Sınıf mücadelesi hiçbir zaman tek düze seyir izlemez. Gelişim hep ileriye doğru olmakla birlikte her daim inişli çıkışlıdır. Denizin kabarıp, geri çekilmesi gibi sınıf mücadelesi de bazen gelişip, ivmesi yükselir, bazen de geriler. Bu gelişme ve gerileme karışık sınıfların karşılıklı durumlarına, hamlelerine ve devrimci öznenin, öncünün nesnel durumu ve sınıf mücadelesinin yasalarını doğru kavrayıp, kitlelerle buluşması, kitlelerin kendiliğinden hareketlerinin, kendisi için harekete çevirebilmedeki becerisi vb. gibi birçok etmene bağlıdır.
Bugün de ülkede ve genel olarak dünyada egemenlerin büyüyen krizlerine, artan yönetememe durumuna paralel, bir tarafta devrimci durumun yükselip kitlelerin çok çeşitli biçimlerdeki hak arayışları ve iktidar mücadeleleri büyürken diğer tarafta da egemenlerin siyasi, ideolojik, ekonomik, askeri, kültürel vb. saldırılarının arttığına da tanıklık ediyoruz.
Ülkede artan sınıf çelişkileriyle birlikte işçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere ezilen geniş halk kitlelerinin kendiliğinden de olsa sınıf bilincinin, mücadelesinin ve devrimci durumunda yükseldiğini görüyoruz. Bunun en ileri noktasına Gezi İsyanı ve Kobanê serhildanı sürecinde ulaşıldığına tanıklık yaptık. Tanıklık yaptığımız bir gerçek daha var ki; o da tarih boyunca egemenlerin en fazla halkın kabaran öfkesinden ve sınıfın öncüsüyle birleşmesinden korktukları, yükselen öfkeyi boğmak için her daim daha azgınca saldırdıklarıdır.
İşte yine böylesi bir süreçten geçiyoruz. Bir tarafta kitlelerin öfkesi kabarıyor diğer tarafta egemenler bu kabarışı bastırmak için tüm topluma topyekün savaş ilan etmiş durumda. Ve her geçen gün daha pervasızca saldırırken yüzlerindeki “demokrasi” maskesini de atıp açık faşizmle kitleleri susturmak, sindirmek, teslim almak istiyorlar. 40-50 yıl boyunca işçilerin, emekçilerin, kadınların, Kürtlerin, devrimci ve demokratik güçlerin vb. büyük bedeller ödeyerek dişleriyle tırnaklarıyla kazandıkları haklar ve mevziler tek tek gasp edilmek istenmekte/gasp edilmekte.
Bu kapsamda emek cephesindeki saldırılardan tutalım da Kobanê Direnişi süreciyle zirveye ulaşan Kürt ulusal demokratik mücadelesinin son iki yılda maruz kaldığı saldırılara, katliam ve vahşet iklimine; sözde yaşanan ve bastırılan 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle estirilen terör, işkence, gözaltı, tutuklama furyasına: OHAL ve KHK’larla sorgusuz/yargısız yapılan ihraçlara, baskılara, yasaklara, sokakların kuşatılıp, basın ve muhalif tüm seslerin susturulmaya çalışılmasına kadar açık faşizmle, resmi faşist kemalist rejim yeniden restore edilirken, iktidarı elinde bulunduran İslamcı muhafazakâr kliğin kurumsallaşması amacıyla toplum İslamcı-Türkçü söylemlerle şekillendirilmekte. Dış politikada ise -özelde de Kürt politikasıyla bağlantılı olarak Suriye-Irak ekseninde – saldırgan, işgalci provokatif bir siyaset ve yaklaşım sergilenirken kitle tabanı yaratılabilmek için de şovenizm dalgasıyla toplum ayrıştırılıp, kutuplaştırılmakta. “Tek dil, tek din, tek bayrak” söylemleriyle kışkırtılan ve ortalığa salınan, kendi beslemeleri milliyetçi, ırkçı, şoven, cihadist çetelerle terör estirilmekte. Böylece açık faşizme “meşruluk” kazandırılmak istenirken, olası iç savaşında hazırlıkları yapılmakta. Tüm bunları ise yeni konsept ve restorasyonun parçası olarak görmek gerekmekte.
