağlayabilecektir. Radikal demokrasi, komünizmi baştan reddederek, kendisini burjuva demokrasisini geliştirmek ve derinleştirmekle sınırladığı için bireysel özgürlük ile siyasal özgürlük arasındaki ikiliğin devamını var saymaktadır. Böylece her durumda yenilenecek bir eklemlenme dili ile burjuva demokrasisini, haliyle burjuva toplumu kalıcılaştırmaktadır. Burjuva toplumu insanlığın toplumsal gelişimi içerisinde tarihi bir durak, aşama olarak değil, tarihin sonu, insanlığın ulaşabileceği toplumsallığın zirvesi olarak kabul etmekte ve onu, temel çelişkilerine dokunmadan daha yaşanır bir toplum haline getirmeyi hedeflemektedir.
Bir başka yönden ise bireysel özgürlüğün siyasal özgürlüğe eklemlenebileceği bir dil yaratma çabası, bireyin toplumsal var oluşundan kaynaklanan çoklu kimliklerinin siyasal ifadesi anlamına gelmektedir. Bireyin barındırdığı çoklu kimlikleri baştan kabul etmeyi gerektirir. Bu da kendi kendisi ile çelişen, bir kimliği için isteyeceği şeyi diğer kimliği için reddedebileceği hallerin mümkün olabileceği anlamına gelir. Bir yetişkin olarak arzu edeceği özgürlük hallerini bir ebeveyn olarak reddetme gibi durumlar kaçınılmazdır. Bu durumda birey bir seçim yapmak zorunda kalır. Seçimini öncelikleri belirleyecektir. Seçimleri kendi kendisi ile çatışma halini ortaya çıkarabileceği gibi ait olduğu kimliğin bir parçasına karşı sınırlayıcı bir etkide bulunması anlamına gelebilecektir. Siyasal kimliklerin yaratılması bağlamında bu kimlikler (kadın, LGBTİ, etnik, dini vb.) kendi içlerinde de homojen olamazlar. Sınıfsal farklılıkların yanı sıra siyasal kimliklerin de alt kategorilerine mensup olabilirler. Nihayetinde bireyin kendi kendisi ile ve aynı siyasal kimliği paylaştığı farklı bireyler ile karşı karşıya gelme durumu süreklidir. Radikal demokrasinin bu farklılıklara yaslanarak görünürde muazzam bir irade çeşitliliği yaratma çabası tam bir iradesizlikle sonuçlanma tehlikesi anlamına gelmektedir.
Çoklu kimlik siyaseti tek başına bireye de siyasal kimliklere de özgürlük garanti etmez. Aksine herkesin, her kimliğin herkese karşı olduğu, gücü yetenin alanını genişlettiği, karşıtlarının alanlarını daralttığı anarşi ortamını hakim kılar. Kimliklerin yoktan var olamayacağı anlaşılmadığı, her birini var eden toplumsal koşullar üzerinden soruna yaklaşılmadığı sürece “kimliklerin kimliğin kurdu olduğu” ortam değiştirilemez. Oysa Mouffe; “Sorun, üniter özne fikrinin bizzat kendisindedir” (Mouffe, 2008, s.40) derken bütünlüklü bir birey tanımına karşı çıkmaktadır. Üniter özneden kasıt homojen ya da merkezinde tek bir siyasal kimliğin yer aldığı öznedir. Sıfır toplamlı kimlikler yarışında bireyin bütünlüğünün sermaye tarafından sürekli parçalanması halini sorgulamadan veri kabul ederek oluşan çoklu kimlikler arasında bir denge kurmaya çalışmaktadır.
Gerçekte herkes çoklu karşıt özneler olma durumundadır. Fakat bu aynı zamanda karşıt özne pozisyonlarının kendilerini her zaman gerçekleştiremeyeceği anlamına gelmektedir. Birey ister istemez bu kimlikleri arasında önem derecesine göre bir sıralama yapmak, tercihlerde bulunmak zorunda olacaktır. Bireyin tercihlerini belirleyen saikler ise sahip olduğu kimliklerden hangisi ile daha yoğun ilişki kurduğu ve toplumsal koşulların baskı ya da olumlamasının hangi kimliğe yöneldiği ile ilişkilidir. Dolayısıyla bir kimliğe yönelmiş toplumsal baskı veya olumlama düzeyi değiştiğinde bu kimliğin bireyin yaşamındaki yeri de değişebilecektir. İnşa edilmelerinden bahsedilen siyasal kimlikler kalıcı kategoriler olarak konumlandıkları sürece aslında varlık koşullarının korunması ön kabulünden hareket etmiş olurlar. Bu durumda bir baskı karşısında inşa edilmiş bir siyasal kimlik bu baskı koşullarının devamlılığına ihtiyaç duyar. Bu ise siyasal kimlik siyasetini görünüşteki tüm radikalliğine karşı aslında yalancı bir karşı çıkış siyaseti olarak gündemleştirir. Bu bir niyet ya da samimiyet sorunu değildir. Bu kimlikleri sorun haline getiren toplumsal koşulların kaynağına yönelmeme, yüzeydeki farklılıklar üzerinden toplumsal konum inşa etme çabasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal nedenlerin kökenine yönelmeyen her siyasal kimlik siyaseti ayakları yere basmayan, içi boş bir siyaset olmaktan kurtulamaz.
