Açıklama: Partizan Dergisi’nin Eylül / 2019 tarihli 92. sayısında yayınlanan “Güncel Faşizm Tartışmaları Üzerine” adlı yazıyı paylaşıyoruz.
GÜNCEL FAŞİZM TARTIŞMALARI ÜZERİNE
Giriş:
Devlet, proletarya diktatörlüğü ve faşizm konularının tanımlanması Marksist-Leninist-Maoist’lerle her türden burjuva ideolojisi arasında temel ayrım noktalarından birini oluşturur. Bu konular MLM ile revizyonizm, reformizm ve oportünizm arasındaki ideolojik ve teorik mücadelenin gerçekleştiği başat alanlardır. Her sınıf ve onun temsilcisi ideoloji, kendi bakış açısına göre faşizmi değerlendirir. Bu bakış açısı doğal olarak faşizme ve faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin nasıl olacağını da belirler.
TC’nin kurulduğu günden bu yana onun niteliğinin ne olduğu; hangi sınıfların iktidarı olduğu ve devlet biçimi üzerine tartışmalar hep süregelmiştir. Bu tartışmaların özü komünist ve devrimcilerle ile reformist ve revizyonistleri ayrıştırır. Diğer taraftan devrimciler içinde de söz konusu konu ve kavramlara yüklenen içerik, komünistler ile oportünistleri ayrıştıran önemli noktalardır.
Faşizm tartışması ne Türkiye’de ne de dünyada yenidir. Tabii ki her gündeme gelişinin farklı konjonktür ve özgünlüklere hitap eden bir yanı vardır. TC faşizminin azgınlaştığı her dönemde “geldi, geliyor, gidiyor, tırmanıyor, yükseliyor” gibi tartışmalar yürütülür. 1970’erin Milli Cephe (MC) hükümetleri dönemine, 1980 Askeri Faşist Cunta (AFC) dönemine ve sonra 1990’larda MHP’nin hükümette olduğu dönemlere baktığımızda solcular, reformistler, devrimciler arasında faşizm tartışmalarının yürütüldüğünü görürüz. Reformistler ideolojik karakterleri gereği devleti hatta hükümetleri bile faşist değerlendirmekten özellikle kaçınırlar. TKP buna iyi bir örnektir. TC’nin hiçbir sürecini, AFC dönemleri dâhil faşizm olarak değerlendirmez. Külliyatları neden faşizm olmadığını anlatma gevezelikleri ile doludur. Troçkistler ise onları takip eder; “işçi sınıfının örgütlenmesi yasaklanıp dağıtılmadığı için” onlar için de TC’nin faşizmle yönetildiği hiçbir dönem yoktur. İşçi sınıfı ve emekçilere azgınca baskı uygulanmış, hakları gasbedilmiş, başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve azınlıklar katledilmiş, binlerce, on binlerce gözaltı, tutuklama, işkence gerçekleştirilmiş vs. belirleyici değildir; onlara göre bu gibi gerçekler faşizme delil olamaz.
****
Türkiye’de yine önemli bir kriz süreci yaşanıyor. Bu kriz hem ekonomik hem de politik alandadır; hâkim sınıfların kendi aralarında ve aynı zamanda hâkim sınıflarla halk kitleleri arasındadır. Bu konjonktürde baskı fazlasıyla artmakta başka bir deyişle faşizm gemi azıya almaktadır. Tüm toplumsal muhalefet büyük oranda susturulmuş, bastırılmış durumdadır. Halkın direnmekten ve isyan etmekten başka çaresinin kalmadığı, çok derin analizlere gerek kalmadan da anlaşılır durumdadır. Böylesi ortamda faşizm tartışmasının açılmasının revizyonist ve reformistler nezdinde halkı faşizme karşı devrimci mücadeleden uzak tutma ve bunun için gerekçeler yaratma çabasından başka bir anlamı yoktur. Tartışmalarda görünürde farklı noktalardan faşizm tartışılıyormuş gibi olsa da bunların hepsi -son kertede- faşizm karşısında halkın silahsızlandırılmasını, isyan potansiyelinin sistem içine çekilerek eritilmesini içermektedir. Bona- partizm, Sezarizm, otoriterizm, Îslamî faşizm gibi tanımlamalar; “işçi sınıfının mücadelesi gelişkin olmadığı için egemen sınıfların faşizme ihtiyaç duymadığı” gibi görüşler ve faşizmi popülizmin yükselişi olarak ele alan tartışmaların hemen hepsinin ortak noktası bugün devrimci mücadeleyi gerekli görmemeleri ya da devrimci mücadele ve devrimci örgüt kaygısı taşımamalarıdır.
Bugün burjuva liberal ve reformist ideolojilerin hâkim olduğu koşullarda devrimci yapıların da bu ideolojilerden etkilenmesi meselenin başka bir yönünü oluşturuyor. Faşizmin yalnızca AKP-MHP’yle ve ‘Saray faşizmi ’ adı altında yalnızca Erdoğan’la sınırlanması, faşizme bütünsel bakıştan uzaklaşıldığım göstermektedir. Bunun politik alandaki yansıması AKP karşıtlığı temelinde faşizmin diğer kliğinin politikalarına zımnen destek olmaktır. Bizim için bir anlamıyla daha tehlikeli olan liberal ortamdan etkilenen devrimcilerin politik alana yansıyan söylem ve pratikleridir. Söylemde faşizm dense bile reformist, liberal argümanlarla mücadele örülmeye çalışılıyor. Marksist devlet teorisinden her uzaklaşma burjuva liberal teorilere yaklaşma anlamına geliyor.
Reformizmin geliştiği ya da devrimci mücadelenin zayıf olduğu süreçlerde reformistler devlet teorisindeki anti-MLM duruşlarının bir uzantısı olarak faşizm konusunu tartışmaya açarlar. Faşizm karşısındaki duruşları ise açıktan reformizmi gösterir. Devrimcilerin bir kısmının bu konudaki teorilerinde ise gizli bir reformizm vardır. Dolayısıyla MLM’lerin bu konudaki ideolojik mücadelesi hem revizyonistlere, reformistlere karşı hem de oportünist devrimcilere karşıdır. Geçmişten bu yana değişik uğraklarda yürütülen bu ideolojik mücadelenin günümüz özgülünde bir kez daha yürütülmesi zorunlu olmuştur. Çünkü söz konusu mücadele salt teorik alanla sınırlı bir konu olmanın ötesinde politik sonuçları da olan bir tartışmanın parçasıdır. Var olan devletin niteliğinin ve biçiminin tanımlanması, buna karşı oluşturulacak siyasi çizgiyi, mücadele biçimlerini, örgütlenme ve çalışma tarzını da belirlemektedir.
Son süreçte, 2013 yılı sonrasında, AKP’nin baskı ve şiddet politikalarının artması ile birlikte faşizme dair tespitler yeniden gündeme gelmeye başladı. “Faşizm yükseliyor”, “faşizme çeyrek kaldı”, “kara faşizm”, “dinci faşizm” türü söylemler her alanda duyulur oldu. Tüm gelişmeler bu konudaki tartışmaları daha da artırdı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL süreci bir bütün baskı ve şiddetin arttığı bir süreç olduğu için de bu tartışmaya zirve yaptırdı. Fakat o süreçte bile reformist ve revizyonistler faşizm diyemedi. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne geçmekle birlikte faşizm burjuva politikacılar tarafından günlük tartışmalarda “küfür” olarak kullanılmaya başlandı ve içi boşaltılarak sıradanlaştırıldı. Tabii bu hükümet sistemi değişikliğini rejim değişikliği olarak okuyan devrimci yapılar da oldu. Rejimin neyden neye değiştiği konusu muğlaktı. Hâkim sınıfların iki kliğinden birinin temsilcisi olan CHP, halkta sisteme karşı oluşan tepkiyi sistem içine çekmek için AKP karşıtlığı üzerinden faşizm söylemine hız verdi. Reformistler ise CHP bayrağı altında toplandı. Bazı devrimci yapılar, faşizm tahlillerindeki anti-MLM anlayışlar nedeniyle nesnel olarak CHP ile aynı safa düştüler ki bundan CHP oldukça memnun oldu. Ve geniş bir kesim CHP etrafından “faşizme kaşı demokrasi mücadelesi” (!) vermeye başladı.
Faşizm kavramı burjuva politikacılar tarafından içi boşaltılarak halkın günlük konuşmalarına öyle bir dâhil edildi ki faşizm kelimesi çok da önemli olmayan bir atışma ya da küfür olarak algılanmaya başlandı. Kimse CHP ve bayrağı altına topladığı cenaha sormuyordu; faşizm geldiyse faşizmle mücadele nasıl olmalı? CHP faşizme karşı mücadelede değil ayaklanmayı, en basit haliyle sokağa çıkmayı bile tehlikeli bulurken sandığın faşizme karşı mücadelede temel silah olduğunu söylemekten geri kalmıyordu. CHP her zamanki gibi halkı liberalizmin teorik retoriği çerçevesinde sisteme bağlıyordu. CHP temsil ettiği hâkim sınıflara uygun politika oluşturuyordu; tabii ki faşist CHP ne yaptığını biliyordu. Ama onun öncülüğünde faşizme karşı mücadeleye soyunan revizyonistler, reformistler ve zımnen destekleyen devrimciler ne yaptıklarını biliyor muydu? Onların yaptıklarının bilincinde olup olmamaları yaptıklarının niteliğini değiştirmiyor ancak yapılanın bilinçten öte sınıfsal pozisyonu yansıttığını vurgulamak gerekir.
AKP’nin pratik her uygulamasında söz konusu reformist, revizyonist tahliller de farklılaşmaktadır. Önce parlamentonun varlığında faşizmin hâkim olamayacağı söyleniyordu. Sonra AKP “Yasama, Yürütme, Yargı”yı ele geçirip tek elde topladığında iktidarın otoriterleştiğini ve “sivil faşist”leştiğini söylemeye başladılar. Genellikle liberal solcular otoriterizm demeyi, Aydmlanmacılar ise “İslâmî faşizm” demeyi tercih ediyordu. Politik olarak birbirine aykırı gibi olsa da ikisinin de ideolojik ve teorik olarak hareket noktaları liberalizmin değerleriydi. Devrimci çevrelerde veya reformistlerin bir kesiminde ise Bonapartizm, Sezarizm tartışmalarıyla “devletin özerkliği” revizyonist teorisi tekrar güncellenmeye çalışılıyordu.
Faşizm tartışmalarını temel başlıkları içerisinde ele alacağız. Fakat ona geçmeden önce Proletarya Partisi’nin, TC devletinin niteliğine ve biçimine ilişkin değerlendirmelerini ortaya koymalıyız ki daha sonraki değerlendirmelerimiz anlaşılabilsin.
Faşizm Burjuva Devlet Biçimidir
Proletarya Partisi, MLM devlet teorisi doğrultusunda TC devletinin kuruluşundan günümüze niteliği ve biçimiyle ilgili analizi dolayısıyla Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde özgün bir yerde durmaktadır. Kemalizm tahlili her süreç ve pratikte bir kez daha doğrulanmaktadır. Bu, bugün de geçerlidir.
“Faşizm herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür.”[1]
Türkiye’de faşizm bir devlet biçimidir. “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi, sadece bir burjuva hükümetin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin, burjuva demokrasisinin belli bir sınıfsal egemenliği içeren devlet biçiminin, bir diğeri ile açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.”[2] Parlamentonun olması vs. bunu değiştirmez, burjuva yargı, yürütme ve yasamanın tek elde toplanması ya da güçler ayrılığının olması da bir şey değiştirmez. Kemalizmin ilk dönemlerinde de parlamento ve burjuva güçler birliği ilkesi vardır. Yani yargı, yürütme ve yasama tek elde toplanmıştır. Daha sonra koşulların dayatmasıyla göstermelik olarak bu değiştirilmiş, tek parti yönetiminden hâkim sınıfların diğer kliğine de parti kurma hakkının verilmesi anlamına gelen çok partili yaşama geçilmiştir. Fakat bu devletin niteliğini değiştirmemiştir. Faşist diktatörlük halka karşı zaten her zaman “güçler birliği ilkesi” ile hareket etmiş, parlamento da onun niteliğini gizlemeye yarayan bir peçe işlevi görmüştür. Burjuva cumhuriyet idaresinin olması, faşizme aykırı bir durum değildir. Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
“Faşizm şartlara göre parlamentoyu muhafaza ederek veya tasfiye ederek, çok daha koyulaşabilir, çok daha barbarlaşabilir Bunu önlemenin yolu, faşist diktatörlüğün, daha koyu biçimlerine karşı, daha ehven biçimlerinin muhafazasını savunmak değildir Şartları müsait görür görmez, gericilikle iş birliği aracı olan bir reformcu burjuva iktidarını savunmak da değildir Faşizmin bütün biçim ve derecelerine karşı, anti-faşist halk cephesi iktidarını savunmak, bunun için mücadele etmek ve bu iktidarı gerçekleştirmektir Bu hedef aynı zamanda anti-feodal ve anti-emperyalist mücadelenin yani Demokratik Halk Devrimi’nin de hedefidir ”[3]
Faşizm tartışmalarında değişik kişi ve gruplarca savunulan “bizzat parlamentonun varlığı faşizmin olmadığına kanıttır” değerlendirmelerine en güzel yanıt budur. Bununla birlikte devletin faşist karakteri dolayısıyla bazen baskının artması bazen gevşemesi durumları da yaşanır. Bu gelişmeler burjuva demokrasisinden faşizme geçiş ya da faşizmden burjuva demokrasisine geçiş değildir. Faşizmin daha ‘ehven’ biçiminden daha ‘şer’ biçimine ya da daha ‘şer’ biçiminden daha ‘ehven’ biçimine geçilmesi anlamına gelir. Aksi durumda faşizm, yalnızca baskı ve şiddet olgusuna indirgenir.