Tüm bu saldırılara, 12 Eylül faşizmini aratmayacak yasak ve zulme rağmen kitlelerin kabaran devrimci dinamizmini bastırabilmiş de değil egemenler. 15 Temmuz sonrası, kitlelerin öncüden yoksunluğunun da etkisiyle, ilk başta bir duraklama, suskunluk ve geri çekilme yaşansa da, nesnel zemin hala ileriye akıyor. Ve kitlelerin ilk şaşkınlıktan sıyrılması ve yavaştan kıpırdamaya başlaması uzun sürmedi. Ne Kürt halkı, ne demokratik hak ve özgürlüklerini korumaya çalışan işçiler, emekçiler, kadınlar… Türkiye’nin aydınlık, demokratik, devrimci dinamikleri teslim olmadılar. Kitleler en ufak hak arayışıyla karşılaşsalar, devrimci, ileriye dönük adım görseler, yönlerini oraya çevirebiliyorlar.
Kuşkusuz ki bu sürecin en büyük zaafı, kitlelere güven veren, kitlelerle bütünleşebilen devrimci öznenin, KP’nin öncülüğünün olmayışı, kitlelerle kurulan zayıf bağlardır. Tam da böylesi bir süreçte kitlelerle olan bağları güçlendirme, görevlerimizin aksine KP’nin iç tartışma ve sorunlarının ortaya saçılması, parti ilke ve işleyişinin, demokratik merkeziyetçilik, iki çizgi mücadelesi gibi ilkelerinin, disiplinin çiğnenmesi ve illegalite kurallarının ihlal edildiği partinin kadro ve militanlarının tehlikeye atılıp, hedef haline getirildiği, hizip, “bölünme” tartışmalarıyla enerjisinin harcandığına tanıklık ediyoruz. Elbette var olan tablo kabul edilebilir değildir. Biran önce bu süreçten çıkılarak sınıf mücadelesinin görevlerine daha sıkı sarılma zorunluluğu tarihi bir sorumluluk olarak da bizleri beklemektedir. Ancak içinde çıkabilmek için sürecin, nedenlerinin, hangi ideolojik politik savruluşun yön verdiğini de doğru koymamız gerekmektedir. Bu anlamıyla bugün kolektifimize dayatılan, gıdasını menşevizmden, liberalizmden, post-modernizmden ve reformizmden alan ideolojik-politik anlamdaki bir tasfiyeciliktir. Ve emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin bütünlüklü saldırılarıyla birleşmektedir.
Genel olarak baktığımızda zor bir süreçten geçtiğimiz bir gerçektir. Ülke ve dünyada egemen sınıfların halk kitlelerine siyasal- ekonomik, ideolojik-politik, askeri, kültürel vb. saldırılarıyla kuşatmaya, haklı ve meşru direnişlerini, hak arama mücadelelerini tasfiye etmeye çalıştığını biliyoruz. Bu saldırıların ülkede ve dünyada güç ve etkinlik kazanmasının nedenlerine ve gelişim seyrine baktığımızda: emperyalizmin 1970’li yıllarının ortalarından itibaren devreye soktuğu neo-liberal sömürü politikalarının ideolojik ayağını ise özü tasfiyecilik olan post-modernizm oluşturuyordu. Mao’nun ölümünden sonra uluslararası komünist hareketin eski gücünü yitirmeye başlaması bu tasfiyeci saldırıları daha bir cesaretlendirmişti. 1956’da itibaren modern revizyonist kulvara giren SSCB’nin 1990’da havlu atıp, dağılmasıyla birlikte emperyalizm tasfiyeci saldırılarında daha da bir pervasızlaşmıştı. Emperyalizm “tarihin sonu”, “sosyalizmin ölümü”, ” sınıf mücadelelerinin gereksizliği” argümanlarıyla saldırıyordu. “Yeni bir çağ” girildiği, artık “tek kutuplu dünya”nın var olduğu, sınıf mücadelelerinin ve silahlı mücadelenin “miadını doldurduğu” ve barışçıl, evrimsel devrimlerin esas olduğunun propagandasını yapıyor, reformizmi ve anti-marksist örgütlenmeleri kutsuyordu. Marksist örgütlenme biçimleri ve marksizmin en temel biçimleri, ilkeleri, işleyişi, demokratik merkeziyetçilik ve proletarya diktatörlüğü gibi kavramları karalanıyor, anti demokratik ilan ediliyordu.
Tüm bu ideolojik saldırılardan devrimci-komünist hareketlerde şu ya da bu oranda nasibini aldı. Havlu atıp, devrim iddiasından vazgeçenler, reformizmin ve revizyonizmin kulvarına savrulanlara kadar, yelpaze oldukça geniş. Hala devrim iddiasında olup, devrimci saflarda ve devrim mücadelesinde yerini koruyanlar da bir dizi yansıması oldu bu saldırıların.