“Radikal demokrasinin görevi gerçekten de, demokratik devrimi derinleştirmek ve farklı demokratik mücadeleleri ilişkilendirmek ise bu tür bir görev, örneğin anti-ırkçılığın, anti-cinsiyetçiliğin, anti-kapitalizmin birlikte eklemlenmesine izin verecek yeni özne pozisyonlarının yaratılmasını gerektirir. Bu mücadeleler, kendiliğinden birleşmezler ve bunların arasında demokratik derinliklerin kurulması için çeşitli grupların kimliğini değiştirecek yeni bir “aklıselim” gereklidir. Böylece bir grubun talepleri, diğer grupların taleplerine demokratik denklik ilkesine göre eklemlenebilecektir. Çünkü sorun sadece verili çıkarlar arasında bir ittifak kurma sorunu değil ama bu güçlerin kimliklerini gerçekten değiştirme sorunudur.” (Mouffe 2008, s.37)
Verilen örnekten hareket edersek, bu üç özelliğin birlikte eklemlenebileceği yeni özne pozisyonları ancak sınıfsal temelde gerçekleşebilir. Bu durumda her sınıfın anti-kapitalistliği kendine göre olacağı için birbirleri ile karşı karşıya gelebilecekleri gibi ortaklaştıkları noktalar da olabilecektir. Mouffe, bu üç kategori özelinde eklemlenmeyi bütünlüklü olarak, “yapıdan yapıya” ya da Saussure’nin ifadeleriyle “dizgeden dizgeye” yapmaktadır. Dizgelerin bütünlüğü kolay kolay değişmeleri ise “özcü” yaklaşımlara kapı aralamaktadır. Kimliklerin değiştirilmesinden bahsederek sabit siyasal kimliklerin olabileceğini ima etmektedir. Fakat daha önemli olan ise sözü edilen siyasal kimliklerin denkliklerinin hedeflendiği bir dönüşümde bu denkliğin nasıl sağlanabileceğini açıklamamasıdır. Formülasyon da kendi içerisinde çelişkilidir. Zira denklik ile dönüşüm birbirini dışlayan kavramlardır. Dönüşüm bir senteze, yeni bir bütüne işaret eder. Denklik ise farklı bütünlerin eşit olarak temsil edildiği bir bütüne, kolaja karşılık düşer. Bu iki kavramlaştırma birbirini dışlar. Mouffe, hareketi “dizgeden dizgeye” algıladığı için, onun için denklik doğru bir kavramdır. Fakat dönüşüm diyalektik bir hareketi içerir. Burada söz konusu edilen diyalektik değil, tek yanlı yapısalcı bir harekettir. Bu durumda “anti”ler üzerinden belirlenecek siyasal kimlikler farklı olumlamalarda kendi içinde birbirine karşıt konumlar alabileceklerdir. Ya da tersi biçimde farklı olumlamalar üzerinden geliştirilecek yeni özne pozisyonları farklı “anti”lere alacakları tavırlar üzerinden bölünebileceklerdir. Bu da istikrarlı özne pozisyonlarının yaratılmasını zorlaştıracaktır.