Türkiye’de faşizmi koşullayan sebepler şunlardır:
‘Faşizm tehlikesi, niçin geçici bir tehlike değildir? Çünkü birincisi, Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde zayıf ve güçsüz burjuvazi halkın mücadelesini daima kanla ve zorbalıkla bastırmaya ve bu şekilde ayakta kalmaya çalışır. ”[4] Yani hâkim sınıfların güçsüzlüğü baskı ve zorun devamlı ön planda olmasını koşullamaktadır. Burjuva demokrasisi, oyununu oynaması için ona inisiyatif tanıyacak güce sahip değildir. Burjuva demokrasisine ait bazı kurumlar ise göstermeliktir ve esas karakterin üzerini kapatmak içindir. “Yani burjuvazinin zayıf ve güçsüz oluşu onu faşizme iter İkincisi; toprak ağalarının mevcudiyeti burjuva demokrasisine feodal bir karakter verir İktidara ortak olan toprak ağaları feodal demokrasi ’nin kanunu olan sopayı ve cebiri, burjuva özgürlüklerinin yerine geçirmek için sürekli bir çaba harcarlar Türkiye ’de ‘demokrasi ’nin ta başından beri faşizan ve feodal bir karakter taşımasının sebepleri bunlardır. ”[5]
Bu konuya, faşizm konusunda MLM’lerin referans kaynaklarından biri olan Dimitrov’un şu sözleri ile açıklık getirmiş olalım. Dimitrov, burjuvazinin, birtakım özel tarihsel, ekonomik ve politik sebeplerle elinde olmadan faşizme sürüklenmesi gerçeğini, örneğin ‘Balkan ülkeleri ve Macaristan’da daha fazla geçerli’ olmasının ‘temel sebeplerini’, bu ülkelerde, ‘burjuva demokratik devriminin henüz tamamlanmamış’ olmasına ve bu ülkelerin ‘emperyalizmin birer yarı-sömürgesi durumunda’ bulunmasına bağlamaktadır. Yani feodalizmin tasfiye edilememiş olması ve burjuvazinin zayıf ve güçsüz oluşu faşizmi koşullayan nesnellikler içerisindedir ve hatta bu nesnellik “daha fazla geçerledir. Burada şunu belirtelim ki feodal kalıntılar bir şekilde tasfiye edilmiş, tedricen kapitalizmin hâkimiyeti gerçekleşmiş olsa bile yarı sömürgelik zinciri kınlamadığı durumda burjuvazinin zayıflığı ve güçsüzlüğü devam edecektir. Dolayısıyla devletin biçimi de faşizm olarak kalacaktır. Bu bağımlılık zinciri dolayısıyla hükümet değişiklikleri, güçler ayrımı veya birliği, tek adamlık, parlamento, işçi sınıfı mücadelesinin düzeyi, yaşam tarzı, sivil faşist güçler, AB kriterleri vb. kimi ölçütler faşizmin varlığı veya yokluğunu belirleyen esas içeriği oluşturmaz. Faşizm bir devlet biçimidir ve ancak büyük altüst oluşlarla, devrimlerle değişir. Diğer değişimler önemsiz değildir ama özü değiştirmez, faşizmin renk tonlarını oluştururlar
Burada şunu söylemeliyiz ki; baştan faşist diktatörlüğün niteliğini böyle tespit edince devrimcilik ve devrimci mücadele, faşist devleti yıkmak üzerine kurulur. Buradan itibaren illegal ve silahlı mücadelenin koşulları var mı yok mu tartışması kapanır; illegal ve silahlı mücadelenin nerede ve nasıl geliştirileceği tartışmaları başlar. Yani bu topraklarda devrimcilik, faşizmi tüm kurum ve kuruluşları ile yıkma mücadelesidir. Liberalizmin felsefi ve politik kuşatılmışlığı altında bulunan bugünkü politik atmosferde bu basit gerçeği yüksek sesle söylemek önemlidir.
“Biz, Türkiye ’ye, komprador burjuvazinin ve toprak ağaları sınıfının demokrasi getireceğine veya onların diktatörlüğü altında burjuva anlamda bile demokrasinin mevcut olabileceğine, hele günümüz şartlarında asla inanmıyoruz. Ancak faşizmin değişik tonları mümkün olabilir, öyle de olmaktadır. Komünistler, kitleleri, faşizmin değişik tonları arasında seçme yapmaya zorlamazlar. Öte yandan, faşizmin koyulaşmasını önlemenin çaresi de yine şehirlerde reformcu burjuvaziye kuyruk olmak değil, proletarya önderliğinde halk savaşına girişmektir. ”[6]
Bu konuyla ilgili olduğu için son süreçte “AKP-MHP faşizmi”, “Saray faşizmi”, “İslâmî faşizm” tespiti yapıp burjuvazinin diğer kliğini açık ya da zımni destekleme, onunla birlikte sözde demokrasi mücadelesine girme durumuna ilişkin de yine Kaypakkaya yoldaştan şunları aktarmak gerekir:
“Komünistler için faşizmin iki kliğinden birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünistler ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder. Bunlar arasındaki mücadeleye gözlerini yummaz. Bu mücadeleden kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, en şiddetli saldırılarını onayöneltir. Diğer kliğin niteliğini teşhir etmekten de geri durmaz, onlarla kendi arasındaki düşmanlık çizgisinin silikleşmesine asla izin vermeyeceği gibi bu çizgiyi sıkı sıkıya muhafaza eder. Komünistler bilir ki hâkim sınıflar arasındaki bu mücadele her an ikinci plana düşüp, birleşip halka karşı savaşıma geçebilirler. Bugünkü en gerici kliğin yerini yarın diğeri alabilir. Bu gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzer şartlara bağlıdır. ”[7]
Devrimci yapıların son süreçte utangaç bir şekilde faşist CHP kliğine verdikleri desteği gördüğümüzde bir kez daha oportünist yapıların faşizm konusundaki yanlış ve tutarsız tespitlerinin onları nerelere savurduğunu görüyoruz. CHP’nin niteliğine tonlarca laf edip sonra da kitlelerin beklentilerini ve kitlelerin burjuvazinin ideolojik etkisi altına girmesini bahane ederek sözde sekter olmamak adına kitle kuyrukçuluğu yapılmaktadır. Bu tip politikaların, halkı hâkim sınıf kliklerinden birinin bayrağı altına ittiği ortadadır.
TC açısından parlamentonun faşist diktatörlüğün maskesi olmaktan öte bir anlamı yoktur. Parlamentonun faşizmle ilişkisi konusunda Dimitrov’un şu tespitleri hâlâ geçerliliğini korumaktadır:
“Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar; ulusal özellikler hatta bir ülkenin uluslararası durumu faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde, değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş kitle dayanağı bulunmadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelelerin keskin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu dağıtma yoluna gitmez. Sosyal Demokrat Partiler dâhil olmak üzere, öteki burjuva partilerin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. ”
Burjuvazi kendi hâkimiyetini kurduktan sonra faşist diktatörlüğü uydurma bir parlamenterizmle birleştirir. En demokratik burjuva diktatörlüğünde bile parlamentonun fonksiyonu sınırlıdır. Hâkim sınıflar tarafından bir kenara atılabilir. Böyle olduğunda birincisi, “bir süre için parlamentoda, halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek” olanağı ortadan kalkacaktır. İkincisi, hâkim sınıfların temsilcileri artık parlamentoda “saf halkı aldatmak ereğiyle gevezelik” yapamayacaklardır. Ama hâkim sınıfların hâkim olma durumu devam edecektir. Çünkü hâkimiyet aracı olan yani devlet mekanizması tüm temel kurmalarıyla olduğu yerde durmaktadır. Parlamentonun varlığı veya yokluğu egemenliğin biçimini etkiler fakat hâkimiyetin varlığını etkilemez.
Türkiye’de parlamentonun fonksiyonu ise başından beri göstermeliktir. Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, Türkiye’de parlamentarizmin başından beri “kaba ve uydurma” olmasına yol açmıştır. Türkiye’nin sosyo- ekonomik yapısı dolayısı ile zayıf ve güçsüz bir burjuvazisi vardır. Zayıf burjuvazi iktidarını kurmak için zor ve şiddet araçlarını kullanmada bir an olsun tereddüt etmemiştir. Kitlelerin istemlerini ve mücadelesini zor ve şiddet yolu ile ezmek TC’nin daimî bir yöntemi olmuştur.
“Burjuva demokrasisi, başından beri Kemalist iktidar dönemi de dâhil, faşizan ve feodal karakter taşımaktadır. ”[8] Burjuvazinin güçlü olmaması, burjuva anlamda dahi bir demokrasi geleneğinin olmaması, hâkim sınıflar içinde toprak ağalarının bulunması da burjuva demokrasisini sınırlayan bir faktör olmuştur.
Uluslararası durum da hâkim sınıfları parlamentoyu benimsemeye zorlayabilir. Parlamentoyu ortadan kaldıran açık terörist bir diktatörlük hem ülkede hem de uluslararası alanda teşhir olacaktır ve bu onun tecrit olmasına da yol açabilecektir. Bunun önüne geçmek için parlamentonun maskeleme işlevine ihtiyaç vardır. Türkiye’de AFC dönemlerinde parlamento ortadan kaldırılmış ancak parlamentonun tekrar açılacağı güvencesi hemen verilmiş ve “mümkün olduğunca” kısa sürede de tekrar açılmıştır. Parlamentonun açık ya da kapalı olması devletin niteliğini değiştirmemiştir. Yine son süreçte Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmişlerdir ki bu da en az parlamenter sistem kadar uydurmadır. Bu sistem parlamentoyu büyük oranda işlevsizleştirmiştir. Bunun sonucunda demokrasiden faşizme geçilmemiş ya da demokratikleşme olmamıştır. Dünyada ve ülkedeki siyasi koşullar daha fazla merkezileşmeyi zorunlu kılmıştır. Emperyalist sermayenin ve Türk hâkim sınıflarının oluruyla bu sisteme geçilmiştir. Bu, işçi sınıfı ve ezilenler açısından niteliksel bir değişim anlamına gelmez. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadeleleri her zaman hâkim sınıfların tam birliği halinde merkezi şekilde ele alınmakta ve bastırılmaktadır. Burada söz konusu olan hâkim sınıf klikleri arasında, işçi sınıfı ve halkın sömürüsünden elde edilen değerin paylaşımıdır.
Parlamento konusunu ele alırken, TC tarihindeki belli bir kesit konusundaki yanlış bakış açısını da vurgulamak durumundayız. Hâkim sınıf klikleri 1946 sonrası çok partili sisteme geçerek demokratikleşmeden bahseder. Aydınlanmam bir kesim ile ideolojik gıdasını onlardan alan kimi devrimciler de bunu karşı devrim ve emperyalist hâkimiyetin başladığı süreç olarak ele alır.
1946 süreci ne burjuva demokrasisinin ne de karşı devrimin gelmesidir. Uluslararası alandaki gelişmeler kaynaklı “komprador büyük burjuva ve toprak ağaları sınıflarının bütün kliklerinin siyasi örgütlenme imkânına kavuşmuş olma’larıdır.[9] Parlamento TC kurulduğu günden itibaren hatta Osmanlf da Meşrutiyet döneminde bile vardır. Hâkim klik diğer kliğin siyasi örgütlenmesine izin vermediği için o klik de CHP içinde varlık göstermekteydi. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası oluşan konjonktürde TC hâkim sınıfların diğer kliğine de siyasi örgütlenme hakkı tanıdı, hepsi bu!
CHP açısından diğer hâkim kliğin hükümet kurmasının karşı devrim olarak değerlendirilmesinin kendi sınıfsal konumu ve değerler sistemi içinde bir anlaşı- lırlığı olabilir. Ama küçük burjuva devrimcilerinin hâkim sınıfların yönetimde yer değiştirmesini karşı devrim olarak değerlendirmeleri hâkim sınıfların diğer kliğinin peşine takılma ve sınıf uzlaşmacılığı anlamına gelir. Ayrıca bu devrimciliği budayan bir durumdur. Devrimcilik, CHP’nin temsilcisi olduğu sınıfın değer yargıları ile buluşturulmakta ve onun üzerinden üretilmeye çalışılmaktadır. Bu da Aydmlanmacılık teorisine yaslanılarak yapılmaktadır. Devrimcilik, proleter sınıfsal bakış üzerine değil burjuva Aydınlanmam ideolojik değerler üzerinden yapılmaktadır. Bugünkü faşizm tartışmalarında da bu yanlış bakış açılarını sıklıkla görmekteyiz. “İslâmî faşizm”, “dinci gericilik”, “dinci faşizm”, “Saray faşizmi”, “AKP faşizmi” söylemleri esas gıdasını Aydmlanmacılıktan almaktadır. Bu söylemlerin reformistler içinde bayraktarlığını Kemalist Korkut Boratav ve Birgün Gazetesi çevresi yapmaktadır. Onları ayrıca ele alacağız.
Faşizm, emperyalist ülkelerdeki ortaya çıkışı ile yarı sömürgelerdeki ortaya çıkışı itibariyle farklılıklar içerir. Faşizm burjuva devlet biçimlerinden biridir ve ülkemizde süreklilik arz eder. Bu burjuva cumhuriyetin sosyo-ekonomik yapısı, hâkim sınıfların güç durumu, emperyalizmle ilişkilerinin yapısallığı dolayısıyla böyledir. Bu faşist biçimin değişik tonları olabilir. Ülkemizde faşizm ancak devrimle yok edilebilir. Dolayısıyla bu topraklarda devrimcilik bizzat devlete, faşizme karşı konumlanmayı ifade eder. Faşist devleti mücadelenin merkezine koymayan bir devrimci çalışmanın başarı şansı yoktur. Yarı sömürge, yarı feodal toplumsal formasyonda demokrasi ve devrim mücadelesi birbiriyle bağlantılıdır. Faşizme karşı verilen mücadele eğer iktidarı hedeflemiyorsa başarı şansı yoktur. Demokrasi mücadelesi de iktidarı alma mücadelesinin bir parçası değilse başarı şansı yoktur. Bu zorunluluklar kavranmadığında yürütülen mücadele ancak reformist bir mücadele olur.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde devlet oligarşik özellikler gösterir. Burjuva demokratik devrimi gerçekleştiği için burjuva anlamda demokrasi yaşanmaktadır. Elbette oligarşik yönetimle faşist yönetimler arasında ince bir çizgi vardır. Sonuçta emperyalist ülkelerdeki de oligarşinin belirleyici olduğu bir diktatörlüktür. Emperyalist ülkelerde hâkim sınıflar derin birtakım krizlerden çıkış yolu olarak faşizmi devreye koyabilirler. Bu anlamda faşist devletin “kendi özüne indirgenmiş liberal devlet” olduğu vurgulanmalıdır.
Faşizm liberalizmden bir sapma olarak gösterilmek istenir. Ama faşizm liberalizmden bir sapma değil onun bir ürünüdür. Faşizmin demagojik propagandasında kapitalizm ve liberalizm karşıtlığının olması yalnızca kitle desteği oluşturmak içindir. Faşizm, emperyalist ülkelerde, liberalizmden sapma olarak gösterilirken “akıl dışı” olduğu iddiası kanıt olarak gösterilmeye çalışılır. Faşizm, sermayenin tıkanan kâr oranlarını yükseltmenin ve sistemi krizden çıkarmanın bir yolu olmuştur; bu anlamda burjuva akim ortaya koymuş olduğu bir akıl düzlemidir. Yalnız o akıl düzleminde gerçeklikle akli olan arasındaki fark daha da büyümüştür. Faşizm, liberalizmin ortaya koyduğu burjuva değerleri tavizsiz ortaya koyma biçimi olarak hayat bulmuştur.
