Çin’in küresel kapitalist sisteme kendisine özgü entegrasyonu, Batı sistemi için kurtarıcı olan birçok avantaj sağladı. Öncelikle Batı sermayesi, kapitalizme içkin azalan kar oranları, aşırı birikim gibi sorunları öteleme imkanı buldu… Çin’in Rusya ile yakınlaşması dünya sisteminde yeni bir denge oluşturacağı beklentisini yaratırken, ekonomik ilişkilerin bütün çabalara rağmen çok yetersiz kaldığı görülüyor.
ABD hegemonyasının çöküşü tartışması ne kadar ilgi çekiyorsa, onun vazgeçilmez öbür yüzü de Asya’nın yükselişi söylemidir. Özellikle ABD merkezli Batı’nın ekonomik ve siyasal ağırlığından bunalan kesimler için Çin merkezli Asya’nın yükselişi yeni bir umut, en azından Batı üstünlüğünü dengeleyecek alternatif yeni bir güç merkezi olarak görüldü. Ama bu bakış açısı kendi içinde ciddi sorun ve çelişkiler taşıyor.
COĞRAFYALAR YÜKSELİR Mİ?
Coğrafyalar kendi içinde ekonomik ya da politik özneler değildir. Kendiliğinden yükselip düşmezler. Bu anlamda Batı bir coğrafya olmaktan çok bir ekonomik/siyasal özne olarak, kapitalist ilişkilerin gelişmesinin sonucunda yükselişe geçmiştir. Örneğin, benzeri bir süreç coğrafi olarak batıda olmayan Japonya’da da biraz geç de olsa gerçekleşebilmiştir. Kapitalist gelişmenin Avrupa’dan Atlantik’e doğru kaymasının nedeni coğrafya değil, sermaye birikiminin yeni alanlara duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanması, daha büyük ölçeğe ihtiyaç duymasıdır. Asya’nın yükselişi ya da dünya ekonomisinin Atlantik’ten Pasifik’e kaymasından söz edildiğinde, bunun üretim ilişkilerinden, sermayenin birikim süreçlerinden bağımsız, kültürel, coğrafi kavramlarla açıklanması yetersizdir. Kısacası, günümüzde Asya ya da Avrasya yükselmemekte, kapitalizm genişlemektedir. Burada Çin, Asya’da bulunduğu için değil, kapitalizme kontrollü bir şekilde açıldığı için ekonomik bir büyüme yakalayabilmiştir.
ÇİN’İN YÜKSELİŞ DİNAMİKLERİ
Çin her ne kadar ABD’nin rakibi, yeni hegemon adayı olarak görülse de, aslında ekonomik açıdan yükselişi Batı tarafından dikkatlice koordine edilmiş, geniş bir strateji içinde gerçekleşmiştir. 1971’de Nixon-Kissinger stratejisi, Çin’i öncelikle Sovyetler’den ayrıştırmaya dayanıyordu ve BM Güvenlik Konseyinde üyelik karşılığında bu gerçekleşti. 1975’ten itibarense Çin, Deng Siopeng’in öncülük ettiği reform programını uygulamaya koydu. 1980’lerde artık dışa açılmaya, sınırlı da olsa yabancı sermayenin girişine izin vermeye başladı.