Yeni “aklıselim”den kastedilen ilkeler gibi anlaşılmaktadır. İlkeler şimdiyi kapsayabileceği gibi geleceğe dair de olabilirler. Dönüşüm hedefi yeni aklıselimin geleceğe dönük bir tasavvur içerdiği fikrini güçlendirmektedir. Bu durumda yeni aklıselim ilkeler bütünü olarak bir gelecek tahayyülü de içeriyor olmalıdır. Aksi taktirde dönüşümün içeriği ve yönü belirsiz kalacaktır. Böyle bir gelecek tahayyülü ise dönüşüme dahil olan, yeni aklıselimi oluşturan siyasal kimliklerin her biri tarafından kendi içlerinden bulunan sınıfsal farklılıklar tarafından farklı tasavvur edileceği için pratiğe geçirildiği anda dağılma ile yüz yüze gelecektir. Yeni aklıselim “dizgeden dizgeye” bir hareket biçiminde kurulacağı için her bir siyasal kimliğin bölünmüşlüğünü hesaba katmayacaktır. Üniterlik olarak reddedilen istikrarlı özne pozisyonları bu dönüşümler için gerekli görünmektedir. Bu da bizi radikal demokrasi siyasetinin iddialarının aksine “özcü” yaklaşımlara geri götürecektir. Değişmeyen bir anti-ırkçılığı, anti-cinsiyetçiliği, anti-kapitalistliği var saymamızı isteyecektir. Bu siyasal kimlikler farklı sınıflara ait bireyleri barındıracağı için pratikte sınandıkları anda bir uyuşmazlık konusu olarak karşımıza çıkacaklar. Demokrasi derinleştirilmek istenirken yüzeyselleştirilmektedir. Çünkü demokrasinin bir sınıf yönetimi olduğu gerçekliği baştan tartışma dışı bırakılmıştır ve buna bağlı olarak siyasal kimlikler soyut, uzay boşluğunda karşılığı olmayan şeyler olarak kavranmaktadır. Ne zaman ki tasarım toplumsal gerçekliğe uygulanmaya çalışılacak o zaman teori ile pratik arasındaki uyuşmazlık ortaya çıkacaktır. Nesnel koşullar dikkate alınmadan yapılan subjektif tasarımlar toplumsal gerçeklik tarafından yerle bir edilecektir.
Proletaryanın gelecek tahayyülü olarak komünizmin bilimselliği nesnel toplumsal gerçeklikten hareket etmesindendir. Sınıflı toplumlarda bireylerin var olma koşullarının temelini maddi yaşamın üretilmesi sürecinde yer aldıkları konumların ifadesi olan sınıflar oluşturur. Sınıflı toplumlarda sınıf, “kimliklerin kimliği”, en belirleyici kimlik olarak her türlü siyasal kimliğin üzerinde yükseldiği zemini oluşturur. Siyasi kimliklerin birbirlerine karşı konumları, sınıfların karşılıklı konumları ve iç dengeleri ile belirlenir. Dolayısıyla soyut, değişmez siyasal kimliklerden söz edemeyiz. İnsanın doğadan devraldığı biyolojik kimliği gibi istisnai kimlikler kendi başlarına alındığında bu durumdan muaf tutulmalıdırlar. Ancak iş biyolojiden çıkıp örneğin cinsel vb. kimlikler biçiminde toplumsal düzleme taşındığı anda siyasal hâle gelir ve siyasal kimliğe mensup olan herkes üretimdeki konumlarını kimliklerine şu veya bu oranda yansıtırlar. Dolayısıyla sınıflı toplumlarda tek, soyut bir toplumsal/siyasal kimlikten hiçbir zaman bahsedemeyiz. “Yeni özne” inşalarının hepsi anti ya da olumlama olarak yatay düzlemde ortak paydalar oluşturmayı başarabilseler dahi dikey olarak sınıflar tarafından bölünürler. Dönüşümler ileriye veya geriye doğru olabileceği için bu da bize dönüşümlerin sınıfsal temelde olabileceğini gösterir. Farklı siyasal kimliklerin homojenlikleri kendi içlerinde sınıfsal temelde sağlanabilir. Farklı kimliklerde cisimleşen sınıfsallık ortaklaştığı oranda bir dönüşümden veya aklıselimden bahsedebiliriz. Sınıflar varlığını koruduğu sürece her birinin siyasal kimlikler içerisinde kendi homojenliklerini yaratırken söz konusu siyasal kimliği böleceği kendiliğinden anlaşılır. Burada siyasal kimlikler açısından gerçek anlamda bir homojenliğin sınıflı toplumlarda mümkün olamayacağı anlamına gelir. Böyle bir homojenlik ancak sınıfsız bir toplumda yani komünist toplumda olanaklıdır.