Türkiye’deki faşizm tartışmalarının temel yanlışlarından birisi de emperyalist ülkelerle bağımlı ve yarı sömürge ülkeler arasındaki ayrımın göz önüne alınmamasıdır. Faşizmin ilk başta iki emperyalist ülkede ortaya çıkış koşullarının referans alınması ve bunun farklı koşullardan soyutlanarak her ülkeye uyarlanmaya çalışılması doğru sonuç vermez. Emperyalist ülkelerde ekonomik ve toplumsal koşullar ortaya konduktan sonra evrensel olan ortaya çıkar ama bu evrensellik doğru tanımlanmadan bir genelleme yapılırsa hataya düşülür. Örneğin Almanya’da faşizm Yahudi soykırımı yapmıştır. Bu faşizmin genel karakteristik özelliği değildir. Genel karakteristik özelliği ırkçı olmasıdır. Bunu, pazara tamamen sahip olma güdüsüyle yapar. Ama yine de bu farklı ülkelerde farklı biçimlerde olur.
Faşizm ele alınırken faşizmin insanlığı bitişe, barbarlığa götürdüğü gibi sözler de çokça söylenir. Belki siyaseten faşizmin önemini vurgulamak için bu yapılmaktadır. Fakat bu durumun reformist teorileri güçlendiren bir özelliği de vardır. Faşizm, kapitalizmin derin birtakım krizlerini aşmak için ortaya çıkmış bir yöntemdir. Eğer ki faşist iktidar devrilip proletaryanın önderliğinde halkın iktidarı kurulmaz ise kapitalizm krizini bir şekilde aşacaktır. Bunun geçici olması, ciddi bir yıkımı barındırması, devasa meta imhası ya da kitle katliamları içermesi esasa ilişkin değildir. Dolayısıyla esas olan iktidar mücadelesi olmak zorundadır. İşçi sınıfı önderliğinde demokratik halk iktidarı kurulmadığı takdirde her bir tarihsel çöküntünün ardından kapitalizm yeni ekonomik ve siyasi politikalarla kendini yeniden üretecektir. İnsanlık -ki bu insanlık sınıflara bölünmüş haldedir- barbarlık aşamasına dönmemektedir. Sorun barbarlık ile insanlık arasında değildir. Sorun kapitalist sistem ile başta işçi sınıfı olmak üzere halk arasındadır.
Faşizm baskıcı bir rejime indirgenemez. Baskıcı rejime indirgendiğinde demokrasi sorunu adı altında burjuva ideolojisi Marksizme sızmaya başlar. Bu durumda devrimci şiddet ve proletarya diktatörlüğü dıştalanır ya da silikleştirilir. Marksizm bir insan felsefesine ya da işçi yanlısı, sınıfsal görünebilmek için emek felsefesine indirgenmiş olur. Faşizm tartışmalarında bu yaklaşımı da fazlaca görmekteyiz.
Liberaller faşizmi akıl dışı sapma olarak göstermeye çalışır. Ne yazık ki devrimcilik iddiasında olan kimi yapılar ve bireyler de buna teşne olmuş durumdadır. Sözde devlet yönetiminin akılcı bir şekilde gerçekleşmesi gerekirken akıl dışı bir şekilde gerçekleşerek totalitarizme sapmıştır. Akıl yani bilinç adına akıl dışı faşist yönteme karşı mücadele etmek ve akim gereği olan demokrasiyi tekrar iktidara taşımak gerektiği salık verilmektedir. Yani bir kez daha burjuvazinin akıl düzleminde insanlığın sınıflara ayrıldığı gerçekliğini görünmez kılması beklenmekte, faşizmin sınıfsal kökeninin gizlenmesi amaçlanmaktadır. Totalitarizm, istibdat vs. tartışmaları bu felsefi düzlemde yapılmakta, ahlaki ve idealist bir bakış açısıyla liberalizme yedeklenilmektedir. Elbette liberalizm için bu düzlemdeki bir faşizm tartışması sorun teşkil etmez. Ancak sosyalistlik, devrimcilik adına yapılırsa bu bir sorundur ve ahmakça bir tartışmadır. Mark- sizmin, küçük burjuva sosyalistliği ya da devrimciliği üzerindeki etkisinin sınırı buraya kadardır; burjuva liberalizminin değerleri ile “sosyalistlik” ya da “devrimcilik” yapmaya çalışmak… Bu aslında devrimci iddianın iflasıdır.
Faşizm tahlilleri yapılırken önemli diğer bir nokta da bu tartışmaların hangi değerler üzerinden yapıldığıdır. Günümüzdeki faşizm tartışmalarına baktığımızda neredeyse solun büyük kısmının, liberal burjuvazinin değerlerini demokrasi adına savunduğunu görüyoruz. Bunun en güncel örneği faşizme, “tek adam rejimi”ne karşı parlamenter demokrasinin adres gösterilmesidir. Siyasal olarak ömrünü tamamlamış, gerici nitelikteki parlamenter demokrasi solculuk hatta sosyalistlik adına savunuluyor. Politikada bunun yansıması CHP ile birlikte parlamenter demokrasi mücadelesi vermektir. Faşizm karşıtlığı AKP karşıtlığına indirgenerek faşist diktatörlüğün kendini yeniden üretmesine hizmet ediliyor. Bu yaklaşımlar genel olarak insan hakları mücadelesine, yurttaş hakları için mücadeleye geçiş yönünden bir gerilemeyi gösteriyor.
Devrimciliğin düşmüş olduğu durumun vahameti sanılanın aksine nicelik olarak azalmada değil ideolojik olarak liberal burjuva değerler üzerinden devrimcilik yapılmaya çalışılmasmdadır. Proletarya başta olmak üzere sömürülen ve ezilenler kitleler açısından faşizme karşı mücadele ne anlam ifade ediyor? Daha iyi hayat şartları, iyi eğitim, güvenlik, düşünce ve ifade özgürlüğü, serbest dolaşım, örgütlenme hakkı, kadın ve LGBTİ+ hakları mı? Faşizme karşı mücadeleyi haklar ve özgürlükler mücadelesi olarak mı anlayıp sınırlayacağız? Faşizme karşı mücadele bu düzlemde ele alınırsa burjuva sınırlar içerisinde insan hakları ideolojisine bağlanmış olur ki bugün hâkim olan durum da budur. Bir tarafta açıktan liberalizm savunularak faşizm reddedilirken diğer taraftan liberal burjuva değerlerle faşizme karşı mücadele verilmeye çalışılmaktadır. Bu durum, faşizmin politik sıfatı ortadan kaldırılarak hukuki bir terime indirgenmesidir. Faşizm “hukuk dişilik” olarak ele alınınca; faşizme karşı mücadele de dayanışmacılıkla sınırlanmakta ve burjuva demokrasisi savunuculuğuna ge- riletilmektedir. Bu da burjuva demokrasiciliğin bir alt başlığı olarak reformculuğu geliştirmektedir. Her ne kadar devrimcilik iddiaları ile söylenmiş bile olsa…
Bizler faşizmin varlığı veya yokluğu tartışması kadar, belki de ondan daha önemli olarak faşizm tespiti yapanların bunu hangi felsefi temeller üzerinden ele aldıklarını tartışmalıyız. Faşizm tespiti yapılsa bile iktidar hedefi ve iktidar bilincinden yoksunluk faşizme karşı mücadeleyi güncelde reformist bir içeriğe hapsetmektedir. Burjuva demokrasi, sol ve devrimci hareketlere o kadar sirayet etmiştir ki bu birçok pratiklerinde söylemlerine yansımaktadır. Birileri legal parti kuruluşunda “demokrasi mücadelesini yükseltmek”ten bahsederken bir diğeri düzenledikleri kongrede “temsili demokrasinin değil tam demokrasi”nin uygulandığını vurguluyor. Felsefi olarak liberal kuşatmanın sonuçlarını bu şekilde görebiliriz. Söylemin sahipleri “demokrasi” sözcüğüne ne anlam yüklerlerse yüklesinler onlar değil bu “demokrasi” onları kullanacak ve geri bir noktaya zincirleyecektir. “Demokrasi” sınırı dışında olanlar, yani proleter devrimciler doğal olarak demokrasi severlerle çelişecektir. Ki bazen “demokrasicilerin” devrimci eylemleri kınadıklarını da biliyoruz. Dolayısıyla ilerleyen adımda bu “barbar”, “terörist”, “goşist” devrimcileri, demokrasi mücadelesine çağırmaları kaçınılmaz olacaktır.
Faşizm, 1922 yılında İtalya’da Mussolini’nin önderliğinde Ulusal Faşist Par- ti’nin iktidara gelmesi ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonuna kadar iktidarda kalması sürecinin resmî adı olarak kayıtlara geçmiştir.
Faşist sözcüğü Latince bir sözcüktür. Bir baltanın çevresine bağlanmış bir demet sopa anlamına gelir. Sözcüğün mucidi İtalyan faşistleridir. Bu balta, Roma döneminde güvenliği sağlayan görevlilerce kullanılırmış. Bu nedenle balta, güç ve yetkinin simgesi olarak görülmektedir. İtalya’da 1922-1944 yılları arasında iktidarda olan faşist partinin ambleminde bu sembol yer almaktaydı. Faşist diktatörlük ilk olarak İtalya’da ortaya çıktı. Daha sonra ise Hitler önderliğinde Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara gelmesiyle Almanya’da… Hitler faşizmi, Stalin önderliğinde Sovyetler’in tokatım yiyene kadar Almanya’da ve diğer birçok ülkede başta işçi sınıfı olmak üzere, halka karşı açık terörist niteliği ile bir diktatörlük uyguladı. Bu gelişmelerle beraber faşizm, komünistlerin gündemine girdi. Komünist Enternasyonal’deki yoğun faşizm tartışmaları sonucunda Dimitrov’un analizi kabul edildi. Bu analizin anlaşılması açısından Dimitrov’un tahlillerinden uzun bir bölümü aktarmak faydalı olacaktır.
“Büyük ekonomik krizin geliştiği sıralarda kapitalizmin genel krizi açıkça belirlenince, emekçi halk giderek devrimciliğe yöneldi. Bu devrimciliğe yönelişe karşı faşizm de geniş bir saldırıya geçti. Yönetici burjuvazi daha sonra kurtuluş yolunu faşizmde aradı. Bunların amaçları emekçi halka karşı yok edici tedbirlere başvurmak, emperyalist bir talan savaşı hazırlamak, Sovyetler Birliği ’ne hücum etmek, Çin ’i köleleştirmek ve bölüşmek; böylelikle de devrimi engellemektir. Emperyalist çevreler krizin bütün yükünü emekçi halkın omuzlarına yüklemeye çalışıyorlar. Faşizmin gereğini duymalarının nedeni budur.
Pazar sorununu güçsüz ulusları köleleştirerek, sömürgeci baskıyı artırarak ve savaş yoluyla dünyayı yeniden bölüşerek çözmeye çalışıyorlar. Faşizme bu yüzden gerek duyuyorlar
Devrim güçlerinin gelişmesini, işçilerin ve köylülerin devrimci hareketlerini ezerek ve dünya proletaryasının siperlerine karşı askeri saldırılar düzenleyerek engellemeye çalışıyorlar. İşte buyüzdem faşizmin gereğini duymaktadırlar.
Bazı ülkelerde, özellikle Almanya ’da bu emperyalist güçler, kitleler kesinlikle devrime yönelmeden önce proletaryayı yenilgiye uğratmak ve faşist diktatörler kurma başarısını göstermişlerdir.
Ancak bu zafer faşizmin kazandığı zaferlerin iki niteliğini ortaya koymaktadır: Bir yanda Proletarya Sosyal Demokrasisi ’nin yıkıcı siyaseti ve burjuvazi ile olan sınıfsal işbirliği yüzünden bozulmakta, eylemsiz kalmakta ve güçsüz bir duruma gelmektedir. Diğer yandan ise burjuvazi de güçsüzdür; çünkü işçi sınıfının yaratacağı ortak bir savaştan korkmaktadır. Artık eski burjuva demokrasisi ve parlamentarizm yöntemleriyle diktatörlüğü sürdürecek durumda değildir.
(…)
Komünist Enternasyonal Yönetim Kurulu ’nun on üçüncü oturumunda iş başındaki faşizm finans kapitalin en gerici en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü olarak doğru biçimde tanımlandı. ”[10]
Bu analizden, faşizmin, emperyalizm ve proleter devrimler çağının bir devlet biçimi olduğu sonucunu çıkarırız. Komünist Enternasyonal Yönetim Kurulu’nun ortaya koyduğu tahlil, faşizmin kapitalist-emperyalist ülkelerde ortaya çıkma biçimine ilişkindir ama esas özellikler ortaya konmuştur. Bu tahlilin birebir yarı sömürge ülkelere indirgenmesi gerçekliği ortaya koymaz. Ancak yarı sömürge ülkelerde faşizmin sınıfsal temelini yukarıda ortaya koyduğumuz için girmiyoruz. “Yarı sömürgelerde finans-kapital ve gelişkin bir işçi sınıfı mücadelesi bulunmadığı için faşizm olmaz” gibi absürt tespitler için yalnızca bu durumu vurgulayıp geçelim.
Faşizme dair kavram ve tanım tartışması
Güncelde gelişen olayları tarihteki olaylarla benzerliği üzerinden açıklama, yaygın kullanılan fakat yanlış olan bir yöntemdir. Bu yöntem en iyi durumda bile bir genelleme olduğundan dolayı bir dizi yönü dışta tutar, görmezden gelir, gerçekliği tam olarak veremeyen bir yöntemdir. Tarihi olayları incelemenin güçlüğü ortadayken bir de böyle ileri derecede bir genelleme yapmak gerçeğe ulaşmayı basbayağı zorlaştırır, hatta imkânsız kılar. Bu yöntemle gerçeğe ulaşılamaz.
Geçmişte gerçekleşen olayların ne olduğunun anlaşılması için öncelikle olayların gerçekleşme koşulları, tarihsel ve toplumsal gelişmenin maddi temelleri incelemeye alınır. Bütünlüklü bir inceleme ile ayrıntılara vâkıf olarak inceleme yapılır. Görünüşte önemsiz gözüken bir ayrıntının olaylarda öok kere belirleyici olduğu ortaya çıkabilir.
Maddi koşulları, sınıf ilişkileri, sınıfların yapısı, mücadelenin zemini, gelişme düzeyi, dinamikleri bütünüyle farklı iki ayrı tarihsel ve toplumsal dönemde gerçekleşen olayların ancak somut durumun ayrıntılı bir araştırma ve incelemesi sonucunda benzerlikleri ve farklılıkları bulunup açığa çıkarılabilir. Örneğin kapitalist dönemdeki sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi farklı iken feodal dönemin sınıf ilişkileri ve sınıf mücadeleleri farklıdır. Yine feodal dönemde toplumsal yapının farklılık arz ettiği değişik coğrafyalardaki sınıf mücadeleleri de farklı olabilir. Kapitalizmin gelişme aşamasında burjuvazinin iktidarı alma biçimleri farklı coğrafyalarda farklı farklı olmuştur. İngiltere’de tüm ekonomik yapıya hâkim olan İngiliz burjuvazisi doğrudan siyasi iktidarı alıp monarşiyi tasfiye etmemiş, kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmişken Fransa’da İngiltere’ye göre güçsüz olan burjuvazi siyasi iktidarı zor yoluyla almak zorunda kalmıştır.