Çin’in yükselişi dünya tarihinde rastlamayan bir özelliğe sahip oldu. Ülkeyi yöneten Çin Komünist Partisi bir yandan içte yerel parti üyeleri, öte yandan ülke dışındaki sermayedar Çinliler ve tabii Batılı şirketlerin yatırım yapmasına izin vererek ekonomik gelişmeyi hızlandırdı. Ama bu gelişme 1980’ler ve 90’lardan itibaren, İngiltere’nin 19. Yüzyıl başında yaşadığına benzer korkunç bir işçi sömürüsüyle mümkün oldu. Kırsal kesimden şehirlere, iç bölgelerden kıyılara yoğun bir göç yaşandı ve bu insanlar, özellikle Batı sermayesi için ucuz işgücüne dönüşerek maliyetleri düşürdüler. Komünist yönetim de ülkede siyasi istikrarı sağlayarak, geçmişte Batı’da Keynezyen model altında işçi sınıfına sağlanan imkanlardan kaçan sermayeye büyük karlar elde etme imkanı tanıdı. Çin’in ekonomik büyümesi komünist bir yönetim altında, bu partiye bağlı tek bir sendikanın olduğu, toplu sözleşme hakkının bulunmadığı, grevin yasak olmadığı ama fiilen başvurmanın zor olduğu, yani işçi sınıfının korkunç sömürü koşullarında gerçekleşti. Bu arada girişimci olmak için Çin Komünist Partisi üyesi olmak ya da parti ileri gelenleriyle yakın ilişki içinde olmak hep büyük bir avantaj sağladı. Öyle ki, ülkenin dolar milyarderleri Komünist Parti Kongrelerine katılmakta bir sakınca görmediler. Bu tuhaf modeli Çinli yetkililer “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak sundular.
ÇİN’İN DÜNYA EKONOMİSİNE AÇILMASININ ETKİLERİ
Çin’in küresel kapitalist sisteme bu kendisine özgü entegrasyonu, Batı sistemi için kurtarıcı olan birçok avantaj sağladı. Öncelikle Batı sermayesi, kapitalizme içkin azalan kar oranları, aşırı birikim gibi sorunları öteleme imkanı buldu. Sermaye 1990’larda eski Doğu Avrupa ve Sovyet coğrafyasına, 2000’lerde ise (özellikle Çin 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olduktan sonra) daha çok Çin’e akarak yeni sömürü alanları buldu, kar oranlarını artırabildi. Bir yandan da sermaye, merkezi kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfını baskı altına alabildi, şirket karları çok yükseldi, Çin’deki ucuz mamüller bütün dünya pazarlarına girdiği için küresel olarak enflasyon oranları düşmeye başladı.
Çin’de ekonomik büyümeyle paralel olarak yeni orta sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte Çin yalnızca üretim değil, pazar olarak da önem taşımaya başladı. Çin Volkswagen ve Mercedes’in dünyadaki en büyük pazarı haline geldi. Citibank, en büyük karını Çin ve onunla bağlantılı Asya ülkelerinde elde etmeye başladı, Walmart Çin’de 400’den fazla dev market açtı, Boeing ürettiği her beş uçaktan birini Çin’e satabildi.
Çin yalnızca yabancı sermaye çeken değil artık sermaye ihraç eden bir ekonomi haline geldi. Başta ABD olmak üzere çok sayıda ülkede Volvo, AMC sinemaları gibi şirket satın almalarla, ya da Deutsche Bank ve Hilton’da olduğu gibi şirket hisseleri satın alarak dünya ekonomisine daha derinden entegre oldu.
Ayrıca, Batı, yatırımlarını Çin’e kaydırırak çevreyi kirleten sanayilerin yarattığı maliyetten de kurtuldu ve bunun hem çevresel hem insani, hem de ekonomik maliyetini bu ülkeye yükledi.
BATI SERMAYESİ OLMADAN ÇİN?
Çin 2010’da Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Fakat bu yükseliş kapitalizmin küresel ölçekteki ihtiyaç, işleyiş ve zorunluluklarının bir sonucu olarak gerçekleşti ve halen bu koşullar altında devam ediyor. Çin’in çok büyük ekonomik başarılarının altında Batı sermayesinin olduğunu bilmek gerekiyor. Batılı şirketlerin Çin’de yatırımları ülkedeki sanayi üretiminin dörtte birini gerçekleştirirken, bu şirketlerde 55 milyon işçi çalışıyor. 2006’da Çin’in ihracatının yüzde 58’ini bu şirketler sağlıyordu. Bu oran 2014’te yüzde 46’a düşmüş olsa da bu şirketler Çin’in yüksek teknoloji ürünleri ihracatının yüzde 82’ini gerçekleştiriyorlar.