Radikal demokrasi “tümüyle kapsayıcı siyasal bir cemaat”in olamayacağını söylerken proletaryanın siyasi bir “cemaat” olarak diğer sınıfları, “cemaat”leri kapsamayacağı dolayısıyla sınıfları ortadan kaldıramayacağı da ima edilmiş olmaktadır. Sınıfsız bir toplumda siyasal bir cemaatin varlık koşulu ortadan kalkacağı için sınıflı bir toplum, siyasal cemaatlerin birbirini tümüyle kapsayamama halini ifade etmektedir. Sınıflı toplum için geçerli olan bu duruma komünist toplumun/komünizmin reddinin kılıfı olma ve mevcut koşulların kalıcılaştırılması işlevi yüklenmiştir.
“Radikal demokrasi, farklılığı (özel, çoklu ya da heterojenleşmiş) soyut insan kavramıyla dışlanmış olan her şeyi gerçekten kabullenmemizi ister. Burada evrensellik reddedilmez ama tikelleştirilir. Gerek duyulan, evrensel ve öznel arasında yeni bir eklemlenme türüdür.” (Mouffe 2008, s.29-30)
“Radikal demokrasi soyut bir evrensel insan tanımına karşı çıkarken haklıdır. Soyut evrensel insan tanımı tıpkı Kant’ın “kendinden şeyi” gibi içi boş aşırı bir soyutlamadır. Tikelden ya da öznel niteliklerden bağımsız bir evrensel yoktur. Eğer bütün özel nitelikler kaldırılsaydı, geriye hangi genel nitelikler kalırdı?” (Mao 2000, s.437)
Radikal demokrasi soyut evrensel insana karşı çıkarken bu soyut insan tanımı ile meşrulaştırılanın burjuvazinin çıkarları olduğu ve soyut insandan kastın aslında burjuvazi olduğunu hiç konu etmemektedir. Sadece sorunu soyutluktan kurtarmaya çalışırken bir başka soyut yaklaşım geliştirmekle yetinmiştir. Çoklu siyasal kimlikler ile soyut insanın içini doldurmak istemekte ve “evrenselle farklı eklemlenme biçimleri” üretmeye çalışmaktadır. Siyasal kimliklerin çokluluğu ve bu çoklulukların her birinin evrenselleşebileceği dikkate alındığında karşımıza soyut evrensel insanın içi boşluğunun yerine çoklu insanın bilinemezliği çıkmaktadır. Her tikelin barındırdığı farklılıklardan hangi özel alanın evrenselleştirileceğine göre tikel ile evrensel arasındaki bağ çeşitlenir. Tikel bir bütündür, diğer tikellerden ayrılan bazı özgünlükleri barındırır. Tikelde evrensel olan ise o tikelin diğer tikellerle paylaştığı ortak özelliklerdir. Kapitalist toplumda tüm kendine özgülüklere karşın evrensel olan, proletarya ile burjuvazinin üretimdeki konumlarıdır. Her ülkenin kendi tarihselliğinden getirdiği farklılıklar geçicidir, görelidir. Tikeli bütün olarak evrenselleştirdiğimizde geçici, göreli olanı “evrenselleştirmiş”, mutlaklaştırmış oluruz. Tikelin kendine özgü nitelikleri diğer tikellerin kendine özgü nitelikleri ile çatışmalı hale getirmiş olur. Tikelin özgünlükleri evrenselleştirmedeki ısrarı diğer tikellerin özgünlüklerini dışları, kendine yer açabilmek, evrenselleşmek için onları baskılar. Kendine özgü olanın evrenselleştirilmesi güçlü olanın (hegemonik olanın) kendi tikelliğini evrenselleştirmesidir. Bu kültür taşıyıcılığı dahil her türlü tek yönlü baskıyı içerir. Siyaseten şablonculuğu zorunlu kılar. Pratikte birleşmeye değil farklılıkların öne çıkarılmasına hizmet eder.
Farklılıkların birbirlerini sürekli dışlama durumu nihai bir hedefe odaklanmalarını etkileyecek ve siyasal kimlikleri sürekli hareket halinde olmaya zorlayacaktır. Bu durum hareket halinde olmanın amaç haline gelmesine yol açar. Siyasal kimliklerin hangi temelde ne için inşa edilmeleri gerektiği ya da kime karşı inşa edilmeleri gerektiği sorularına verilecek cevaplar her durumda değişeceği için nihai amaç önemini yitirecektir. Böylece Bernstein’in “nihai amaç hiçbir şeydir, hareket her şey!” düsturuna ulaşırız ve kendimizi yeniden oportünizmin ilkesizliğinde ya da amaçsız-yönsüz bir dar pratik içerisinde her türlü devrimci toplumsal enerjinin tüketilmesi tehlikesi ile karşı karşıya buluruz. Siyasal kimlikler arasındaki bir uçtan diğer uca gidecek sarkaç sayesinde burjuva iktidarının ömrünün uzatılması koşulları yaratılmaktadır.
