Eskiden doğası ile meşhur, sarp dağlar ve uçurumlarla çevrili bir yerdi Dersim. İçinde derin vadiler, balta girmemiş ormanlar ve çoşkun dereler, ırmakların aktığı bilimum canlının özgürce yaşadığı yerdi, Dersim Dağları. İnsanlar doğayla doğal bir uyum içerisindeydi. Ve buranın insanları evlatları gibi bu doğaya saygı duyuyordu.
Toprak kutsaldı. Bitki örtüsü o kadar zengindi ki; kendisine has çiçeklerin, güllerin ve çeşitli türleri kimseden habersiz serpilip gelişirdi. Toprak, her bahar bütün renklerini sunardı. Tüm börtü böceğini kaygısızca doyururdu. Yaşlı ağaçlara ve kayalıklara, arılar kovanlarını örer, bal ağır ağır taşardı. Toprak verimli ve güçlüydü, o zamanlar. Topraktan akan su, soğuk ve temizdi. Her dağda bir göze, her derede bir su yatağı ve her ırmakta kımıl kımıl balıklar kızıl pullarıyla suya renk ve canlılık katardı.
Su her daim akardı. Kuşlar sesleriyle cıvıldaşır, suyun sesi coşkulu bir türkü olurdu. Bu sesler, kimseden habersiz yankılanırdı ormanlardan vadilere kadar. Yamaçlardan zirvelere kadar ulaşır, ince bir mırıltıya dönüşürdü. Bir tek Dersim insanı bu seslerle uyur, bu seslerle uyanırdı. Bu ses, huzurun ve rahatlığın ifadesiydi. Kimse akan bu suları kurutamaz, durduramazdı. Dağlardan beslenirdi, bu sular. Ve her kış, kar taneleri düşerken zirvelere, öfkeli bir tipi savrulup savrulup kayalıklarda uğuldarken; sular yine de durmaz, akardı.
Dersim’in kışı sert geçerdi. Kar kaplardı, her bir yanı. Ne yol ne dam ne de bir ağaç görünürdü geriye. Yalnızca toprak damların bacaları ve bacalardan inceden inceye süzülen kara bir duman titreşirdi. Hayat sanki dururdu. Sonra kar fırtınaları savrulup dağ, dağla konuşurdu. İnsan, bu doğaya karşı güçsüz ve korumasızdı. Sanki gelip de bu dağların merhametine sığınmıştı.
İşte insan Dersim’in dağlarında çaresiz, zavallı bir mahluktu o zamanlar. Ve bundandır ki; doğaya karşı gelinemez, O’na zarar verilmez, karşı konulmazdı. Ondan merhamet dilenip, saygı gösterilirdi. Doğa, herşeyde belirleyiciydi. Şartları ve koşulları O yaratırdı. Ve yine O yıkardı. Kışın cefası, baharın sefasıydı. Doğanın kuralı buydu ve buna uyulurdu. Bütün canlılar kışa hazırlanırdı. Arılar peteklerini örer, karıncalar yuvalarını doldurur, dağ keçileri yağ bağlar, ayılar homurdanıp dururdu. Bilimum börtü böcek, doğaya ayak uydururdu. Ve bu böyle sürüp giderdi eskiden.
Eskiden Dersim’de tija sodır doğduğunda zirveler kızıla, etekleri sarıya çalardı dağların. Bulutlar pembeleşir, su akan bir lava dönüşürdü. Tija sodır, renklerin ve suretlerin aynasıydı. Tija sodır, tanrının merhameti, hürmetiydi. Isıtan, aydınlatan ve doğurandı. Onsuz kar damla olup süzülmez, yağmur olup toprağa düşmezdi. Onsuz, tohum çatlayıp filizlenmez, burçlar yaprağa dönüşmezdi. Yaratan her daim güneşti. Dersim insanı eskiden güneşe tapardı. Evlerin kapıları güneşin doğduğu yere bakardı. İnsanlar güneş doğmadan kalkar, ilk ışıkları eşikte karşılardı. Çünkü güneş, doğanın tek hakimi ve yargıcıydı.