Devrimci saflardaki yansımalarına baktığımızda şu ya da bu oranda ama bir biçimde; devrime inanç, partiye, davaya, yoldaşlarına bağlılık, feda ruhu, devrimci cüret ve cesaret, parti değerlerinin ve ilkelerinin kavranması, korunması, devrimci yaşamın özümsenip, içselleştirilmesi, kendi misyonunu koruması, kendine, kitlelere güven, davanın haklılığına ve meşruluğuna inanç vb. noktalarda ciddi bilinç kırılmalarının, inançsızlıklarının yaşandığını parti işleyiş ve ilkelerinin, disiplinin esnetildiğini, revize edildiğini görüyoruz.
Bugün yaşadığımız sıkıntıların kaynağını da burada aramak gerekiyor. Davaya inanç ve bağlılıktaki zayıflamadan siyasal ruhsuzluğa, kitlelerden kopukluğa, sınıf mücadelesinin ve savaşın yasalarını yeterince kavramamaya, ona göre konumlanıp, şekillenmemeye, mücadelenin önünü açmamaya/açamamaya, parti ve örgüt bilincindeki zayıflamaya kadar bir dizi yansımasının olduğunu görebiliyoruz. Bugün yaşanılanların altında tam da bu dejenerasyon, deformasyon var. Yoksa farklı fikirlerin çatışması değil sorun. Elbette KP içinde fikir ayrılılıkları da, farklı çizgilerde olabilir. İki çizgi mücadelesi dediğimiz ideolojik zemindeki farklılıkların mücadelesi aynı zamanda parti birliğinin de teminatı ve güvencesidir. Parti içindeki ideolojik mücadele doğru ele alındığında her daim partiyi güçlendirir, geliştirir de. Ancak “mücadele” adı altında partinin sorunları ortalığa saçılıyor, parti disiplini, işleyişi, en temel ilkesi olan demokratik merkeziyetçilik ilkesi ayaklar altına alınıyorsa bu parti içi mücadele, iki çizgi mücadelesi değildir. Partinin işleyiş ve disiplinin, partinin tasfiyesidir. Gıdasını menşevizmden, post-modernizmden alan örgütsüzlük anlayışı ve dejenerasyonudur. Bu tasfiyeci yaklaşımlar parti birliğini baltaladığı gibi partiyi örgütsüzlüğe, dağınıklığa sürüklemektedir.
Rusya’da Bolşeviklerle Menşevikler arasında parti tüzüğünün 1.maddesinde yer alan parti üyeliği üzerinden çıkan ayrılığı değerlendirirken Lenin “tek başına ele alındığında bu ayrılık ilke konusunda farklılıkları açığa vurmakla birlikte Kongreden sonra ortaya çıkan bu bölünmeye yol açmazdı” diyor. Ve bu “küçük ayrılığın” partiyi bölünme noktasına getiren anarşist davranışlarla birleşmesiyle büyük ayrılığa dönüştüğünü belirtiyor. 2.Kongreden sonra parti disiplinine ve merkezi kararlarına uymayan menşeviklerine bu tutumunu Lenin “örgütsel başıboşluk, parti ilkesinin ve disiplinin altının oyulması, aydın bireyciliğin yüceltilmesi ve anarşist disiplin düşmanlığının mazur gösterilmesi için arsızca bir propaganda olarak” tanımlıyor ve menşevikleri partiyi geriye çekmekle suçluyor.
Aradan yüzyıl da geçse benzer bir biçimde bugün bizde yaşanan sorunun da kaynağına baktığımızda; ilke, işleyiş, örgütlenme vb. konularında farklılıkları açığa vurmakla birlikte bunlar parti içinde iki çizgi mücadelesiyle aşılacak konularken “büyük sorun”, “ayrılık” noktasına getirenin tam da menşeviklerin yaptığı gibi GYDK hizbinin disiplinsiz, tasfiyeci davranışlarının olduğunu görüyoruz.