“Burjuva soyut insanda boğulmak istenen farklı siyasal kimliklerin varlığına dikkat çekmesi ve bu siyasal kimliklere yer açmaya çalışması radikal demokrasinin olumlu yönüdür. Toplumda var olan kimliklerin siyasallaşması veya zaten siyasal olan kimliklerin özgün çelişkilerine odaklanma çabası toplumun bütünlüklü kavranmasında önemlidir. Ancak radikal demokrasi tikeli aşırı önemseyerek evrenseli ihmal etmesi, evrensel geçerlilik ve değerler karşısında yerel değer ve geçerlilikleri daha fazla önemsemesi ve siyasal kimlik mücadelelerini sınıf mücadelelerinin yerine ikame etmesi ile bütünlüklü bir kavrayıştan uzaklaşmaktadır. Bu ele alışı ile toplumsal parçalanmışlık halini mutlaklaştırmakta, bütüncül bir kavrayışı olanaksız hale getirmektedir. Oysa ki, özel olan evrensel olanla birleşmiş olduğuna, her şeyden çelişmenin hem evrenselliği hem de özelliği bulunduğuna; evrensellik özelliğin içinde olduğuna göre, bir nesneyi incelerken hem özel olanı hem evrensel olanı hem de bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi keşfetmeye; hem özelliği hem evrenselliği hem de bunların o nesnenin içindeki karşılıklı ilişkisini keşfetmeye ve o nesnenin kendi dışındaki birçok nesneyle karşılıklı ilişkilerini keşfetmeye çalışmalıyız.” (Mao 2000, s.435-436) Ancak bu şekilde bir nesnenin bütünlüğünü, ona yön veren çelişkiyi kavrayabilir ve dönüşüm için gerekli hareket noktasını elde edebiliriz.
Radikal demokrasi ise iddiasının aksine böyle bir dönüşümü gerçekleştiremez. Çünkü; o, bütün farklılıkları, tikellikleri (özgünlükleri) içinde var etmeye çalışır. Böylece söz konusu siyasal kimliklerin oluşum ve gelişim süreçlerini, evrimlerini dışlar. Radikal demokrasinin gelecek tahayyülünün bulunmaması tesadüf değildir. Radikal demokrasi her şeyin bir gelişim süreci, dolayısıyla tarihi olduğu gerçekliğini incelemez. Bu gelişim seyri içinde oluşum aşamasındaki bir siyasal kimliğin kendini tamamen gerçekleştirmesi halinde oluşacak yeni durumu konu etme. Bu siyasal kimliğin kapsayacağı ya da dışlayacağı siyasal kimliklerin dönüşümleri ile ilgilenmez. Eleştirdiği soyut insanın yerine soyut bir “aklıselim” koymakla yetinir. Bu aklıselimin işlevi de farklı siyasal kimlikler arasında “makul” sınırlar belirlemektir. Dolayısıyla radikal demokrasi diyalektik dönüşümü gerçekleştirmek yerine metafizik bir aralığı inşa etmek ister. Her siyasal kimliğin varlığını koruyacağı ve gelişiminin belli sınırlar içinde garanti edileceği bir toplumsal sistem kurmayı hedefler. Bu ise karşılıklı sınırların belirlendiği siyasi bir uzlaşmayı gerekli kılar. Dönüşüm gerçekleşinceye kadar oluşacak tüm dengelerin son tahlilde hakim olanın lehine olacağını ihmal eder. Dolayısıyla hakim olanın çıkarlarını pratikte sürekli onaylamış olur. Bu nedenle radikal demokrasi devrimden söz etmez. Çünkü devrim, dönüşüm, sıçrama anlamına gelmektedir.
Bu yönüyle radikal demokrasi, küçük burjuvazinin sınırlı maddi koşullar içerisinde oluşmuş dar, parçalı bakış açısını yansıtmaktadır. Ancak kapitalist toplumda, sermaye egemenliği altında uzun süreli varlık koşulu bulunmamaktadır. Çünkü sermaye her dakika yoğunlaşır ve merkezileşirken karşı kutbunda da proletaryayı yoğunlaştırmaktadır. Radikal demokrasi, hızla proletaryanın saflarına yuvarlanan ve henüz proleter sınıf bilincini kabul etmeye hazır olmayan küçük burjuvazinin pozisyonunu koruma, kendine bir yaşam alanı açma isteğinin umutsuz bir çabasıdır.