Eskiden doğa, yani doğal yapısı ile doğa, insanlar için harikalar ve korkularla doluydu. Doğadaki her keşif bir mucize sayılırdı. Doğa, derin bir gizemliliğe sahipti. Ama ne yazık ki doğanın bu gücü ve bilinmezliği, kendini başka bir şeyden koruyacak kadar güçlü değildir.
Eskiden ufacık böcekler dahi tonlarca karın altında ezilmez, yılanlar mışıl mışıl uyur, eninde sonunda bahar gelirdi. Dereler şırıl şırıl akar, suyun altı inci gibi parlardı. Ama bu böyle kalmadı. Nihayet buraya da uzandı, zulmün kolları. Bu doğanın, bu yaşamın neyi var neyi yok talan edildi. İlk önce buranın en masum insanlarını katlettiler. Çocukları dahi büyümekle suçlayıp süngülediler. Kiliselerini yakıp, mezarlarını dahi talan ettiler. Bütün dikili ağaçlarını kökünden söküp, taşı taş üstünde bırakmadılar. Yaşamayı çok gördüler ve birçok kez gelip; her geldiklerinde de aynı sahneyi tekrarladılar. Çocukları yine aynı süngülerle öldürüp, aynı ateşlere attılar. Her geldiklerinde aynısını tekrarlayıp dünyayı dar ettiler. Ve artık burası bir karanlıklar ülkesi oldu. Zulmün cenderesi altında korkunç bir cehenneme dönüştü.
Köy meydanları cesetlerle doldu. Akan dereler kanlı aktı. Temiz hava, ölü kokusuna yenik düştü. Kimse kalmadı, yıllarca Dersim topraklarında. Çocuk gülüşü duyulmadı. Tarlalar ekilip biçilmedi. Taş taş üstüne konup bir dam bile yapılmadı. Analar çocuk doğurup büyütmedi. O yıllarda çocuklar hiç büyümedi. Dersim, karanlıklar ülkesine dönüştü. Güneş dahi kar etmedi. İnsanlar sürekli karanlık köşelere saklandı, gölgelere sığındı. Güneş dahi Onlar’ı koruyamadı. Tija sodır, elleri kolları bağlı, çaresiz her gün aynı manzarayla karşılaştı. Üst üste yığılmış, yakılmış cesetler çürürken güneş utandı. “Nerde o güzelim insanlar? Her sabah beni eşikte karşılayıp; yüzünü yüzüme sürenler… Gözlerinde sıcaklığımı, yüreğinde ateşimi yakanlar nerde? Nerde kanatlarında alevlerimi taşıyan leyleklerim… Yüksek zirvelerde beni bekleyen karacalarım nerede?” diyemedi. Öylece bakakaldı güneş.
Sonra sular akmasın, değirmenler dönmesin diye barajlar kurdular. Bir yandan sular altında bırakırken diğer yandan susuz bıraktılar yaşamı. Toprağın bağrını deştiler. Cevherini karatıp zehirlediler. Toprağı, ormanları yakıp, cehenneme çevirdiler. Mevsimleri bozdular. Artık kar eskisi gibi yağmaz, dereler coşup taşmaz oldu. Susadı toprak. Kurudu daldaki yaprak. Bilimum börtü böcek yaşamaz oldu.
Sonra yollar yapıp; zulüm taşıdılar. Okullar yapıp; dilsiz bıraktılar. Bayraklar asıp; kültürsüz saydılar. Karakollar kurup; karanlık taşıdılar. Ve şimdi nerde akan bir su varsa, orada bir ağıt yakılmakta. Suyun sesi sanki zulümden kaçan kadınlı çocuklu bir kalabalığın gürültüsünü peşinden sürüklemektedir. Nerde bir rüzgar esse, orada yuvasız kuşların feryadı, yanan ormanların çıtırtısı duyulmakta. Zulmün izini taşıyan herşey, mahşer gününe kadar da olsa hatırlatacaktır. Çünkü tija sodır, bütün görkemini taşıyarak dağların doruklarından ağır ağır ve kendinden emin yükselerek yeryüzünün bu utancı ve lanetini gözler önüne sermektedir. Ve cümlemiz, kör sağır ve dilsiz değildir. Dövüşenler de olacaktır.