Bu notu düştükten sonra ülkemiz özgülünde güncel faşizm tartışmalarına geçebiliriz. Bu tartışmaları birkaç başlık altında toplayabiliriz; Bonapartizm, Sezarizm, İslâmî faşizm, AKP faşizmi, sivil faşizm gibi…
Bonapartizm
Bugün Türkiye’de hâkim sınıflar içinde yaşanan gelişmeler dolayısıyla Bonapartizm tespiti bir kez daha yükseliş gösteriyor. 19. yüzyılda Fransa’daki özgün bir siyasal gelişme günümüze kaba bir şekilde aktarılmakta, güncel gelişmeleri tanımlamada kullanılmaktadır. Yüzeysel benzerlikler üzerinden keskin tahliller yapılmakta, bunların yetmediği yerde ‘teoriyi’ üretenlerin sınıfsal özelliklerine paralel “yaratıcılıklar” ve “katkılar” devreye girmektedir.
Bu kapsamdaki tartışma kuşkusuz ne Türkiye’de ne de dünyada ilktir. 1920’de İtalya’da faşist partinin ortaya çıkması ve faşist diktatörlüğün kurulma sürecin de de benzer tartışmalar yaşanmıştır. Daha sonra Komünist Enternasyonal’de faşizm tartışmalarının yaşandığı 1930’lu yıllarda da benzer tartışmaların yaşandığını bilmekteyiz. Türkiye’de Kemalizm tartışmalarında da bazı çevreler Bonapartizm tartışmalarını gündeme getirmiştir. Troçkistlerin bir kısmının Kemalizmi Bonapartizm olarak değerlendirdikleri de bilinmez değildir. Daha sonraki gelişmelerde faşizm tartışmalarının yapıldığı hemen hemen her süreçte Bonapartizmin de gündeme getirildiğini görüyoruz.
Bonapartizm üzerine tartışmalara her sınıf kendi bakış açısıyla dâhil olmaktadır. Özellikle revizyonist, reformist, Troçkist kesimler büyük laflar etseler de faşizme karşı mücadele noktasında geride durmaktadır. Son tahlilde bu faşizme karşı mücadeleden kaçmanın, işçi sınıfı ve ezilen kitleleri sistem içerisinde tutmanın teorisidir. Kuşkusuz bu sınıfsal bir konumlanışm ifadesidir.
Kendi içinde bulundukları krizden çıkış arayışları için hâkim sınıfların temsilcisi olan Erdoğan ve partisi tarafından birtakım planlar devreye sokuldu. Bunun özü, ekonomik-siyasi kriz ve uluslararası alandaki sıkışmışlıktan çıkabilmek için karar mekanizmalarının daha da merkezileştirilmesiydi. Bu plan Türk hâkim sınıflarının onayı alınarak hayata geçirilmişti. Bu anlamda hâkim sınıf klikleri arasında ciddi bir sorun yoktu. Sorun, burjuva klikler arasındaki güç dengelerinin korunmasıyla ilgiliydi. Sermaye ve rant paylaşımının bir anlamda hukuki ifadesi olan burjuva “güçler ayrılığı” ilkesi rafa kaldırılıp “güçler birliği” ilkesi getirilmişti. Yani yasama, yürütme ve yargı, TC’nin ilk yıllarında olduğu gibi tek elde toplanmıştı. “Tek adam rejimi” denen şeyin özü bundan ibaretti. Bu süreçte hâkim sınıfların iktidardaki temsilcisinin, genel olarak hâkim sınıf çıkarları için çalışırken “bal tutan parmağını yalar” misali kendine daha yakın sermaye çevrelerine ayrıcalık tanıması koparılan fırtınanın asıl nedeniydi. Elbette hâkim sınıfların kendi içindeki çatışma silahlı bir şiddet boyutuna da vardı. Silaha başvuran klik bertaraf edildi ve serayesine el konuldu. El konulan sermayenin paylaşımı da bu kapsamda bir mücadele alanı oluşturuyor. Bu mücadelede işçi sınıfı ve ezilenlerin payına yine katliam, baskı ve şiddet düştü. Nitelik anlamında geçmiş dönemlerden bir farklılaşma olmadı. Ancak “güçler birliği”ne geçilmesi ve artan faşist baskı koşulları ile bir kez daha Bonapartizm keşfedildi.
Bonapartizm kavramını siyasi literatüre Marks kazandırmıştır. Ama birçok politik aktör bu kavramı Marks’m içeriğini doldurduğu biçimiyle ele almaz; ortaya çıkışındaki maddi koşullar, tarihsel ve toplumsal gelişmeler, sınıf ilişkileri, sınıf mücadelesinin durumu göz ardı edilir.
Bonapartizm, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadelenin geçici bir denge döneminde kendini sınıflar üstü gösteren “bir kişi”nin iktidara gelmesiyle ifade olmaktadır. İki sınıfın birbirine üstün gelemediği bir durumda burjuvazinin egemenliğini korumak ve geliştirmek için bürokratik ve askeri gücün tek bir ki- şinin/ailenin elinde toplanmasıdır. Bonapartizm, kapitalist gelişmenin önündeki engelleri kaldırma görevini üstlenen ara bir rejimdir ve 185l’de Fransa’da “tek kişilik” diktatörlüğünü kuran Louis Bonapart’m adıyla anılır.
Marks bu kavramı kullandığında, Fransa’da sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi günümüz Türkiye’sinden çok farklıydı. Komünist Enternasyonal’deki tartışmalarda yanlış fikirler eleştirilmekte ve Bonapartizm ile faşizm arasındaki temel fark şu şekilde ifade edilmekteydi: “Bay Thalheimer, bize, faşizmi, geçen yüzyılın ortasındaki ekonomik, toplumsal ve politik ilişkilerden hareket ederek açıklamak istemektedir Ona göre Bonapartizmin doğduğu kapitalizmin başlangıç çağı ile faşizmin biricik temeli olan emperyalizm çağı arasında hiç fark yoktur ”
Bonapartizm, kapitalizmin ilk ortaya çıkışında, burjuvazinin feodallerden iktidarı tam olarak alamadığı ve proletaryanın da burjuvaziden iktidarı alamadığı bir aşamada ortaya çıkmıştır. Söz konusu geçiş aşamasının geçici bir biçimi olmaktan öte bir anlam ve yaygınlık taşımayan Bonapartist iktidar, 19. yüzyıl Fransa’sına özgüdür. Marks ve Engels Bonapartizm’in, siyasi ve toplumsal egemenliği tam olarak sağlayamamış burjuva sınıfın, egemenliğini pekiştirmekte kullandığı geçici bir biçim olduğunu belirtir.
Faşizm ise emperyalizm ve proleter devrimler çağının bir iktidar/devlet biçimidir. Yani iki devlet biçimini doğuran maddi koşullar çok farklıdır. Öz ve nitelik olarak faşizm ile Bonapartizm ayrı ayrı şeylerdir.
Dönemin Fransa’sında siyasal egemenliğini tam kuramamış burjuvazi, tüm muhalif sınıfların açık hedefi olmaktan kaçındığı için kendi sınıf egemenliğini sessiz ve derinden sağlamlaştırmak isteğiyle geri plana çekilmiştir. Bonapartizm adı verilen askeri ve bürokratik bir iktidar biçimi ortaya çıkmıştı. Askeri ve sivil bürokrasi, burjuvazi adına iktidara el koyarak işçi sınıfı ve halk hareketlerini bastırmaya çalışmıştır. Burjuvazi gönüllü olarak iktidarı Bonapart’a bırakmıştı.
Marksist devlet tahlili revize edilerek ülkemizdeki faşizme Bonapartizm denilmektedir. Devletin hâkim sınıflardan “özerk” ya da onların üstünde olduğu revizyonist düşünceden hareketle bu iddia ileri sürülmektedir. Ekonomik altyapının politik üstyapıyı son tahlilde belirlemesi ve üstyapının da altyapı üzerinde dinamik bir etkide bulunmasına dayanılarak devletin toplumsal sınıflardan özerk olduğu sonucu çıkarılıyor. Hatta özerklik sınıflar üstü ya da sı ruflardan bağımsız olma şeklinde de ele alınabiliyor. Bu yolla devlet ile hâkim sınıflar arasındaki ilişki koparılmaktadır.
Devletin -göreli- özerkliği tartışmasında hâkim sınıfların kendi içindeki bölünmüşlüğe odaklanılmalıdır. Ekonomik temeldeki bölünmüşlük siyaset alanında da yansıma bulmaktadır. Ancak siyaset alanındaki bölünmüşlük göreli bir karakter taşır. Hâkim sınıfların dışa karşı; hem ülke işçi sınıfı ve ezilen kitlelere hem de diğer ulus devletlere karşı ortaklaşması bir irade yaratabilir. Birebir indirgeme yapılamayacak olsa da genel karakter olarak ekonomik bakımdan en güçlü sermaye grubu ya da hâkim sınıf kliği devlet aygıtında da daha fazla güce sahip olur.
Bu bölünmüşlük durumu acımasız bir rekabetin sürekliliğinde hâkim sınıfların iç yapısında çatışmak bir durum yaratır. Bu çatışmalar devrimci bunalım dönemlerinde daha da keskinleşebilir. Böylesi dönemlerde yönetme krizi hâkim sınıflar açısından siyasi bir irade krizi anlamına gelir. Bu durumda devlet; ortaklaşma iradesi zayıflamış hâkim sınıfların ana gövdesinden özerkleşmiş izlenimi verebilir. Bu olguyu tek yanlı değerlendirmek yanlış sonuçlar çıkarılmasına sebep olur. Bir tarafta irade krizi yaşanırken var olma savaşı veren hâkim sınıflar yeni koşullarda öncekinden biçimsel olarak farklı ve daha üst bir ortaklaşma çabasına girerler. Bu dönemler boyunca olarak en büyük ya da güçlü komprador sermaye gruplarının devlet üzerindeki kontrolü artarken devlet bürokrasisine de en geniş inisiyatif alanı tanınır.
Revizyonistler, devletin “özerkliğini” ele alırken toplumsal ve siyasi kriz dönemlerinde devlet ve egemen sınıflar arasındaki ilişkinin tek yanlı bir değerlendirmesini yapmaktadırlar. Söz konusu kriz dönemlerinde egemen sınıflarda “Bonapartist” ve “otoriteryen” eğilimlerin güçlendiğini iddia eden bu tür revizyonist tezler, faşist ve Bonapartist devlet biçimini, devletin egemen sınıflardan ileri düzeyde özerkleştiği veya bağımsızlaştığı biçimler olarak ortaklaştırır. Kavramları birbirinin yerine ikame ederler. Faşist devlet ile Bonapartizmin aynılaştırılması ya da faşizm yerine Bonapartizm tanımı yapılması hâkim sınıfları ve bazen de bu sınıfların belli bir bölüğünü faşizm olgusundan azade tutmaya hizmet eder. Oysa faşist diktatörlüklerde egemen sınıfların devlet üzerindeki kontrolünün azalması bir yana en büyük ve güçlü komprador sermaye gruplarının eliyle daha dolaysız biçimler alır. Troçkistler ve bilimum revizyonistler TC devletini günümüzde olduğu gibi değişik dönemlerde Bonapartist olarak değerlendirmiştir. Hatta Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi devletin üst yönetim organları bu teoriye yer yer dayanak yapılmıştır. Yine benzer bir biçimde “tekelci polis devleti” tanımlaması kullanılmıştır. Tüm bu iddialar benzer bir içerik taşımakta ve revizyonist tezlerden beslenmektedir. Kısacası, hâkim sınıfların bölünmüş iç yapısı ve birbirleri arasındaki keskin rekabet, genel olarak sınıflar arasındaki mücadele ve bunun siyasi alana yansımaları, devleti egemen sınıflardan özerk yapmaz, buna kanıt olarak sunulamaz. Bilakis yeni irade ve ortaklaşmalar sağlanarak devletin hâkim sınıfların hâkimiyet aracı olma niteliği devam ettirilir ve güçlendirilir. Ta ki proletarya, iktidarı alaşağı edinceye kadar.
Revizyonist tezler işi daha da ileri götürüp “özerklik” ilişkisini egemen sınıfların iç bölünmüşlükleri bağlamında değil asıl olarak hâkim sınıflar ile ezilen sınıfların mücadelesi kapsamında ele alır. Sınıf mücadelesinin ve emekçi sınıfların alttan gelen baskısının devlet aygıtını toplumsal sınıflardan özerkleştirdiğini vaaz eden revizyonizm; karşıtların birliği ve savaşımı diyalektiğini mekanik tarzda birbirinden koparır. Metafizik şekilde çatışmanın düzeyine bakılmaksızın karşıtların mücadelesinin, karşıtların birliğini parçaladığı düşünülür. Karşıtların çatışmasının yarattığı yeni durumlar, karşıtların birliği içinde anlamlandırılamaz.
Devletin, toplumsal sınıflar arasında eşit ölçüde kontrol edilmesini hayal eden revizyonizm karşıtların birliğinin parçalanmasında proletaryanın iktidarı alması zorunluluğunu görmez. Sadece devletin “otoriteryen” eğilimlerinin artmasını görür ve bunu tehlikeli bulur ve anlamlandıramaz. Açıktan ya da zımnen şu yanlış görüş savunulur: Ancak kapitalizmin evrimine bağlı olarak proleter iktidar gerçekleşebilir ve bu evrimin sonucu olarak sosyalizme varılabilir. Bu evrimci revizyonist görüş proleter iktidarı henüz (!) öngörmediği için faşizm, faşizme karşı mücadele ve proletaryanın iktidar mücadelesi konularındaki dair tahlilleri de revizyonist teoriden beslenir ve politik çizgisini reformizme demirler.
AKP ve T. Erdoğan’ın iktidarda olduğu Türkiye 19. yüzyıldaki Fransa değildir. Söylendiği ya da ima edildiği gibi Erdoğan da sadece asker-sivil bürokrasiye dayanmamaktadır. Komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının büyük bir kesiminin desteğiyle iktidarda durmakta, çıkarlarına hitap etmekte ve onları temsil etmektedir. Türk egemen sınıfları arasında çelişme olmasına hatta bunun silahlı çatışmaya ulaşıp kriz aşamasına ulaşmasına rağmen komprador büyük burjuvazi ve onun önemli bir kesimini içinde barındıran TÜSİAD’ın, Erdoğan yönetimine desteği olmasaydı iktidarın gücü ve ayakta kalması tartışılır olurdu. Gezi İsya’nı ya da 15 Temmuz darbe girişiminin ardından komprador büyük burjuvazinin siyasi iktidar üzerindeki kontrolünü kaybettiğini veya benzer bir biçimde TÜSİAD ile Erdoğan’ın zıt kutuplarda bulunduğunu iddia etmek ise büyük bir abartıdır. “Tek adamlık” referandumlar, kararnameler, kuvvetler birliği gibi olgulara bakarak Erdoğan yönetimini Türk hâkim sınıflarından ayrı konumlandırmak ve Bonapartizme benzetmek Türkiye’nin tarihsel ve güncel olgularını doğru yorumlayamamaktır. “Tek adamlık” durumunun TC açısından ilk kez yaşanan bir durum olmadığını tekrar vurgulayalım.