Demokrasi, bir devlet biçimi olarak sınıflı toplum koşullarında ortaya çıkmıştır. Demokrasinin sürmesi sınıfların varlığını şart koşar. Bu bağlamda, proletarya diktatörlüğü ya da bir başka ifade ile sosyalizm proleter demokrasi anlamına gelmektedir. Sosyalizmde diktatörlük kapitalizmin aksine küçük bir azınlığa uygulanır. Kapitalizmde ise burjuvazi dışındaki tüm sınıfları baskı ve denetim altında tutmayı hedefler. Kelimenin gerçek anlamında demokrasi sadece burjuvazi için söz konusudur. Proleter demokrasi ise burjuvaziyi baskı ve denetim altında tutarken diğer sınıflar üzerindeki burjuva baskısının kaldırılmasına hizmet eder. Dolayısıyla sınıflı toplumlara özgü bir yönetim biçimi olarak demokrasinin toplumsal tabanı en geniş sınırlarına sosyalizm koşullarında ulaşabilir.
Burjuvazi ve proletarya dışında kalan tüm sınıflar ikili niteliğe sahiptir. Üretim araçlarına sahip olma anlamında burjuvaziye, emek süreçlerine katılma bağlamında proletaryaya yakındırlar. Proletarya üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırarak (bu süreç aşama aşama olmaktadır) ara sınıfların burjuvazi ile olan nesnel bağlarını koparır ve emekçi yönlerinin gelişmesinin koşullarını yaratır. Bu aynı zamanda ara sınıfların proleterleşmesi sürecidir. Ve proleter demokrasi, bu sınıfların emek süreçlerinde geçmişte yarattığı ve yeni süreçte ürettiği her türlü ilerici (toplumcu) geleneği, kültürü yeni proleter kültürün bir parçası olarak benimser. Bunun anlamı, proleter siyasetin, kültürün bu çeşitliliği yansıtan bir çiçek açması, demokratik ortamın yaratılmasıdır.
Yeni demokrasi ise yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde uygulanacak proleter demokrasinin özgün biçimidir. Burjuva demokratik devrimlerini gerçekleştirememiş ya da demokratik devrimleri kesintiye uğramış ülkelerde, burjuva demokratik devrimin görevleri de proletaryanın omuzlarına yüklenmiştir. Tamamen gericileşen burjuvazi, bu tip ülkelerde, emperyalizmin uşağı ve feodalizmin iktidar ortağıdır. Bu geri sınıflara karşı demokratik görevlerin tamamlanması, proletarya önderliği altında olmak zorundadır. Emperyalizm ve proleter devrimler çağının başlamasından itibaren bu tip ülkelerin önünde iki yol vardır: Burjuvazinin yolu ve proletaryanın yolu! Burjuvazinin yolu, en iyi ihtimalle yarı-sömürge bir statünün kabullenilmesi ve emperyalist gericiliğin dünyasında yer almak anlamına gelmektedir. Proletaryanın yolu ise önce yeni demokratik toplumu kurmak ve hızla sosyalizme yürümek anlamına gelmektedir.
Proletarya önderliğinde gerçekleştirilecek böyle bir yeni demokratik devrim, “birkaç anti-emperyalist sınıfın ortak diktatörlüğü altındaki yeni demokratik bir devlet olacaktır.” (Mao 1992, s.356) Dolayısıyla yeni demokrasi bu sınıfların özgürlüğü anlamına gelmektedir. Bu özgürlük koşulları söz konusu sınıfların birbirleriyle çelişen çıkarlarının uzlaştırılması temelinde sürgit devam edecek bir toplumsal düzen anlamına gelmemektedir. Aksine proletarya önderliğindeki bu anti-emperyalist sınıfların burjuvazi ile olan nesnel bağlarının koparılması ve sosyalizme yürünen bir süreç anlamına gelmektedir. O halde, mademki devrime proletarya önderlik ediyor, neden doğrudan sosyalist bir devrim gerçekleştirmiyoruz sorusu gündeme gelebilir.