Bu dış ticaretin yönü de önem taşıyor. Çin’in Rusya ile yakınlaşması dünya sisteminde yeni bir denge oluşturacağı beklentisini yaratırken, ekonomik ilişkilerin bütün çabalara rağmen çok yetersiz kaldığı görülüyor. Çin, Rusya’ya yalnızca 37 milyar dolarlık ihracat yapabilirken, ABD’ye yaptığı ihracat 478 milyar dolar. Toplam dış ticaret rakamları ise sırasıyla 70 milyar ve 657 milyar dolar. Yine Batı sistemi içinde yer alan Japonya’ya 181, G. Kore’ye 90 milyar dolar ihracat yapıyor. Çin’in bir tek Avustralya’ya yaptığı ihracat bile, 46 milyar dolarla Rusya’ya yaptığından daha fazla. Dolayısıyla, Çin Batı sermayesine yatırım, pazar, finans gibi alanlarda 2000’lerden itibaren nefes aldırırken, kendisi de bu ekonomik ilişkiden yararlanarak ekonomik büyümesini gerçekleştirdi.
KÜRESELLEŞMENİN YENİ SAVUNUCUSU ÇİN
Çin’in ekonomik büyümesindeki kendisine özgü bir başka yön neoliberalizme seçici yaklaşması ama küreselleşme konusunda daha istekli olması. Çin özelleştirme, kamu harcamaları, kamu girişimciliği, devletin ekonomide ağırlığının bulunması, finansal serbestleşme gibi alanlarda Washington Konsensusu da denen neoliberal ilkelere uymadı ama yatırım kolaylıkları ve özellikle dış ticaret konularında küreselleşmenin yeni ve aktif koruyucusu olmaya başladı. Bu yüzden Çin 2000’lerden itibaren artık Hindistan ile birlikte, Rockefeller grubunun girişimi olan Üçlü Komisyonun bir parçası olurken, Çin Devlet Başkanı Şi, küresel kapitalist elitin geleneksel buluşma mekanı Davos’ta yapılan Dünya Ekonomi Forumunun katılımcılarından biri olmaya başladı. Dahası son toplantıda yanına Çin’in en zengin işadamlarını alarak boy gösterdi ve Trump’ın içe kapanma işaretleri veren politikasını eleştirerek, küreselleşmeden vazgeçilmemesini savundu. Yani Çin, siyasal olarak Avrasyacılık yapsa bile, ekonomik olarak küreselleşmeci.
Sonuçta Çin, kendisine özgü bir yol izlese de, ekonomik büyümesinin altında bildiğimiz, sömürüye dayalı yüksek artı değer yaratan kapitalist bir mantık yatıyor. Bu da Çin’i ekonomik büyümesi olgunlaşmaya başladıkça, kapitalizmin içinde barındırdığı çelişkilerle karşı karşıya bırakacak. Artık iki haneli olmayan büyüme oranları, işçilerin sık sık başvurduğu grevler, çevrenin yıkıma uğratılması, ekonomik düşüşe önlem olarak inşaat ve altyapı yatırımlarına yönelinmesi, ulusal geliri aşan bir borç yükü gibi sorunlar şimdiden kendisini göstermeye başladı. Çin’in devlet kapitalizmi daha iyi daha insancıl bir alternatif model olmak yerine, Batıyla üstü örtülü bir uzlaşı içinde, ondan farklı görünmeye çalışan ama ona benzer biçimde hırslı bir büyümeye odaklanmış durumda. O da yakında diğer kapitalist ülkelerin yaşadığı içsel çelişkilerle karşılaşmaya başlayacak.
* Bu yazı 14 Ağustos 2017 tarihinde İlhan Uzger imzası ile http://www.gazeteduvar.com.tr sitesinde yayınlanmış ve oradan alınmıştır.