Büyüme hızının 2010’lardan itibaren yavaşladığı ve dış borçlanmaya dayalı büyüyen TC ekonomisinin 2013’lerden itibaren ise düşüşe geçtiğini biliyoruz. Şirketlerin büyüyen borçları emtia(malların) fiyatlarının düşmesi, bölgede ki savaş gerçekliği iç ve dış politikada yapılan yanlış hamleler, artan baskı, istikrarsızlık, 15 Temmuz sonrası yaşanan kaos ve belirsizlik… Tüm bunların da yansıması olarak TL’nin değer kaybedip, dövizin yükselmesi, piyasalardaki güvensizlikle birlikte sıcak para ve sermayenin ülkeden kaçması, yatırımların duraksaması vb. ile TC. egemenlerinin siyasi-ekonomik krizlerinin dinmek bir yana, yokuş aşağı hızla ilerlediğini söyleyebiliriz.
Krizin önüne geçebilmek için kaynak arayışına giren iktidar, 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan ettiği OHAL’İ fırsata çevirip KHK’larla onlarca baskı, sömürü, soygun yasası ve düzenlemelerini hayata geçirdi. Bireysel emeklilik soygunundan ,”varlık barışı” adı altında kara para aklanmasına, “FETÖ” bahanesiyle yüzlerce şirket, holding, vakıf vb.’ nin mal varlığına el konulmasına, ”varlık fonu” adı altında kamu kaynaklarının talanına kadar bir dizi düzenlemeyle ekonomiye kaynak, sermayeye rant alanları sunulmuş olunsa da krizden yine de düzlüğe çıkamadılar.
15 Temmuz sonrası ivmesi daha da yükseltilip, şiddetlendirilen tüm toplumun baskı ve terör aygıtlarıyla sindirilme çabasına rağmen kitlelerin büyüyen öfkesi, güçlü mücadele dinamikleri de kendini hala koruyor. Hem bu dinamikler hem de egemen sınıfların kendi aralarındaki parçalanmışlık ve çatışma haliyle de birleşince yönetememe krizleri her geçen gün daha da büyümektedir. Tam da bunun için faşist diktatörlüğün devamını sağlamak, iktidarlarını korumak için devletin yeni savaş konseptine göre örgütlendiği, yetki ve hareket gücünün tek merkez de toplandığı, yasal güvencenin de sağlandığı “yeni anayasa” ve “başkanlık” sistemi hayati bir önem taşıyordu iktidar kliği için.
“Demokrasicilik” oyunu ile 16 Nisan’da kitlelerin de oyuna dahil edildiği referandum sonuçlarını “Evet” çıkarmak için devletin tüm olanaklarını, ideolojik aygıtlarını, çeşitli baskı ve şiddet araçlarını kullanmaktan kaçınmayan iktidar kliği devletin ekonomik olanaklarını da kullanmaktan, kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekmekten de kaçınmadı. Böylece bir taraftan seçim yatırımı yapılıp, rüşvet dağıtılırken diğer taraftan da yavaşlayan ekonomiye can suyu taşınarak içi piyasayı canlandırmak için kamu kaynakları kullanıldı. Bu kapsam da sermayeye sunulan teşvikler, kredi faizlerinin %1’lere kadar çekilmesi, vadelerin uzatılması, vergi indirimleri, konut satışlarına KDV’siz satış teşviklerinin sunulması, damga vergilerinin sıfırlanması, KDV ve ÖTV indirimleri, tarım teşviki adı altında gübre indirimleri, “istihdam hamlesi” adıyla şirketlerin yeni istihdam edilecek işçilerinin prim ve vergi yükümlülüklerinin devlet tarafından üstlenilmesi, yine özel sektörün maliyet ve risklerinin kısmen üstlenilmesi…gibi bir çok kesime “teşvik”ler yapıldı. Elbette esas teşvik banka, finans sermayesine ve KOBİ’lere yapılırken, savaş içinde büyük ödenekler aktarıldı.
Rakamlara baktığımızda da : 2016 Mart ayında 46 milyar 838 milyon lira olan bütçe giderleri 2017 Mart ayında %25 artışla 58 milyar 571 milyona ulaştı. Örtülü ödenekten bir ayda (Mart) 236 milyon lira harcama yapılırken hane halkına yapılan transfer ödemeleri %400’lük artışla 5 milyar liraya ulaşmış durumdadır. Yine 399 milyon 790 bin lira da silah alımına ayrılmış olmaktadır.
Peki tüm bu “yatırımlar” egemenlerin derdine çare oldu mu? Elbetteki olmadı. Üretime dayalı değil de, kamu kaynakları peşkeş çekilerek tüketimin teşvikine dayalı büyüme, piyasalara sıcak para aktarma çabası gerileyen büyüme rakamlarını durduramadığı gibi işsizlik TÜİK’in verilerine göre %13’e çıkmış (DİSK-AR gerçek işsizliğin %21.4’le 7 milyon 100 bin’e ulaştığını açıklıyor), enflasyon %12’lere dayanmış, TC’nin dış borcu ise 412 milyar dolara ulaşmış durumdadır. TL’deki değer kaybı, 16 Nisan sonrası birkaç günlük rahatlama yaşasa da ülkedeki ve dünyadaki siyasi gelişmelerin, AB ile ilişkilerin vb. gerilimlerin etkisiyle yeniden yükselişe geçti. 33.16 milyar dolara ulaşan cari açık ise kapanmak bir yana her geçen gün daha da büyüyor.