“İki devrim aşamasından birincisinin, ikincisinin koşullarını sağladığı ve arada, bir burjuva diktatörlüğü aşaması olmasına izin verilmeksizin bu iki aşamanın birbirini izlemesi gerektiğini söylemek Marksist gelişme teorisine uygundur ve doğrudur. Öte yandan demokratik devrimin kendine özgü bir görevi ve dönemi olmadığını ve başka bir görevle yani ancak başka bir dönemde gerçekleştirilebilecek olan sosyalist görevle birleştirilip aynı anda gerçekleştirilebileceğini söylemek gerçek devrimcilerin reddettiği hayalci bir görüştür.” (Mao 1992, s. 366-367)
Hayalci bir görüştür çünkü verili toplumsal gerçeklik içerisinde sınıfların güçlerini, karşılıklı konumlanışlarını ve ittifak güçlerini doğru tespit etmeyi engeller. Bu ise devrimi imkansız hale getirir. Yarı-sömürgelerde mili burjuvazinin de emperyalizm ile çelişkileri vardır. Sömürücü bir sınıf olarak milli burjuvazi bir yandan emperyalizm ile uzlaşarak kompradorlaşmak eğilimindedir, ki bu onun esas eğilimidir diğer yandan emperyalist sömürü tarafından gelişimi engellenir ve onu, küçük burjuvazi ve proletarya saflarına yuvarlanma tehlikesi ile karşı karşıya bırakır. Bu tehlike milli burjuvaziyi emperyalizmin diğer dayanağı olan feodal sınıflar ile de çelişkili duruma getirmektedir. Sömürücü niteliğinden kaynaklı milli burjuvazinin genel eğilimi bu gerici sınıflarla uzlaşma yönündedir. Fakat aralarındaki çelişkilerin varlığı belirli koşulları altında milli burjuvazinin devrime katılmasına olanak tanır. Belirli bir dönemde gerçekleştirilebilecek görevler olarak demokratik devrimin görevleri proletaryanın ittifak güçleriyle ilişkilerine doğrudan etki eder. Yeni Demokratik Devrim sürecinde proletaryanın köylülük ile ilişkilenmesi farklı, sosyalist devrim sürecinde farklıdır. İlkinde bir avuç toprak ağası hariç, bütün köylülükler yoksul köylülük temelinde ilişkilenebilecekken sosyalist devrimde yoksul köylülük temelinde orta köylülükle sınırlı kalır ittifak. Belirli bir dönemde gerçekleştirilmesi gereken demokratik görevlerin yok sayılması ve ileri olan (sosyalist) görevler adına harekete geçirilmesi ittifakın kapsamını daraltır. Bu da ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan çok geniş bir halk kitlesinin devrimin dışında tutulması ve sömürücü egemen sınıfların ideolojik, siyasal etkisine terk edilmesi anlamına gelir. Bu kadar geniş bir kitleyi devrimden dışlayan, onları karşı devrimin insafına terk eden bir politika başarıya ulaşamaz.
Yeni Demokratik Devrim’den sosyalist devrime geçiş için gereken süreyi ise Yeni Demokratik Devrim’in görevlerinin tamamlanma hızı belirleyecektir. Tarihteki bir örnek olarak Çin Devrimi bu süreci devrim öncesinde hayli uzun bir zaman olarak tasavvur etmişti. Nitekim devrimden hemen sonra üç-beş yıllık planın ardından sosyalizme geçebilmekten bahsedilmiş ancak devrimin ilerleme hızı bir görüşü değiştirmiştir. Sosyalist devrim, beş yıl gibi, planlanandan çok daha kısa bir sürede gerçekleştirilmiştir. Bu süre, Çin’in toplumsal koşulları ile ilgilidir. Baştan bu tarz bir süre koymak doğru olmayacaktır. Günümüzde üretici güçlerin gelişim düzeyi, Türkiye’nin toplumsal bileşiminin farklılıkları gibi faktörler göz önüne alındığında Çin’den çok daha hızlı ve kısa bir geçiş sürecini öngörmek abartı olmayacaktır. Buradaki temel mesele devrimimizin birinci aşamasını oluşturan Yeni Demokratik Devrim’in görevlerinin kapsamı ve yerine getirilme hızı olacaktır.
Yeni demokrasinin kapsamına giren sınıfların bileşimi göz önüne alındığında radikal demokrasinin öne çıkardığı kimlik mücadelesini en geniş zeminde kapsayacağı görülecektir. Radikal demokrasi toplumdaki siyasal kimlikleri öne çıkarmamakta ve sınıfları ihmal etmektedir. Oysa ki sınıflar toplumları dikey olarak bölerken siyasal kimlikler yatay olarak bölerler. Sınıf mücadelesini dışlayan bir siyasal kimlik inşası ve mücadelesi asla homojen bir siyasal kimlik oluşturamaz. Sınıfı dışlayan bir siyasal kimlik mücadelesi gerçek ve kalıcı kazanımlar elde edemez. Homojen kimlik, özcü bir yaklaşımı zorunlu kılmaz. Çünkü bir siyasal kimliğin homojenleşmesi ona yön veren saiklerin istikrarını gösterir. Özcü yaklaşım ise başından sonuna değişmeyen bir niteliğe işaret eder. Oysa, sınıflar dahil her türlü toplumsal nedenle siyasal kimlik gelişim dolayısıyla değişim (evrim) halindedir. Bu nedene homojenlik değişimi dışlamaz fakat özcülük dışlar.