KP’nin birliği için demirden disiplin ve demokratik merkeziyetçilik en temel ilke ve işleyiştir. Bunların altı boşaltılıyor, demokratik merkeziyetçilik yerine çoğulculuk savunuluyor, merkeziyetçilik “anti demokratik” ilan edilip, yayınlarda merkeze hitaben referandum tavrını “biz kurumlarımızda tartışarak aldık bu kararı, siz kiminle tartıştınız” denilerek demokrasi işletildiği sanılırken demokratik merkeziyetçiliğin altı oyuluyorsa burada menşevizm vardır. Parti ilke ve işleyişinin esnetilmesi, gevşetilmesi vardır. Anarşizm hakimdir; parti birliğinin korunmasının temel şartı parti disiplinin korunmasından geçer. Eğer partide parti disiplinine uyulması talebi “şeflik” olarak algılanıyorsa; parti fabrika gibi görülüp, parçanın bütüne, azınlığın çoğunluğa tabi olması “amir-memur” ilişkisi olarak algılanıp partinin yönetici organları “amirlikle” suçlanıyorsa burada parti disiplininin ve birliğinin öneminin kavranmaması, açıktan olmasa da üstü örtülü biçimde ilke ve işleyişin esnetilmesi, aydın bireyciliğinin öne çıkarılması, başıboşluğun savunulması vardır. Dün olduğu gibi bugün de menşeviklerin iddialarının aksine parti birliği sade ortak bir program ve taktiklerle sağlanmaz. Daha da önemlisi örgüt birliğinin ve disiplininin korunması, ortak merkezi yapısının sağlanması ve yekpare bütünün oluşturulmasıyla sağlanır. KP ancak o zaman büyür, gelişir, tarihi misyonunu oynayabilir.
İlke, işleyiş ve disiplinin olmadığı yerde başta pragmatizm olmak üzere kendiliğindencilik, düzensizlik, örgütsüzlük ve anarşizm hakin olur. Nerede ilkeler esnetilir, disiplin göz ardı edilirse orada dejenerasyon, yozlaşma hayata egemen olur. Bugün de tüm bunların zeminin güçlü olduğu bir süreçten geçiyoruz. Bir tarafta egemen sınıfların içinde bulunduğu kriz ve hem bu krizlerini aşmak için, hem de kabaran kitle hareketinin önüne geçmek için siyasi, ekonomik, ideolojik, askeri çok yönlü olarak halka saldırması, OHAL vb. ile faşizmi açık hale getirdiği korku, baskı ve devlet terörü ortamında yaşıyoruz. Diğer tarafta kitlelerin sisteme biriken tepkisini aynı nehirde birleştirecek kurmay öncünün içte yaşadığı darbe ve hizip faaliyetiyle güçten düşürülüp zayıflatıldığı ve yoğunluğunun iç sorunlara kaydırıldığı, yine itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı, kitlelerin kafalarının karıştırılıp, partiye güvenlerinin zedelendiği bir süreçten geçiyoruz. Böylesi hedeflerin bulanıklaştırıldığı, MLM anlayış ve yaklaşımların ya tasfiye edildiği ya da dejenere edildiği, devrimcilik, MLM adına içinin boşaltılmaya çalışıldığı kaos ve baskının güçlü olduğu dönemler devrimci saflarda da kitlelerde de umutsuzluğun, güvensizliğin, karamsarlığın, devrime, davaya inançsızlığın, yozlaşma ve dejenerasyonun da yoğunlaştığı süreçler oluyor. Liberalizmin, reformizmin, revizyonizmin yedeğinden alınan argümanlarla akıl hocalığına soyunanlarda eksilmiyor.
Genel olarak baktığımızda sadece bizde değil, dünya devrim mücadelelerinde de benzer süreçlerin yaşanmış olduğunu görüyoruz. Bu konuda en yakın ve en zengin örnek Sovyet devrimidir. Kimi köşe yazarı, aydın vb.’nin de özellikle Rusya’daki 1905 devriminin yenilgisi sürecini Türkiye’nin şuan içinden geçtiği bu sürece benzettiğini görüyoruz. Gerçekten de Gezi İsyanı sonrası kitlelerin yakaladığı moral motivasyon üstünlüğü, kendi gücüne güven, hak arama bilinci ve sokağın gücünün keşfetmesinin yanında, kitlelerin birleştiğinde egemenlerin nasıl korkulu rüyası olduğunu da göstermesi vb. bakımında Türkiye devrim tarihine önemli bir kazanım olarak geçmesi gibi, 1905 devrimi de Rusya’da çarlığa karşı kazanılmış önemli bir mevzi, işçi sınıfının kendi gücünü gösteren bir zafer olmuştu. Ancak devrimin yenilgiye uğratılmasının ardından -tıpkı bugün yaşadığımız gibi- çarlık otokrasisi işçi sınıfı ve emekçi halka vahşice saldırmış işkenceler, darağaçları, sürgünlerin dışında toplu işten çıkarmalar, grev yasakları, iş gününün tekrar 10-12 saate çıkarılması gibi kazanılmış hak ve özgürlüklerin gaspına yönelik saldırılar yaşama geçirilmiştir.