Yarı sömürgelikle malul hâkim sınıfların ekonomik güçsüzlüğü devlet yönetiminde “güçler ayrılığı” ilkesinin uygulanmasını da hep göstermelik yapmıştır. Bu anlamda bugün devletin biçimine dair “güçler ayrılığı”na dayandırılan tartışmaların altı boştur. Hâkim sınıflar hem ülke içi hem de uluslararası koşullar nedeniyle daha merkezi bir devlet yönetiminin çıkarma daha uygun olacağını düşündüğü için Erdoğan’ın “tek adam”lığının önünü açmıştır. Komprador büyük burjuvazi sermayesini büyütmek için Erdoğan yönetimine destek vermiştir. Devlet ordusunun Erdoğan’a destek vermesinde de bu anlamıyla şaşılacak bir şey yoktur. Ordunun devlet mekanizmasındaki işlevi, hangi sınıfların ordusu olduğu MLM bakış açısı ile ortaya konmaz ise yakın zamanda olduğu gibi orduya ilericilik atfeden, ondan kurtarıcılık bekleyen ve hatta onu bir sermaye kliği olarak değerlendiren görüşler de kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.
Bonapartizm ile faşizm arasındaki bütün bu benzerliklerin, emperyalizm ve proleter devrimler çağında özellikle de yarı sömürge bir ülkede hâkim sınıfların en saldırgan kesimleri tarafından faşist diktatörlüğün kurulmasında kullanılan araçlarla ilgili olduğu görülmüyor. Bu araçları Bonapart kullandığı gibi etkili bir şekilde faşist Mussolini ve Hitler de kullanmıştır. O zaman salt bu araçların kullanılması, devlet biçimini belirlemek için ayırıcı bir özellik taşımaz. Devletin sınıf karakterini analiz ettiğimiz zaman o devletin niteliği açığa çıkar. TC’nin sınıf karakterini Kaypakkaya yoldaşın analizleriyle ortaya koymuştuk. Dolayısıyla Erdoğan’ın Bonapart’la aynı araçları kullanması Bonapartist devlet tipine geçiş yapıldığı anlamına gelmez. Olsa olsa faşist diktatörlüğün değişik dönemlerde başvurmuş olduğu “olağanüstü” araçlara koşulların ihtiyaç haline getirmesiyle bir kez daha başvurduğunu gösterir. Ki TC tarihi bir bütün olarak incelendiğinde devlet yönetiminde bu “olağanüstü” araç ve organların hiç de istisna olmadığı rahatlıkla görülebilir. Erdoğan ne Bonapartizmi ne de faşist diktatörlüğü inşa etmiştir. Bahsedilen araçlar devreye sokulmadığı durumda da TC burjuva demokratik diktatörlüğü ile yönetilmiyordu. Erdoğan, faşist diktatörlüğün tarihte çok kere devreye koyduğu birtakım araçları özü aynı kalmak kaydıyla bugünün koşullarına uyarlamış ve yaygın bir biçimde uygulamaya koymuştur. Bu durumu yanlış değerlendirmenin ve revizyonist, reformist teorilere kanıt olarak göstermenin nedeni Marksist devlet teorisinden uzaklaşma olduğu kadar TC devleti ve Kemalizmin tahlilinin de yanlışlığıyla ilgilidir.
Erdoğan şahsında “tek adam diktatörlüğü” tanımlaması yapmak biçimseldir. Mussolini, Hitler vb. diktatörler, halkın karşısına tek adam (“duce”, “führer”) olarak çıkmışsa, Erdoğan da halkın karşısına “reis” olarak çıkarılarak “tek adam” diktatörlüğü görünümü altında hâkim sınıf gücü “görünmez” kılınmaktadır. Tüm “tek adam” diktatörlükleri büyük burjuvazinin gücünü almadan bir gün bile ayakta kalamazlar. Faşizm, burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilen kitlelere karşı terörist diktatörlüğüdür. Bugün yoğun bir biçimde işçi sınıfına, ezilen kesimlere ve özellikle Kürtlere karşı kendini göstermektedir.
Egemen sınıfların “demokrasi”, “adalet”, “hukuk” söylemleri, kitleleri kendi bayrakları etrafında toplamak içindir. Bu söylemler liberal burjuvazinin kavramlarıdır ve her söylendiği dönem halkı aldatmak için söylenmiştir. Dini söylemlerin artırılması da yalnızca dinin etkisindeki geniş kesimi sistem içine çekmek, onları aldatmak içindir. Hâkim sınıfların iki ana kliği birbirine zıtmış gibi görünen söylemlerle, halkın geniş kesimini, sistem içinde tutma operasyonu yapmaktadırlar. Yoksa halka karşı sömürüde, baskıda, zulümde birbirlerinden farkları yoktur. Solcuların önemli bir kesiminin toplumun dincileştirildiği söylemi ile hâkim kliklerden birinin peşine takılıp sözde demokrasi mücadelesine soyunması, yalnızca hâkim sınıf ideolojisinin etkisi altına aldığı çevrelerin görülmesi bakımından anlamlıdır. Faşist diktatörlüğü Bonapartizm olarak görmeye çalışmak, politik olarak sınıf işbirlikçiliğine ve halka faşizmi masum gösterme çabasına hizmet eder. Erdoğan’a tek adamlık üzerinden “kahramanlık” payesi verenler, tarihi yapanların sınıf mücadelesi değil de kişiler, liderler olduğu yönündeki idealist tarih anlayışına hayat vermektedirler. Tüm burjuva siyaset temsilcilerinde olduğu gibi Erdoğan’ın da sınıflar üstü özel bir gücü ve yeteneği yoktur. Bu anlamda burjuvaziye rağmen iktidara geldiği anlamına kapı aralayan Bonapartist tanımı, AKP ve Erdoğan iktidarı için gerçekliği ifade etmez.
Seçimlerin ve sık sık referandumların yapılması da Erdoğan’ı Bonapartist yapmaz. Burjuvazi hâkimiyetini pekiştirmek, kitle desteğini artırmak için çoğu durumda seçimlere başvurur. Faşist Hitler seçimle gelmiştir. Buradan hareketle faşizmin devamlı olarak küçük burjuvaziyi ve yoksul kitlelerin bir bölümünü kitle tabanı yapmaya çalıştığını ifade edebiliriz, ki seçimler buna hizmet eder. Bugün Erdoğan’ın peşinden giden büyük bir yoksul ve küçük burjuva kitlesi olduğunu görmekteyiz. Ama buradan hareketle onun küçük burjuvazinin ya da orta burjuvazinin iktidarı olduğunu söylemek büyük bir aldatmaca olur. Bazılarının Kemalizmin sınıfsal yapısını böyle tarif ederek yaptığı gibi… Bu yaklaşım komprador büyük burjuvazinin aklanmasıdır.
Genel oy hakkı, liberalizmin “akla uygun” devletinin -burjuvazinin egemenliğini tesis edecek şekilde- bir düzenlemesi olduğu anlaşılmalıdır. Bugün birçok ülkede genel oy hakkının kendisi, iktidarın seçimle kazanılacağı düşüncesini doğurmaktadır. Yani seçimlere dayalı parlamenter sistemin kendisi burjuva çıkarlar temelinde ideolojik bir rol üstlenmiştir. Çünkü parlamento ve burjuva partilerin varlığı ve sistem içerisindeki yarışı alternatif bir sistem arayışını körelten, onu gizleyen bir niteliktedir. Bu durumu burjuvazi bilmektedir. Fakat küçük burjuva ahmakları bunu kavramamakta ya da görünürde bunu bilseler de pratikte buna uygun davranmamaktadırlar. Burjuva liberalizmin ideolojik etkisi altında kalan küçük burjuva aydınlar faşizmi ya “küçük burjuva diktatörlüğü” ya da “Bonapartizm” olarak adlandırmışlardır. Faşizmin burjuva diktatörlüğün bir iktidar biçimi olduğunu söylemekten özellikle kaçınmaktadırlar. Bunun anlamı faşizme karşı mücadeleden kaçmak ve halkın faşizme karşı mücadelesini zayıflatmaktadır.
Burjuva liberal aydınların, Aydmlanmacıların, Troçkistlerin de aynı hatalı düşünceyi taşımaları onların sınıfsal yapısı ve ideolojileri ile ilgilidir. Çünkü özünde onlar proletaryaya, ezilen ve sömürülen kitlelere değil burjuvaziye bel bağlarlar. Marksizme karşı, çoğu kez Marksizm adına açık ya da gizli bir biçimde liberalizmin değerlerini savunurlar. Ve bu sınıfsal duruşları onları burjuvazinin yedek gücü haline getirir.
Bonapartist iktidar ne Troçki’nin tarifiyle “milletin hakemi” bir kılıç hükümetidir ne de faşist Türkiye devleti Bonapartisttir. Bu tezler Marksist devlet teorisine ve gerçeklere aykırıdır. Troçki, emperyalizm ve proleter devrimler çağını yok sayarak 19. yüzyıl Fransa’sının sınıfsal gerçekleri ile ortaya çıkan devlet biçimini, nerede başkanlık görmüşse onun tanımlanmasında kullanmıştır. Türkiye’deki Troçkistler de nerede bir “anayasa reformu”, “güçlerin birliği”, “tek adamlık”, “başkanlık” görseler Bonapartizm damgasını yapıştırmışlardır.
Sonuç olarak Bonapartizm 19. yüzyıl Fransa’sında hâlâ burjuvazi ile feodal aristokrasi arasında savaşın sürdüğü, proletaryanın savaş sahnesine çıkmaya başladığı özgün bir süreçte ortaya çıkmış, geçici, istisnai bir devlet biçimidir. Faşizm ise emperyalizm ve proleter devrimler çağında emperyalist gericiliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmış burjuvazinin açık terörist diktatörlüğüdür.
Sezarizm
Bonapart’m iktidara gelmesini tarihteki bir olaya atıf yapılarak Sezarizm olarak kavramlaştıranlar olmuştur. Sezarizm, MÖ 49 yılında Roma’daki senato oligarşisinin elinden iktidarı alan ve Roma Cumhuriyeti’nin çöküşünü hızlandıran general Jül Sezar’m diktatörce yönetimini ifade eden bir kavram olarak politik literatüre girmiştir. Bonapart’m iktidar gelmesinin “Sezarizm” olarak adlandırılıp adlandırılmayacağma ilişkin Marks 18. Brumaire’ in Almanca ikinci baskısının ön sözünde şunları yazmıştır:
“Son olarak bu yapıtın, bugün özellikle Almanya’da pek çok kullanılan Sezarcılık teriminin artık bir yana atılmasına katkıda bulunacağını umuyorum. Bu Sezarcılık deyimiyle yüzeysel tarihsel örneklemede, işin özü, yani Eski Roma’da sınıf savaşımı yalnız ayrıcalıklı bir azınlığın içinde varlıklı özgür yurttaşlar ile yoksul özgür yurttaşlar arasında geçerken, halkın büyük üretici kitlesinin çarpışanlara basit bir basamak meydana getirdiği unutuluyor. Sismondi’nin ünlü ‘Roma proletaryası toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum, proletaryanın sırtından geçiniyor’ sözü unutuluyor. Antik Çağ’da ve modern zamanlarda sınıf savaşımının maddi, ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğundan koşullardan doğan siyasal biçimler arasında Canterbry piskoposu ile büyük rahip Samuel arasındaki benzerlikten daha büyük bir benzerlik olamaz.”
Marks açısından durum açık ve nettir. Bu alıntı aynı zamanda tarihsel, toplumsal olaylara nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koymakta, tarihsel materyalizmin yöntemini göstermektedir. Ama hâlâ revizyonistler, Troçkistler bunu bir kenara bırakıp 21. yüzyıl Türkiye’sindeki faşizmi Bonapartizm ve Sezarizm ile açıklama zavallılığına düşmektedirler.
Marks’ın açık tespitlerine rağmen Sezarizm kavramı siyasi literatürden çıkmamış, Gramsci ile tekrar kullanılmaya başlanmıştır. Ama bir devlet biçimi olmaktan çok hâkim sınıflar arasındaki mücadelede bir durumu tanımlamak için politika alanında kullanılmıştır. İktidar için çatışan güçlerin, çatışmayı sürdürmelerinin mutlak sonucunun karşılıklı yıkım olması nedeniyle çatışmayı dengeledikleri durumu ifade etmektedir. Bu tez damgasını vurduğu tarihsel dönemde politik alanda “hakemlik görevi”nin önemli bir şahsiyete emanet edilmesi anlamına da gelen Sezarcılık ifadesine geri dönmüştür.
Gramsci, buradan hareket ederek Sezarcılığı, ilerici (Sezar, I. Napolyon) gerici (III. Napolyon, Bismarck) olarak ikiye ayırır. Ayrıca dar bir değerlendirmeye karşı önlem olarak “askeri olmaktan çok siyasi olan modern Sezarcılık”, “Sezar olmadan bile Sezarcı bir çözüm olabilir” diye ekler. Revizyonistler Bo- napartizmi; İtalya için Sezarizm, Almanya için Bismarkçılık ve Türkiye için Kemalizm olarak belirterek faşist diktatörlüğün niteliğini gizlemek isterler. Bu teorinin revizyonist niteliği ortadadır. Bonapartizme ilişkin ortaya koymuş olduklarımız bu konu için de geçerlidir ve tekrar etmeye gerek yoktur.
Hâkim sınıflar arasında mücadele süreklidir ama uzlaşmaz değildir. AKP’yi iktidara taşıyan süreçte hâkim sınıflar arasındaki mücadelede “pat” duru mu yaşanmıyordu. AKP’yi doğuran süreçte de hâkim sınıflar bir meşruiyet krizi yaşıyorlardı ve yönetememe durumu derinleşmişti. Bu durumda devlet mekanizmasını sürece bağımsız hale getirip bir hakem altında yeniden kuramazlardı. Bunun tersine hâkim kliklerin yaşadığı meşruiyet krizi, ekonomik krizle birlikte tam bir çıkmaza girmişti. AKP’nin sağladığı kitle tabanı ile meşruiyet krizi geçici olarak çözüldü. Komprador burjuvazinin belirlediği istikamette, IMF reçetelerini aratmayacak biçimde ekonomi politikalarını AKP hayata geçirdi. Hemen her dönemde kendi içlerinde keskin çatışmalar yaşadıkları doğrudur fakat bu durum TC açısından yapısal bir durumdur ve süreklidir. Dolayısıyla bu durumu Sezarizm olarak tanımlamak gerçekçi değildir. 15 Temmuz süreci sonrası için de bu tanımlama yapılamaz.
