Tarih sahnesine çıkışından bu yana, yıkım yok oluş acı ve trajedilerle özdeşleşmiş bir sistem olarak kapitalist-emperyalist sistemin yarattığı kaos her geçen gün daha da derinleşerek devam ediyor. Emperyalizm temas ettiği her yere tek armağanı olan ölümden 19. Yüzyıldan bu yana Ortadoğu’nun süreklileşen payına baktığımızda da gördüğümüz yalnızca bu gerçekliktir. Dünyanın yaşama en elverişli bölgelerinden biri olması onu uygarlığın beşiği yapsa da bütün birikimine, yüzyılların direniş geleneğine rağmen bugün emperyalizmin saldırılarından koruyacak örgütlü bir karşı koyuşa sahip olmaması onu yüzyıllardır “geri bırakılmışlığın” pençesinde acı çeken, birbirine boğazlatılan bir bölge gerçekliğinden kurtaramamaktadır. Oysa “özgün” yakın tarihi bile başlı başına bu olgudan onu kurtaracak ders ve deneyim hazinesidir.
2.Emperyalist Paylaşım Savaşı (EPS) sonrası İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin yerini ABD emperyalizmine bırakmaya başlaması ve nihayetinde ABD’nin bölgede egemenlik kurması bölgeyi emperyalist politikalar noktasında özü aynı olan ama içinde bulunulan tarihi ve toplumsal süreç olarak özgünlükleriyle yeni bir sürece sokmuştur.
Bu gün başta Rus ve ABD olmak üzere emperyalist blokların bölgede egemenlik kurma yarışının Ortadoğu halkına ödetilen bir bedeli olarak Suriye, çizilen bu kaderi yaşayarak ya da izleyerek gördüğümüz en yakın örnektir. Resmi verilere göre 400 bin ölüm, 6.3 milyon iç göç, 5 milyon insanın mülteci konumuna düşmesi. Ülke halkının genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek bir bütün olarak yaşadığı psikolojik, sosyolojik vb. travmalara, bir halk olarak yaşadıkları trajedilere değinmiyoruz bile.
Bütün bu bedeller emperyalistler arası dalaşın bir yansıması olarak 2011 Mart’ında iç savaşa sürüklenen demokratik eylemler, ABD ve müttefiklerinin bölge işbirlikçilerini de yanlarına alarak Esad iktidarını devirip yerine kendi işbirlikçilerinden oluşan bir yönetim kurma, nihayetinde Şii bloğun devrilen bir taşı olarak Suriye yönetimi ABD ve batılı emperyalistlerin bölgeyi istedikleri gibi dizayn etme projelerinde diğer taşları da devirmede bir başlangıç olması hedefinin bir sonucuydu. Suriye’den sonra sıra nihayet İran’a gelecek ardından Rusya ve Çin bölgede iyice zayıflatılıp ABD hegemonyası sağlamlaştırılacaktı. Ancak ifade ettiğimiz onca yıkıma rağmen ne Esad iktidardan düşürülebildi ne de Esad’ın yerine yeni bir alternatif üretilebildi. Gelinen noktada var olan durum ABD blok devletlerince belli boyutlarıyla kabullenilmek zorunda kalınsa da bölge hegemonya mücadelesinin kolay kolay soğumayacağı üstelik emperyalist bloklar arası gerilimi yükseltecek yeni hamlelerle devam edeceği yönlü hazırlıklar yapıldığı görülüyor.
ABD başkanı Trump’ın başkanlık seçimleri sürecinde de nükleer anlaşma üzerinden eleştirdiği Obama döneminin İran politikasına dönük söylemleri, sıcak bir gündem olarak tutulması ve Trump’ın Ortadoğu’yu da içine alan hatta “geleneğin” dışına çıkarak bu geziye ilk olarak Ortadoğudan başlaması ve gezisi sırasında ele aldığı konular Trump yönetiminin bölgeye düşünüldüğünden daha fazla ağırlık vereceğinin ve Suriye üzerinden yürütülen emperyalistler arası bölgesel rekabetin İran’a sıçrayacağı yorumlarına neden oluyor. ABD’nin Suudi Arabistan ve Türkiye ile dengelemeye çalıştığı İran’a karşı izleyeceği politikanın boyutları henüz tam bir görünürlük kazanmış değil. Ancak İran’la yapılan nükleer anlaşma üzerinden hareket edip İran’ı uluslararası emperyalist sisteme uyumlu hale getirme taraftarı olan Avrupa ülkeleri ABD’nin gerilim stratejisine sıcak bakmamaktadır. Rusya ve Çin’i de karşısına almak anlamına gelecek olan İran’a direk askeri müdahaleyi tercih etmesi oldukça zayıf olan ABD’nin her şeye karşın bu seçeneği kullanmayacağı anlamına gelmiyor. Bu seçeneğin hayata geçmesinde bölgedeki dengelerin gidişatı, kar zarar hesabında kantarın hangi yönünün ağır basacağı önemlidir. Var olan dengelerde ABD’nin İran’a dönük herhangi bir askeri müdahalede kendisinden ziyade bölgedeki işbirlikçi uşak devletleri öne sürmesi çok daha mantıklıdır. Nihayetinde TC gibi ülkeyi varlık yokluk edebiyatıyla milliyetçilik, ırkçılık gibi gerici faşist dalgayı yükselterek iktidarını korumaya çalışan ve benden sonrası tufan diyen faşist bir iktidar ve devlet gerçekliğine sahip olan ABD’nin hizmetine koşacak olan birçok işbirlikçi-uşak devletin varlık bulduğu bir bölge gerçekliğine sahip olduğumuzu düşünürsek. Bu ülkelerin başını da İran ile bölgesel rekabet üzerinden ciddi çelişkileri olan ve daha birkaç hafta önce 110 milyar dolarını silah satışı olmak üzere 350 milyar doların üzerinde enerji ve yatırım anlaşması yaptığı S. Arabistan ve TC gibi devletlerin çekmesi de muhtemeldir.
Türk egemen sınıflarının ülkeyi suni düşmanlar yaratarak savaş bataklığına sürüklemeleri hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Bu tehlikeyi görerek “kimsenin adına savaşmayacağız, emperyalizmin askeri olmayacağız” sloganlarını yükseltmek zorundayız. Başta gençlik olmak üzere halk kitlelerine emperyalizm, faşizm ve her türden gericiliğin karşısında olmanın aktifleşmekten, örgütlenmekten; bir bütün insanlık olarak bekamızın özgün, eşit ve barış içinde yaşayan bir dünya için mücadele edip etmemekten, bunun savaşını verip vermemekten geçtiğini kavrayıp/kavratmak zorundayız. ÇÜNKÜ; cennetimiz ve cehennemimiz nefes aldığımız yerin ötesi değil tam ortasıdır!