Elbette bu saldırılar sadece kitleler nezdinde değil devrimci saflarda da olmuş. Stalin’in deyimi ile devrimin “yol arkadaşları” arasında da inançsızlık, çözülme ve yozlaşmaya yol açmıştı. Bu eğilimin özellikle aydınlar içinde güçlendiğini belirten Stalin yoldaş “devrim dalgasının fırtınalı kabarışı sırasında burjuva çevrelerinde gelip devrim saflarına katılan “yol arkadaşları”, gericilik günlerinde partiyi terk ettiler. Bunların bir kesimi devrimin açık düşmanlarının kampına geçti, bir başka kesimi işçi sınıfının ayakta kalabilmiş olan legal derneklerinde mevzilenip, proletaryayı devrim yolundan saptırmak, proletaryanın devrimci partisi gözden düşürmek gayretine giriştiler…” diyordu. Yine kendini marksist sayan kimi partili aydınları da bu inançsızlık ve yozlaşma eğilimlerinin sardığını, marksizmi “eleştirme”, revizyondan geçirme adına; marksizmin felsefi teorik temellerine -diyalektiktik tarihi materyalizme- karşı yöneldiklerini ve onu yıkmaya çalıştıklarını belirtiyor.
Tıpkı bugün de karşımıza çıkan inançsızlık, dejenerasyonunun dışında parti, örgüt, devrim, disiplin, demokratik merkeziyetçilik, proletarya diktatörlüğü, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi MLM’nin kimi kavram ve ilkelerinin de içinin boşaltılması, revize edilmesi, güncele uyarlama adına özünden koparılması gibi.
Toparlayacak olursak emperyalizmin; neoliberalizm ve post-modernizmle birlikte devreye soktuğu ideolojik politik anlamdaki tasfiyeci saldırılarının ülkemizdeki ve devrimci saflardaki yansımalarından tutalım da bugün egemenlerin varlık yokluk meselesi olarak gördüğü ve yaşama geçirdiği topyekûn savaş konseptinin yansımalarına kadar bir dizi etmen halkımızın, devrime, Proletarya Partisi’ne gönül vermiş birçok insanımız da umut kırılmasını besleyebilir. Oysa böylesi süreçler kimsede umutsuzluk, kırılma yaratmamalı. Zira sınıf mücadelesi her daim istediğimiz gibi akmıyor. İnişleri de var çıkışları da var. Hatta daha karanlık süreçleri de gördük, yaşadık. Bugün ise bu süreci aşacak, ideolojik politik olarak güçlenerek çıkacak deneyime de sahibiz. Yeter ki yüzümüzü MLM’nin aydınlığından geriye çevirmeyelim. Kendi tarihsel deneyimlerimizden de, uluslararası komünist hareketin deneyimlerinden de, ustalardan da öğrenmesini bilelim.
Bu nokta da en büyük öğretmenlerimizden birisi Lenin ve partisi SBKP(B) olsun. Zira SBKP(B) tarihi aynı zamanda ideolojik mücadelelerinde tarihidir diyebiliriz. Baktığımızda Lenin’in ve Bolşeviklerin yaşamı da Narodniklere karşı mücadeleyle başlamış, sosyal-devrimcilere, ekonomistlere, legal marksistlere, menşeviklere, otzovistlere, troçkistlere, Buharin, Komanev, Zinoyev, Şiyapnikov… gibi onlarca oportüniste; oportünist, revizyonist, troçkist, reformist, onlarca akım ve anlayışa karşı mücadeleyle geçmiş, Lenin de ve Bolşevikler de dikkat çeken nokta ise bir taraftan ideolojik mücadeleyi yürütürken sınıf mücadelesinin görevlerini yerine getirmekten de vazgeçmiyor oluşlarıdır. Her ikisini iç içe geçirerek en ağır koşullarda dahi sınıfı ve devrimi örgütleyebilmelerindedir başarıları da.
Bugün yapmamız gereken tam da tarihsel deneyimlerde olduğu gibi umutsuzluğa, yılgınlığa, dağınıklığa, örgütsüzlüğe, geçit vermeden sınıf mücadelesinin pratik görevleriyle ideolojik mücadeleyi ayrıştırmadan, birini diğerinin önüne geçirmeden, iç içe geçirerek devrimi örgütlemektir.