Yeni demokrasinin kapsadığı, devrimden çıkarı olan sınıfların dikey olarak kestiği siyasal kimlikler; emperyalist tekelci burjuvazi, komprador burjuvazi ve feodal sınıfların çıkarlarının ifadesini bulduğu siyasal kimlik tanımları ve mücadeleleri dışındaki tüm sınıf ve siyasal kimlik çıkarlarını kapsama kapasitesine sahiptir. Radikal demokrasi, her siyasal kimliğinde içinde uzlaşmaz çelişkiler barındırdığını kabul etmekle birlikte uzlaşmaz çelişkilerin tarafları arasında bir seçim yapmaz. Taraflardan biri lehine ya da aleyhine tutum belirlemez. Bir siyasal kimlik hem kendi içindeki hem de diğer kimliklere karşı mücadelesinde tarafların gücü oranında kendisine yer açar. Buna da “yeni hegemonya” denmektedir. Radikal demokrasiye göre etnik, inançsal, cinsel vb. siyasal kimlikler vardır. Bunlar bazı dışlamalar ile (antiler) bölünebilir ama dışlananlar dahil hepsi toplumsal yaşamda güçleri oranında yerlerini alacaklardır. Bu da söz konusu siyasal kimliklerin inşa edilmesinde egemen sınıflara mensup olanları avantajlı konuma yükseltir ya da var olan avantajlarının onaylanması anlamına gelir.
Yeni demokrasi her şeyden önce bu çelişkileri nesnel zemine oturtarak ve devrimin düşmanı sınıfları dışlayarak sağlıklı toplumsal koşulları yaratmaktadır. Siyasal kimliklere özgü olan ikincil çelişkileri birincil, yani sınıfsal çelişkilere bağlama imkanı sunmaktadır. Böylece toplumun ezici çoğunluğu bir kutupta, sömürücü azınlık diğer kutupta toplanırken aralarında siyasal kimliklerden doğan çelişkilerin yarattığı çatlakları büyütmekte ve bu çelişkilerin proleter çözümlerini sunarak nihai çözüm yoluna girmelerinin koşullarını yaratmaktadır.
Yeni demokrasi, devrime katılan sınıf yelpazesinden başlayarak çoğulcu bir politikayı zorunlu kılmaktadır. Radikal demokrasiden farklı olarak tüm bu sınıfsal ve siyasal kimlikleri, tarihsel koşulları dikkate alarak proletaryanın çıkarları temelinde geliştirmeyi ve çözmeyi hedeflemektedir. Kelimenin en geniş anlamında proletaryanın nihai hedefine ulaşabilmesi için emekçi halkın tüm kimliklerinin gelişmesini sağlar. Çünkü ancak bu yönden hareket ederek demokratik devrimin görevlerini tamamlayabilir. Küçük burjuvazinin parçalı kimlikler dünyasına karşı proletaryanın sınıfları ortadan kaldıracak bütünlüklü kimlikler çeşitliliğine ulaşabilmesi için sınıflı toplumların emekçiler lehine çiçek açtığı, açacağı bir devrimdir yeni demokrasi. Proletaryanın halka sağlayacağı özgürlüğün ifadesidir. Dolayısıyla komünistler küçük burjuvazinin birbirinin düşmanı kimlikleri mücadelesini değil, proleter demokrasinin ilk evresinin oluşturan yeni demokrasiyi gerçekleştirmek için seferber olmalıdırlar.
KAYNAKÇA
1- Siyasetin Dönüşü- Chantal Mouffe, Epos Yayıncılık, 2008
2- Felsefe Sözlüğü- Ahmet Cevizci, Paradigma Yayıncılık, 2002
3- Seçme Eserler I- Mao Zedong, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş Dördüncü Basım, 2000
4- Seçme Eserler II – Mao Zedong, Kaynak Yayınları, Üçüncü Basım, 1992
5- Yeni Demokratik Devrim- Mao Zedong, Umut Yayımcılık, Dördüncü Baskı, 1993
*Bu yazı Eylül 2018 tarihli Partizan dergisinin 90. sayısında yayımlanmıştır.