İslâmî faşizm
Güncel faşizm tartışmaları içinde öne çıkan bir söylem de “İslâmî faşizm” kavramıdır. Bu kavram Türkiye’de AKP ve liderinin, belirgin İslâmî vurguları nedeniyle özellikle Aydmlanmacılar tarafından tedavüle sokulmuştur. Ancak bu kavram uluslararası alanda, akademi çevrelerinde ve emperyalistlerin politik sözcüleri tarafından çok daha önceden “icat” edilmişti.
Dinler, farklı dönemlerde farklı politikaların taşıyıcısı olmuşlardır. Bu nedenle genelleme yöntemiyle nitelendirilecek bir kavram değildir. Emperyalist-kapi- talist ülkeler Aydınlanmanın ideolojik değerlerini kapsayan liberal ideolojiyi referans alırlar. Bir dönem din karşıtlığı, laiklik, sekülerizm, insan hakları, parlamenter sistem “Batı uygarlığı”nm olmazsa olmazlarıydı. Liberal ideoloji bunları aldı fakat mutlak bir biçime hapsetmek yerine sermayenin, hâkim sınıfların dönemsel çıkarlarına göre yorumlayarak uyguladı.
Çeşitli politik akımların İslâmî görünümde olmaları, onları doğuran şartlara, sınıfsal yapılarına, politik istemlerine bakılmaksızın “İslâmî fundamentalizm”, “İslâmî aşırılık” ve en son “İslâmî faşizm” kavramları ile tanımlanır oldu. Özellikle emperyalist devletler, böyle bir tanım yaparak bir dizi ülkedeki faşist diktatörlüklerin emperyalist gericiliğin bir ürünü ve parçası olduğunu gözlerden uzak tutuyorlar.
“İslâmî faşizm” kavramı en başta faşizmin sınıfsal özelliklerini yok edip salt terör ve şiddet eylemlerini faşizm olarak tanımladığı için yanlıştır. Bu tanım gerçekliği de ifade etmez. Bu kavramın üretildiği koşullara ve savunulurken dayanılan değerlere baktığımızda başka yanlışlar da görürüz.
11 Eylül’de ABD’nin simgesel merkezlerine El-Kaide’nin üstlendiği büyük saldırılar yapılmıştı. Bunun ardından emperyalist politikacılar ve onların aydınları, şiddet ve terör karşıtlığını bir kez daha güncellediler. Bilindiği gibi şiddet karşıtlığı liberalizmde önemli bir yer tutar. Şiddet uygulama tekeli devletlere daha doğrusu hâkim sınıflara tanınmıştır; sömürülen ve ezilen kitlelerin şiddeti meşru değildir, mahkûm edilmeli ve değersizleştirilmelidir. Ezilen kitlelerin mücadelesinin terör eylemi olarak görülmesi bu liberal ideolojiye dayanır. 11 Eylül saldırısı bir taraftan terör saldırısı olarak şiddet kapsamında mahkûm edilirken diğer taraftan o eylemler kapsamında eylemcilerin ideolojileri de hedefe konularak İslâmî faşizm kavramı üretildi.
Bu kavramı politik mecrada ilk kullananlardan biri ABD eski Başkanı G. W. Bush oldu. Hava yollarına ait bir saldırı girişiminin gizli servislerce açığa çıkarılması üzerine Kasım 2006’da verdiği demeçte “Bu (girişim-b.n) ulusun özgürlüğüne aşık toplumları yok etmeye yeminli İslamo-faşizme karşı olduğuna dair kesin bir uyarıcıdır” şeklinde konuşur. Bush’tan sonra neo-con politikacıları da Bush’u desteklediler. Senatör Rick şunları ifade eder: “II. Dünya Savaşı’nda Nazizme ve Japon emperyalizmine karşı mücadele ettik. Bugün İslâmî faşizme karşı savaştayız. 11 Eylül’de bize saldırdılar çünkü açıkça deklare ettikleri tüm dünyayı fanatik yöntemlerine boyun eğdirme misyonları önündeki en büyük engel biziz (…) Devlet başkanlarmdan El-Kaide’ye bütün önemli İslâmî liderler ABD’yi birincil hedef olarak görür ve sürekli İslâmî faşizmin insanlığı yöneteceği yeni küresel hilafetin yaratıcılığını vaaz ederler.” O dönemin ABD İç Güvenlik Bakanı da “Mussolini ya da Hitler’de yaşadığımız klasik faşizm olmayabilir ama Batı toplumu ve hukuk kurallarımızla taban tabana zıt bir vizyona sahip totaliter, hoşgörüsüz bir emperyalizm” diyordu.
Bu ideolojik doğrultuda Avrupa’nın faşistleri, aşırı sağcıları da bu kavramı hızlıca sahiplendiler. Avrupalı emperyalistler bunu yaparken geçmişlerini de temizlemiş oluyorlardı. Radikal İslamcıların, Batılı değerleri -ki bunlar Aydınlanma ve liberalizmin değerleridir- yıkarak dünya hedefli bir İslam imparatorluğu, küresel bir hilafet kurma peşindeki cihatçılar olduğunu belirterek tüm bunların İslam’ la uyum içinde olduğunu varsaymak İslam’ ı Avrupa’ dan kovmanın nedenleri olarak görülüyordu. Avrupa’nın değişik ülkelerinde faşist örgütlerce düzenlenen mitinglerde taşman pankart ve atılan sloganlarda “İslâmî faşizme geçit yok” ibaresi ya da benzer ibareler kullanıldı. Aydınlanma ve liberalizm değerlerinin tehlikede olduğunu (!) salt Avrupalı faşistler görmüyordu. Burjuva sol partiler de Avrupalı faşist partilerin söylemlerine katılıyordu. Yani bir bütün emperyalist ülkeler “terör” konusunda “İslâmî faşizm”i keşfetmişti!
Akademi dünyası da -ki bu dünyanın emperyalist-kapitalist sistemin içinde olduğunu unutmamalıyız- bu kavramı tartışıyordu. Bir kesim İslâmî şiddetin kökenini ve sosyolojik kavramlarla bu şiddete yönelenleri inceliyordu. İslâmî şiddetin yoksunluk, yoksulluk ve kötü yönetimlerin karmaşası içinde doğduğunu ileri sürüp emperyalistleri bu nedenlerle uğraşmaya çağırıyorlardı. Bu akademisyenler şiddetin arkasındaki İslâmî ideolojiye odaklanmayı tehlikeli buluyor ya da sonuç alıcı bulmuyorlardı. Bir ideoloji olarak İslam değil onun adına işlenen eylemlerle ilgilenilmeliydi. Denebilir ki liberalizm bir kez daha şiddet karşıtlığı üzerine teorilerini güncelliyordu.
Daha etkili olan başka bir akademi çevresi ise İslâmî ideolojinin bu eylemleri koşulladığım iddia ediyordu. İslâmî şiddetin arkasındaki dinsel ideoloji ciddiye alınmalı ve esasta onunla mücadele edilmeliydi. Eğer bu yapılamazsa söz konusu İslâmî yapılara karşı yürütülen mücadelenin başarılı olamayacağı ve ilk gruptaki akademisyenlerin analizinin yanlışlığı savunuluyordu.
Dünden bugüne İslâmî ideolojiyi rehber edinen çokça siyasi örgütlenme ve yapı olmuştur. Bunlar, İslam’ın referanslarıyla mücadele yürüttüklerini söyleseler de her birinin tarihsel ve toplumsal koşullar çerçevesinde onlara asıl özünü veren sınıfsal özellikleri vardır. Muhammed’in vaaz ettiği, Emevilerin, Abbasilerin, Karmatilerin, Humeyni’nin, Suudilerin, Erdoğan’ın İslam’ı arasında sınıfsal sebeplerle farklar vardır. Abbasiler İslam’ı yaymak için savaştıklarını söylerler; onlara karşı kölelerin isyanını başlatan Ali bin Muhammed de… Karmatiler İslam devleti kurmuştur, günümüzde İran da kendini İslam Cumhuriyeti olarak tanımlamaktadır. Suudi Arabistan, Lübnan Hizbullahı, İhvan, El-Kaide ya da IŞİD de İslam ideolojisini rehber edindiğini söylüyor. Hatta Tayyip Erdoğan da benzer sözler sarf ediyor. Bütün bunlar göstermektedir ki herkesin kendi İslam’ı vardır. Daha doğrusu bayraklaştırılan İslam ideolojisinin içeriğini belirleyen şey sınıfsal ilişkiler olmaktadır. Tarihten bugüne din ezen bir sınıf ya da ulusun bayrağı haline gelebilirken ezilen sınıf ve ulusların bayrağı da olabilmektedir.
Bu nedenlerle devrim mücadelesinde dine karşı savaşmak mücadele yürütenleri körleştirir. Siyasi örgüt ve devletler değerlendirilirken hangi sınıfı temsil ettiği, programı ya da anayasasının hangi sınıfın çıkarma düzenlendiği ve eylemlerin hangi sınıfa hizmet ettiğine bakılmalıdır. Ayrıca eylemlerini kime karşı, hangi politik hedefe karşı belirlediği de o örgütün niteliğini ele verir. Siyasi bir örgütü ya da devleti nitelemede dinin referans alınması çoğu kez doğru sonuçlara ulaşılmasını engeller. Din, sınıfsallığı kapatan bir örtü işlevi görür. Bu anlamda “İslâmî faşizm” kavramı doğru değildir.
Faşizm karakterini sınıfsallığından alır; niteliği emperyalizm ve proleter devrimler çağında hâkim sınıfların açık terörcü diktatörlüğü olmasıdır. İran gibi kendini İslam Cumhuriyeti olarak tanımlayan kimi devletler faşizmle yönetilmektedir. Ama bu devletlerin faşist olmaları İslâmî ideolojiyi benimsemeleri kaynaklı değil dayandıkları sınıfsal yapı kaynaklıdır.
İslam ideolojisinde Batı karşıtlığı vardır. Ama bu daha çok kültürel konular ve yaşam tarzı ile ilgilidir. Emperyalizm karşıtlığı bu sınırlılık içerisindedir, kapitalizm karşıtlığına dayanmaz. Bu ise iktidar olduklarında onları hâkim kapitalist sistemle bütünleşmeye götürmektedir. İslâmî söylemlerde halkın hoşnutsuzluğunu harekete geçirici bir etki vardır. Buna karşın var olan hâkim sistemle uyum sağlama, ona iltihak etme özelliği de baskın şekilde vardır. Bir taraftan Batı’ya -değerlerine- karşı olmak diğer taraftan emperyalist şirketlerle ticari ilişkiler ve ortaklıklar kurmak… Bu noktada “gerçek İslam” tartışması üzerinden sınıfsal ve politik gerçekler gün yüzüne çıkar. Dini ya da İslam inancını temel alarak politik değerlendirmeler yapmanın güçlüğü açıktır.
Türkiye’de faşist diktatörlüğün yönetimindeki AKP ve Erdoğan’ın halka dönük baskı politikaları her bir akım tarafından farklı tanımlanabilmektedir. Bunlar içerisinde Aydmlanmacı sol, AKP karşıtlığı üzerinden “İslâmî faşizm” söylemini öne çıkarır. ABD ve AB emperyalistlerinin geliştirmiş olduğu söylemi kullanmaları rastlantı değildir. Aynı değerler ve ideoloji üzerinden baktıkları için de böyledir. Elbette ki liberaller ile Aydmlanmacılar arasında politik farklılıklar vardır. Fakat teorik, ideolojik, felsefi düzlemde aynı değerlere dayanmaktadırlar. Aydınlanmacılar liberalleri eleştirirler. Örneğin Korkut Boratav, liberallerin bir kesiminin AKP’nin 2013 sonrası sürecini “sağ popülizm” olarak değerlendirmelerini eleştirir. Bunun egemen sınıfların çıkarma hizmet eden bir söylem olduğunu belirtir.
Türkiye’de “İslâmî faşizm” söyleminin mimarlarından birisi K. Boratav’dır. Cumhuriyet ve Birgün gazeteleri onunla aynı ideolojik paydayı paylaşırlar. Söz konusu gazeteler açıktan “İslâmî faşizm” demeseler bile AKP karşıtlıkları Aydınlanmacı değerler üzerine şekillenir. K. Boratav faşizmi akıl dışılık olarak değerlendirir, laikliğe ve laik değerlere saldırı olarak görür. Yine yetkilerin tek elde toplanması ile faşizme geçildiğini savunur. Ona göre ne Kemalizm ne de düne kadar TC devleti faşisttir. Boratav, 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte faşizme geçildiğini iddia eder. “İslâmî faşizm”in ise 24 Haziran 2016’dan sonra devletleştiğini söyler.
Kemalist Boratav, Aydınlanma değerlerini savunur, sözde işçi sınıfı ve ezilenlerden yanadır. Fakat yaşamında hep işçi sınıfı ve ezilenleri, hâkim sınıflar arasındaki kliklerden birinin, Aydınlanma değerlerini savunanların peşine takmaya çalışmıştır. Yetkinin tek elde toplanması ile birlikte “İslâmî faşizm” söylemini Aydınlanma değerlerine karşıt olma ve yaşam tarzı üzerinden kurgular. Tüm yetkileri Erdoğan’dan daha fazla bir biçimde elinde bulunduran M. Kemal’e laf etmez. Hatta onu küçük burjuva radikali olarak görür.
Boratav, faşizmi sermayeden kopararak ele alır. Türkiye burjuvazisinin “İslâmî faşizme” korkaklığından dolayı karşı gelemediğini iddia eder. Mülkiyet haklarının ihlaline dahi burjuvazinin ses çıkarmadığını; Türkiye burjuvazinin kapitalist bir toplumun egemen sınıfı olma iddiasını yitirdiğini belirtir. Hatta “büyük sermaye de son tahlilde orta halli kapkaççıların yönettiği, yolsuzluğun zirveye çıktığı yozlaşmış kapitalizmi sineye çekiyor”[11] der. Kemalist Boratav, devletin kimin devleti olduğunu görmez, görmek istemez. Onun yaklaşımına göre devlet burjuvazinin, komprador büyük burjuvazinin değildir, ondan bağımsız bir kapitalizm vardır. Burjuvazi yakın dostlarına hatta kendisine ihanet etmiştir! Marksizmin bize öğrettiği ise burjuvazinin “ihanetlerle” dolu tarihidir; kârı nerede gördüyse oraya gider, başka bir sınıfın çıkarını savunmaz kendi çıkarlarına ise asla ihanet etmez. Kemalist Boratav, solculuk hatta devrimcilik olarak bildiği Aydınlanma değerlerine karşı “yapılanlar” karşısında bilimi altüst etmekten çekinmez. Boratav bu incileri sıralarken materyalizmi bir kenara atar, hiçbir sınıfın başka bir sınıfın çıkarı için çalışmayacağı bir tarafa Marksizmin devlet teorisini yerle bir eder. Boratav, Kemalizmin halk düşmanı niteliğini ve tüm gerici yönlerini devrim olarak sunmaktan çekinmez. Mustafa Kemal’i Cumhuriyet kadrosunun en devrimcisi olarak değerlendirir.