Ekonomi uzmanları da, İMF-Dünya Bankası gibi emperyalist finans merkezleri de yine uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları da TC ekonomisindeki büyüme tahminlerini sürekli aşağıya çekerken krizden çıkış konusunda da pek umutlu konuşmuyorlar. Ülkedeki siyasi risk ve belirsizliklerin, güvenlik endişelerinin devam ettiği, TC’deki değer kaybının da etkisiyle sürekli büyüyen dış borca, artan işsizlik ve enflasyon rakamlarına dikkat çekmekteler. Türkiye ekonomisinde kalıcı bir toparlanmayı sağlayacak kurumsal ortamın kaybolduğunu belirtmekteler.
Tüm bu tablo gösteriyor ki yasal olarak “elini kolunu bağlayan” bir şeyin de kalmadığı egemen sınıflar, merkezileşmiş saldırı politikalarıyla başta işçiler, emekçiler ve ezilenler olmak üzere tüm halkın kazanılmış haklarına daha pervasızca saldıracaklar. İlk icraatları da işçi sınıfının elindeki “son kalesi” olan kıdem tazminatının fona devriyle gasp edilmesi olacak. Bunu varlık fonunun daha da genişletilerek özel sektöre, özellikle de islami finans kurumlarına peşkeş çekilmesi izleyecek. Yine işsizlik fonunun sermayeye sunulması, yakında başlayacak olan toplu sözleşme görüşmeleriyle işçi ve emekçilere sıfır zam dayatılması, 657 No’ lu kamu çalışanları yasasının değiştirilerek sözleşmeli ve performansa dayalı iş güvenliğinden ve iş güvencesinden yoksun çalışma sistemi yasalaştırılarak yaygınlaştırılması beklenirken; sadece işçi ve emekçilere değil tüm emek cephesini esnek, güvencesiz, taşeron çalışma sisteminin dayatılması ve yaşama geçirilmesi saldırıları beklemektedir.
Kuşkusuz bu saldırılar emek cephesiyle de sınırlı kalmayacak; başta kürt ulusu olmak üzere kadınlar, LGBTİ’ler, öğrenciler, çeşitli inanç grupları vb. egemenlerin hedef tahtasında olacaklardır. Bugün faşizmin “demokrasi” maskesini de yüzünden attığı, göstermelik de olsa var olan hukukun, insan haklarının yerlerde süründüğü, OHAL zırhıyla kanunsuzluğun, devlet terörünün hüküm sürdüğü, toplumun kutuplaştırılıp ırkçı faşist saldırıların körüklendiği bu koşullarda baskı ve şiddetin, devlet terörü ve saldırılarının ivmesinin yukarı doğru hızla çıkacağı önümüzde duran somut bir gerçekliktir.
Bir gerçek daha var ki: toplumsal devrimci dinamiklerinde hala güçlü olduğudur. Var olan saldırılarla birlikte halkın çelişkileri daha da şiddetlenecek, egemenlerin yönetememe krizi de büyüyecektir. Erdoğan “atı alan Üsküdar’ı geçti” dese de, ezilen halk kitleleri yolu tutmuş durumda. 1 Mayıs’ta meydanları dolduran yüzbinler bunun en büyük kanıtıdır. Kitlelerin susmayacağının, sinmeyeceğinin, hak ve özgürlükler mücadelesinden vazgeçmeyeceğinin de kanıtıdır.
Referandum sonrası kimi çevrelerce yürütülen, kitlelerin sokağa çıkması halinde kanla, katliamla bastırılacağı tartışmalarıyla kitleler üzerinde korku yaratılarak sokaklardan uzaklaştırılıp, yine sisteme hapsetmek isteyenler dün olduğu gibi bugün de eksilmeyecektir. Ancak şu bir gerçek ki faşizmin yoğunlaştığı “demokrasi” örtüsünün de kenara atıldığı süreçlerde en küçük haklar dahi, daha aktif, militan mücadeleleri zorunlu kılıyor. Kitlelerin kabaran öfkesini, yükselen devrimci durumu reformizmin ve tasfiyeciliğin batağına çekilerek sistem içine hapsedilmesine izin vermeyelim. Kurtuluşun yolunun sokaktan, her alanda; fabrikalarda, tarlalarda, faşizmin zorunu ancak devrimci zoru harekete geçirerek alt edilebileceğini göstermek, onlarla birlikte alanlarda, barikatlarda, dağların doruklarında, üretimin ve yaşamın olduğu her alanda olmak zorundayız.
Bu nokta da en büyük rolün, kitlelere önderlik edecek devrimci özneye, komünistlere düştüğünü unutmadan tarihi sorumluluğumuzu, misyonumuzu layıkıyla yerine getirmek zorundayız. Tam da böylesi bir süreçte gerçek misyonunu unutup yapay sorunlarla boğuşanlar, kriz ve kaosun, bölünme ve ayrılmanın parçası olanlar tarihin önünde hesap vermekten de kurtulamayacaklardır.
Bir Tutsak Partizan