Boratav, TC’yi kuran hâkim sınıfların her ikisi de Kemalizm’den beslenen iki kliğinden birinin yanında kendisini konumlandırarak diğer kliği faşist ilan etmektedir. Kuşkusuz Boratav, bunu sınıf bilinciyle yapmaktadır ancak bu sınıf proletarya değildir. Boratav’ın açmazı şuradadır: Aydınlanmacılar, liberaller ve muhafazakârlar aynı ekonomik ve sınıfsal düzlemdedir. Aralarındaki fark politik alandadır. Hepsi Kemalist ideolojinin sınıfsal bileşeni içindedir. Politik alandaki kavgaları işçi sınıfı ve halkın sömürüsünden elde edilen kârın paylaşımı üzerinedir. Aydınlanmacılar da liberaller de bu düzenin devamı noktasında hem fikirdir. Her iki kesim de şiddet tekelini devlette görür; işçi sınıfı ve ezilenlerin isyanını terör ya da aşırılık olarak değerlendirir. Akılcıdırlar, seçimleri benimserler, “özgürlük, eşitlik ve adalet” savunucusudurlar. Kapitalist sömürü düzenine ve burjuva devlete asla karşı değildirler. Boratav da gerçekte farklı bir noktada değildir. Bu burjuva ideolojik bakış açısına rağmen kendini Marksist, sosyalist, devrimci dahi görür. Tüm revizyonistlerin yaptığı gibi…
Boratav, Kemalizmin Orta Çağ mirasını tasfiye edip tam bağımsız Türkiye’yi kurduğunu, saltanatı ve hilafeti kaldırdığını, anayasadan “devletin dini İslam dır” maddesini çıkardığını, laikliği ve Latin alfabesini getirdiğini, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiğini, şeriat hukuku yerine Avrupa hukukunu benimsediğini söyler. Bu düşünceler resmî ideolojinin tezleridir. Boratav, bu tezleri militanca savunur. Söz konusu “devrimler” olurken ayaklanma ve direnişe yol açmadığını söyleyecek kadar da aymazdır. Boratav, burjuva sınıf karakterinin bir sonucu olarak dürüst de değildir.
Aslında Boratav, CHP, ÖDP gibi partilerin ideolojik sözcüsü gibidir. Dönem dönem sitem ve eleştirileri olmakla birlikte halkı CHP bayrağı altında toplamaya çalışır. Temel derdi Aydınlanma değerleri, laiklik ve yaşam tarzı üzerinedir. Eğitimin İslamîleştirilmesinden şikâyetçidir. AKP’nin arkasındaki sınıfın burjuvazi veya büyük burjuvazi olamayacağını söyleyecek kadar da kendinden geçmiştir. Boratav, AKP’nin hukuk sistemini de şeriata yakınlaştıracağını, el altından şeriata geçileceğini iddia eder.
Bu görüşler sadece BoratavTa sınırlı değildir. Açık veya örtük bir şekilde geniş bir kesim tarafından savunulmaktadır. Reformist çevrelerin hemen hepsi, benzer argümanlarla AKP karşıtlığı geliştirir ve karşı devrim ve faşistleşmeden bahseder. Hatta liberallerin bir kesimi de farklı kavramlarla aynı argümanları savunur.
Hâkim sınıflar arasındaki çatışmada komünistlerin tavrının ne olması gerektiğini yazımızın başında Kaypakkaya yoldaştan yaptığımız alıntılarla ortaya koyduk. Biz bu çatışmada bir tarafı desteklemeyiz. Çünkü biz o çemberin dışındayız. Bizim için AKP, CHP, MHP gibi burjuva-feodal partilerin hepsi kompartıman farkına rağmen aynı gemide, aynı cephededirler. Hepsi komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarının farklı kliklerinin temsilcisi olan faşist partilerdir. Boratav dürüst değildir; ülkeye faşizmin 24 Haziran 2018’de geldiğini ve bunun “İslâmî” sıfatlı olduğunu söyler.
AKP hâkim sınıfların siyasi temsilcisi olan faşist bir partidir. Görünürde sunulanların ötesinde hâkim sınıfların açık terörcü diktatörlüğünü hayata geçirdiği için iktidardadır. Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar, Boynerler vs. kârlarına kâr kattıkları için onun iktidarda bulunmasına destek ve onay vermişlerdir. Laiklik, yaşam tarzı, ‘bilimsel’ eğitim vb. burjuvazi için olmazsa olmaz değildir. Bu alanları kendi sınıf çıkarlarına göre her zaman yeniden düzenleyebilirler. Eğitim, sisteme ve hâkim sınıfların çıkarlarına göre düzenlenip devletin istediği makul vatandaşı yetiştirmekle işlevlendirilmiştir. Laiklik, TC’nin benimsediği burjuva bir ilkedir. Diğer yandan Diyanet İşleri Başkanlığı devletin yani hâkim sınıfların çıkarları doğrultusunda dinin aktif bir biçimde kullanılmasını sağlar. Bu 1925’te de böyledir; 1950’de, 1970’te ve 2019’da da böyledir. Laiklik ya da din “elden gidiyor” söylemleri, hâkim sınıfların her ikisini de bir hâkimiyet aracı olarak nasıl kullandıklarını gizlemek ve geniş kitleleri bu politikaların arkasına yedeklemek için önemli bir işlev üstlenir. Bu ‘sorunlar’ devrimcilerin ve özellikle komünistlerin mücadelelerini dayandırdıkları temel sorunlar olamaz. Devrimcilerin, komünistlerin asıl sorunu faşist devleti yıkmak, iktidarı ele geçirmek üzerinedir. Hâkim sınıfların faşist devletine karşı mücadele ve savaşla karakterize olması gereken devrimcilik bir şekilde devlet savunuculuğu noktasına düşmüşse orada devrimcilik yoktur ya da ölmüştür. “İslâmî faşizm” söylemi farklı biçimde de olsa devlet savunuculuğu yapmaktır; halkı Aydınlanma değerleri etrafında devlete sahip çıkmaya çağırmaktadır.
“AKP faşizmi” üzerine
AKP’nin hem artan baskı ve şiddet politikaları hem de hâkim sınıf klikleri arasındaki çizgileri belirleyen, güçler ayrılığı ilkesini kaldırıp başkanlık sistemine geçmesi ve burjuva parlamentoyu işlevsizleştirmesi ile birlikte “AKP faşizmi” söylemi de hız kazandı. Bazı çevrelerce AKP faşizmi ile benzer bir biçimde “Saray faşizmi” söylemi de kullanılmaktadır.
AKP önce sözde “askeri vesayeti” kaldırdı ki bu yine sözde “derin devletin” tasfiyesi oluyordu. O zaman liberallerce demokrasi kahramanı; Aydmlanmacılar tarafından da “karşı devrimci” ilan edildi. AKP iktidarda gücünü sağlamlaştırdıkça daha da pervasızlaşmaya başladı. Gerçek amaç ve niteliğini gizlemeye yarayan söylemleri de terk etmeye başladı. Bu süreçte liberallerce “sivil faşizm” tartışmaları tedavüle sokuldu.
Günümüzde faşizm tartışmalarının neredeyse tümü AKP üzerinden yapılmakta ve devletle bağı koparılmaktadır. AKP, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının bir kliğinin temsilcisi olarak ABD’den icazet alarak kurulmuş faşist bir partidir. AKP’yi “İslâmî sermaye” ya da “Anadolu sermayesi” olarak tanımlayıp komprador büyük burjuvazi ve büyük toprak ağaları ile bağlarını koparanlar onun sınıfsal niteliğini çarpıtmakla kalmayıp AKP’nin iktidar olduğu devletin niteliğini de çarpıtmaktadırlar. Bazıları var ki AKP’yi faşist değerlendirirken devleti faşist değerlendirmemektedir.
Faşizm bir devlet biçimidir; tıpkı oligarşi, monarşi ya da burjuva demokratik diktatörlükte olduğu gibi hâkim sınıfın baskı ve sömürü aygıtıdır. Söz konusu yanlış değerlendirmelerde devlete içsel olan faşizm hükümete indirgenmektedir. Bu görüşlere göre faşist olan AKP, onun kurduğu hükümet ve şimdilerde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’dir. Bu yanlış görüş, hükümet değişikliği veya güçler ayrılığı ile faşizmin ortadan kalkacağı düşüncesi gibi başka bir ciddi yanlışa da kapı aralamaktadır. “Saray faşizmi”, “AKP faşizmi”, “AKP-MHP faşizmi” söylemlerinin politik alandaki yanlışlığı ortadadır. Elbette AKP ve MHP faşisttir ama faşist sistem bu partilerden veya hükümetten ibaret değildir. Bu durumda CHP, İYİP ve Vatan Partisi nedir? Faşizm, devlet mekanizmasının tümüyle ilgili bir durumdur. “AKP faşizmi” söylemi en hafif ifadeyle kolaycılıktır. Bir sonraki adım düşünülmeden, sadece halkın AKP’ye olan tepkisinden faydalanmayı hedefleyen, tutarsız bir politik söylemdir. Bu söylem, faşizmin, devlet biçimi olmasını yok sayar; faşizmi, bir partiye, hatta bir kişiye indirme basitliği gösterir.
1970’li yıllarda faşizm geniş bir kesimce tek bir partiyle; MHP ve onun terör eylemleri ile sınırlandırılıyordu. Daha sonraları “Milli Cephe faşizmi” söylemi geliştirildi. Bu da aynı içerikteydi. Anti-faşizm salt MHP veya Milli Cephe ile mücadeleye indirgenmişti. Bu durumu devlet de körüklüyordu. Sonuçta devlet “sınıflar üstü hakem” rolünü oynamak için bu durumdan yararlanıyordu. Bir dizi küçük burjuva örgüt devletin niteliğini kavrayamadığından, faşizmle savaşımın odağına devleti koymadığı için devletin politik hedeflerine de hizmet etmiş oldu.
Faşizmi salt bir partiyle, hükümetle sınırlamakla aynı özden beslenen başka bir yanlış da faşizmi askeri darbelerle, cuntalarla sınırlamak ve tartışmaktır. Liberal aydınların bir kesiminde bu yaklaşım fazlasıyla yaygındır. Parlamento ve burjuva siyasi partiler varlığını sürdürüyor, güçler ayrılığı prensibi işliyorsa faşizm yoktur! Liberal mantık böyle işler; devlet aygıtının ve faşizmin bunlardan öte ve daha bütünlüklü bir konu olduğu gerçeği yadsınır. Oysa gerçekte ülkedeki sınıflar mücadelesinin ve klikler arasındaki mücadelenin durumuna bağlı olarak parlamento kapatılır ya da açık tutulur.
“AKP faşizmi” söylemi dışında AKP’nin faşist olup olmadığı, faşizmin AKP ile gelip gelmediği özellikle liberaller, reformistler ve Aydmlanmacılar arasında tartışılmaktadır. AKP, faşizmi o kadar yoğunlaştırmıştır ki bu kesimler de bunu tartışmak zorunda kalmıştır.
TKP, faşizm tartışmalarında özgün bir yerde durur. Neredeyse TC’yi hiçbir zaman faşist görmemiştir. Hep “faşizm tırmanıyor”, “faşizm geliyor” söylemlerini kullanmıştır. Öyle ki 12 Eylül AFC’sine bile faşist diyememiş “askeri yönetim” kavramını kullanmıştır. 12 Eylül’ü rezilce “ulusal çıkarları koruyan” bir yönetim olarak görmüş, faşist MHP’ye vurmasıyla da olumlamıştır. “Ülkede işçi sınıfı ve ilerici güçlerinin savaşımı için elverişli koşullar yaratmıştır” diye belirtmiş, “Cuntayı destekleyen anti-faşist güçlerle ittifak kurmaktan”, savaşın sivri ucunu en gerici emperyalist çevrelere ve terörist gruplara çevirmekten bahsetmiştir. Buna paralel “faşist ve Maocu teröristler dışında” politik tutuk- lularm serbest bırakılmasını istemiştir. Bugün TKP geleneğini devam ettiren grupların da TKP’nin geçmiş dönemlerinden pek bir farkı yoktur. 12 Eylül sonrası bu çevrenin gündeminden de faşizm ve faşizm tartışmaları çıkmıştır, ta ki AKP’nin 2010 sonrası uygulamalarına kadar.
“Ergenekon” sürecinin başlaması sonrası tasfiye yaşayan kliğin çeşitli sözcülerinin, yapılanları faşizm ile faşistlikle nitelendirmeleri üzerine bugünkü TKP’nin de gündemine faşizm girer. TKP Siyasi Bürosu 2008’te “AKP, faşizmin bütün özelliklerini taşıyor”, başlıklı bir bildiri yayınlar. Bu çevrenin önemli kalemşörleri faşizmi farklı kavramlarla da olsa gündemlerine alır. Ülkede faşizm olmadığına ilişkin tonlarca yazı yazılır, faşizmin tarihi, dünyadaki gelişimi vs. anlatılır fakat bir türlü değil TC’ye hatta AKP’ye bile tam olarak faşist denemez. Faşizm, şovenist duruş noktasından açıklanır, “Faşizm emperyalizmin karşılaştığı sorunlara bağlı olarak ki bu çoğunlukla işçi sınıfın siyasi gücü ile ilgilidir, farklı biçimler alabilmektedir” denmektedir. Faşizmi salt emperyalizme bağlamaları sosyal şovenist bir bakışın ürünü olup Türk komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalarını aklama amaçlıdır. Güçler ayrılığı ilkesini burjuvazinin kendi egemenliğini kurmak için ortaya çıkardığı ileri bir uygulama olarak görür. Görüşleri Marks’ın bu konuya dair tespitlerini yok sayar niteliktedir. Neredeyse burjuvaziden daha fazla burjuva “güçler ayrılığı ilkesi”ni savunurlar ve onun olmamasını yani “tek adamlığı” faşizme özgü bulurlar. Fakat bu bakış açısını TC’nin ilk yıllarına, CHP’nin tek parti dönemine uygulamazlar. Faşizmi, “sermayenin burjuva demokrasi ile bir ülkeyi yönetemez hale gelmesi, yasama, yürütme ve yargıyı tekrar tek elde toplaması işçi sınıfı tarafından kontrol edilen ve etkilenen siyasi parti, sendika ve kitle örgütlerinin de tekelleştirilerek devlete bağlanması”[12] olarak görürler. Revizyonist bakış açıları ortadır. Yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanması ya da ayrıştırılması biçimseldir ve hâkim sınıf kliklerinin karşılıklı ilişkilerinin bir sonucudur. Güçler ayrılığı faşizm için belirleyici değildir. Halka karşı yasama, yürütme, yargı tek ses konuşur. Güçler ayrılığı, hâkim sınıf ve klikler arası ilişkileri düzenleyen bir uygulama olduğu kadar halk nezdinde devleti hakem rolünde göstermede kullanılan bir araç ve argümandır. TKP de aynı argümanı kullanıyor.
TKP, faşizmi AKP ile sınırlı bir bakış açısıyla tartışır. Teorileri, akademik düzeyde ve faşizmin geçmiş uygulamalarıyla anoloji yaparak ilerler. AKP iktidarının, faşizme benzediğini fark ederler ama orduyu; onlara göre Cumhuriyet’in, laikliğin ve ilericiliğin savunucusu orduyu tam olarak gericiler kazanamadıkları için faşizm hâkim değildir çünkü geçmiş faşizm örneklerinde ordu kazanılmadan faşizm hâkim olamamıştır. TKP, kimi reformist ve revizyonistler gibi, burjuva düzlemde bile AKP’nin faşizmi getirdiği tespiti yapamaz. AKP’nin faşist bir parti olduğunu düşünürler ama neden faşizme ihtiyaç duyduğunu açıklayamazlar. Diyalektik tersten işletilir. Bu görünen kurttur ama kurdun buraya nasıl geldiğini açıklayamadığımız için o zaman bu kurt değil mantığı işletilir. Burjuva sınıf ideolojilerine uygun olarak kıvrak bir şekilde diyalektiğe takla attırırlar.
İşçi sınıfı hareketinin mücadelesi gelişkin değil o zaman niye faşizme ihtiyaç olsun? (!) Halk defalarca kez katledilir, grevler yasaklanır, sokak gösterilerinde insanlar öldürülür, Kürtler soykırımı andıran uygulamalara maruz kalır, ülke bir bütün olarak açık cezaevine dönüştürülür ama işçi sınıfı mücadelesi gelişkin olmadığı için faşizm bir türlü gelmez. (!)
TKP’ye göre eğer faşizm varsa; köklü paradigma değişimine gittiği için, AKP’yi emperyalizm ve Türkiye sermaye sınıfı Türkiye’nin başına sarmıştır. 1923 “paradigmasından emperyalizmin dayatması ile burjuvazi vazgeçtiği için AKP belasına razı olmuştur. Tabii ki emperyalizmin dayatması olmasa burjuvazi, burjuva demokratik devrim “paradigmasına sadıktır (!) Emperyalizm ulus devleti çözmek için bu operasyonu yapmıştır. Ve dolayısıyla emperyalizm, ulusal refleksleri güçlü olan bir ülkede bu “paradigma” değişimini ancak faşizmi andıran (!) bir baskı rejimi ile yapabilirdi. Fakat yanlış anlaşılmasın, faşizm değil (!) Söz konusu Gelenek dergisi yazarı, burjuva bakışı ile Türk komprador burjuvazi ve toprak ağalarına hiçbir şey demeden hatta onların da baskıyla bunları kabul ettiğini iddia ederek komprador kapitalizmi aklar ve sözde anti- emperyalistlik üzerinden AKP’yi tartışır. Kemalist burjuvazi ihanet etmemiş, dayatmaya boyun eğmiştir. 1923 “paradigması” burjuva demokratik devrim “paradigması”dır. TKP, Kemalizm savunucusudur. AKP’nin, ABD emperyalizminin bir projesi olduğunu söyler ama yine de faşist görmez. TKP, Aydınlanmacılığın bir versiyonudur. AKP’ye karşı olması, o faşist olduğu için değil, AKP iktidarının “dinci, gerici” saldırganlığından dolayıdır. Gezi İsyanı ve bunun gibi kendiliğinden eylemleri de Aydınlanmacı değerler üzerinden okurlar. Kendilerini eleştiren liberaller ve reformistlere karşı savunuları Cumhuriyet’in laik, demokratik, ilerici değerlerini savunma temelinde olur.
TKP çevrelerinin AKP karşıtlığı “dinci gericilik” karşıtlığı üzerinden şekillenip Cumhuriyet savunusu üzerine kendilerini konumlandırmaktadırlar. CHP’yi ve bilumum reformist, liberal, revizyonist çevreleri “dinci gericiliğin” rejim değişikliği karşısında yeterli mücadeleyi göstermemekle eleştirmektedirler. Kemalist Cumhuriyeti “dinci gericiliğe” karşı savunma konusunda “sosyalist harekete” vaaz verirler. Onların sosyalist hareket dedikleri ise küçük burjuva sosyalistleridir. Politik olarak farklı olsalar ve hatta birbirilerini “sıkı” eleştirseler de bu bakış açısının benzeri liberal solda da mevcuttur. Yani hepsinin yaptığı bir şekliyle faşist Kemalist Cumhuriyeti savunmaktadır. TKP’nin tarihsel ilerlemeciliği tüm sefilliği ile dün Kürt katliamları karşısında faşizmin yanında ise bugün de sözde “dinci gericilik” söylemi altında TC’nin savunusu konumundadır.
TKP, özünde Boratav ile aynı burjuva düşünceleri savunur. TKP’nin söyleminin Boratav’m söyleminden yalnızca söylem farkı vardır. Birisi “dinci gericilik”, diğeri “İslâmî faşizm” diyor ama ikisi de Kemalist Cumhuriyetin laik, demokratik değerlerine militanca sarılarak bunların “sosyalist” hatta “Marksist” açıdan geliştirilebileceğini söyleyerek halkı faşist Kemalist Cumhuriyetin peşine takma mücadelesi verirler. Dünün SİP’i (Sosyalist İktidar Partisi) bugünün TKP’sinde yaşanan bölünme sonrası kurulan TİP (Türkiye İşçi Partisi) ve TKH (Türkiye Komünist Hareketi) de özünde aynı görüşleri savunmaktadırlar.
Liberallerin ve Aydınlanmacıların ortaklaştığı nokta Türkiye’de faşizmin olmadığıdır. Elbette Aydmlanmacılardan sadece AKP’yi “İslâmî faşist”, “dinci gerici” görenler de vardır ama özünde faşizmin olmadığını söyleyenlerle aynı argümanları ileri sürerler. Cumhuriyeti, “laik, demokratik” kesimi tasfiye ettiği ve güçleri tek elde topladığı için faşist görürler. Tabii faşist görenler parlamentarist mücadeleden başka bir yol da önermezler. Son tahlilde CHP’yle ittifakı ve onun peşine takılmayı salık verirler.
AKP’nin gemi azıya alması, faşist saldırganlığa hız vermesi sonucu liberaller ve aydınlanmacılar “faşizmin olmadığı” tespitinde o kadar zorlanmışlardır ki artık saçmalamaya başlamışlardır. Bu konuda iki yazardan nadide örnekler vererek saçmalığın boyutunu göstermek yerinde olacaktır. Bunlardan biri, liberal düşüncenin savunucusu Ahmet İnsel’dir. 7 Haziran 2016 günü Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde “sağcı otoriter popülizm ile İslamcı faşizm” başlıklı yazısı incilerle doludur. İnsel, son süreçte neofaşizm olarak adlandırılan faşist iktidarları “otoriter sağcı popülizm” olarak adlandırarak işe başlar ve Türkiye’de AKP’yi de bu kategoride değerlendirir. Bu hareketlerin gelecekte “faşizmlerini oluşturmalarını güçlü bir ihtimal” olarak görür ama şu an değil. İnsel, “Mevcut rejim, iktidar veya devlet faşist midir? ” başlıklı yazı ile incilerini sergilemeye devam eder. Yazı hem kavramsal düzeyde faşizm sorgulaması hem de AKP sorgulaması yapması bakımından önemlidir. A. İnsel’in sorgulaması liberalliğine uygun olarak “özgürlükçü ve barışçıl ilkeleri terk etmeden” yanıt üretmeye çalışır. Yani düzen sınırları içinde ve liberal değerler üzerinden “ne yapılabilir”in yanıtını arar. İnsel de çok iyi bilmektedir ki faşizm liberal devlet düzleminden çıkmıştır; “yalnızca özüne indirgenmiş liberal devlettir.”
İnsel, Türkiye’de iktidarın “faşist tınılar göstermesine, faşist eğilimler içermesine rağmen bunlar rejimin ve iktidarın merkezi ve baskın niteliği olmadığından” faşizm olmadığını savunur. İnsel diğer liberaller gibi idealist yöntemi işletir. Önce iktidara faşist dendiğinde sonuçların ne olacağını ortaya koyar oradan var olanın faşizm olmadığını açıklama çabasına girer.
A. İnsel, “Türkiye’de faşist bir rejim vardır” demenin son derece önemli siyasal sonuçları olduğunu; faşist iktidara veya devlete karşı ancak ona uygun yöntem ve araçlarla mücadele edileceğini bilmektedir. İnsel, Aydınlanmacıların bir kesiminin sergilediği hataya düşmez. Yani iktidara faşist deyip CHP’nin arkasında parlamenter mücadelede karar kılmanın tutarsızlığını görür. Fakat içine düştüğü bu çıkmazda öznel idealizme sarılıp var olanı faşizm olarak tanımlamayı sınıfsal çıkarı açısından uygun bulmaz. O, liberal düzlemde kalarak faşizmle mücadele edilemeyeceğini; seçimle faşizmin alt edilemeyeceğini bilir. Ki bu durum onu korkutuyor, bu nedenle faşizm demekten uzak duruyor.
Ahmet İnsel’in durduğu noktayı açık eden incilerini aktarmaya devam edelim: “Seçimlerin iktidarı değiştirmek için artık anlamsız bir işlem olduğunu iddia etmek, buna inanmak ya rejime teslimiyete yol açar ya da demokratik ilke ve yöntemleri terk eden örgütlenmelere başvurmayı kışkırtır. İç savaşa dönüşmesi büyük bir olasılık olan böyle bir gelişme Türkiye’de gerçek faşizmi o zaman getirebilir.”[13] İnsel, faşizmle mücadelenin demokratik ilke ve yöntemleri terk etmek olup olmadığı üzerinden Aydınlanmacılarla başka bir tartışmaya girer. Her iki taraf da burjuva devleti ve liberal değerleri politikalarına nirengi noktası yaparlar. İnsel, örtük olarak Türkiye’ye faşizm gelmemesi için faşizm kavramının kullanılmaması gerektiğini söyler. Hatta faşizme karşı mücadele ederseniz işte o zaman faşizm gelir diye de ekler. Ona göre kavramı kullanmazsanız olgu da olmaz (!) Seçimlerin varlığını asgari bir demokrasinin göstergesi gören İnsel bunun dahi söylemeye cesaret edebildiği (!) “totlitarizm” kavramı ile uyuşmadığını söyler. İnsel faşizm kavramını kullanmaz, totalitarizmi ise faşizmin yerine kullanır. Bu bir rastlantı değildir; liberalizm cephesinden Marksizme, komünizme ve de devrimcilere ideolojik saldırıyı içerir. Totalitarizm kavramının teorik dayanaklarını ve siyasal içeriğini tamamen liberalizm belirlemiştir. Bu kavramın içeriğini bilmeyen devrimciler, sosyalistler de kavramı yer yer faşizm yerine kullanırlar. Bu da tamamen liberalizmin etkisidir. İnsel ise bu kavramı bulunduğu pozisyonun bir gereği olarak bilinçli kullanmaktadır.
Totalitarizm kavramı 1920Terde İtalya’da faşizmi çözümlemek ve tanımlamak için ortaya atılmıştır. Gerçek anlamına, liberalizmin SSCB’ye ve bu kapsamda sosyalizme açmış olduğu ideolojik savaşla kavuşmuştur. Kapitalist sistemin savunulması ve korunması amaçlı oluşturulan bu kavram, emperyalist paylaşım savaşları sonrası sosyal demokratların da katkısı ile ortaya çıkmıştır. Onlar da liberalizmin bu kavramını kullanmayı tercih ederler. Totalitarizm, liberalizmin faşizm ve komünizm tanımlanması üzerine oturur. Dolayısıyla Marksist bir muhtevada olmadığı gibi Marksizme saldırının bir kavramıdır. MLM’ler faşizm tanımlamalarına uygun olarak onu kendi adı ile çağırırken liberaller imtina ile bunu kullanmaktan kaçınır; faşizmi ve onun şahsında burjuvazi ve kapitalist sistemi aklayıp komünizme saldırırlar.
Totalitarizm kavramı, komünizm ve güya faşizm karşısına konumlanan burjuva liberalizminin bir teorisidir. Baskıcı rejimleri tanımlamada kullanılır. Liberalizme göre faşizm de komünizm de baskıcı rejimlerdir, dolayısıyla ikisi de totaliter rejimlerdir. Basit anlatımı böyle olmakla birlikte buna ilişkin sayfalarca teorik çalışma olduğu da bilinmelidir. İlk başta faşizmi tanımlamada kullanılıyormuş izlenimi verir ama kavrama yüklenen esas amaç, MLM ve komünizme saldırıdır. Troçkistler de ideolojik akrabalıklarından kaynaklı bu kavramı kullanmayı tercih ederler.
Bu teorinin kurucularından birisi Hannah Arendt’tir. Bu liberal, temsil ettiği sınıfın çıkarlarına uygun olarak Marksizme, komünizme saldırıda sınır tanımaz ve her burjuva liberali gibi asla dürüst değildir. Liberal devlet ve totaliter devlet ayrımını yapar. Totaliter kavramı ile faşizmi aşar ve bunu “aşırılığın aşkın devleti” teorisi ile anlatır. Bu teorinin, faşizmin liberal devletin özüne indirgenmiş biçimi olduğu gerçeğinin üstünü örterek faşizmi aklar. Faşizmden daha azgın “olağanüstünün üstü” tanımlaması ile bu pratiğini devam ettirir. Faşist devleti, burjuva bir diktatörlük olma gerçeğinden çıkarıp totaliter devlet terimi ile anlatarak emperyalizmin, tekelci kapitalizmin konumunu ve pratiğini gizler. Arendt, faşizm ve komünizmi aynı totaliter çerçevede ve birbirine tıpatıp benzeyen, birbirinin ruh ikizi siyasi özneler olarak tanımlar. İtalya dışında faşizm tanımaz; Almanya’daki faşizm totaliterlik olarak görür. Arendt aynı zamanda, devrimci örgütleri totaliter hareketler olarak değerlendirir ve baştan olumsuzlar. Bunlar liberal teorinin bilinen iki yüzlü yorumları ve pragmatizmidir.
Totaliter devlet kavramını ve teorisini oluşturan liberalizm, bununla liberal, demokratik, otoriter, tanımlamalarla nitelediği kapitalist devletin tüm baskıcı, sömürücü, şiddet içeren özelliklerinin de üstünü örter. Burjuva demokrasisinin aynı zamanda bir diktatörlük olduğunu ve kendi kavramlarıyla ifade edecek olursak onun da “totaliter” olduğunu görmez. Liberal demokratik devletlerin olağan siyasal koşullarda bile nasıl baskıcı bir karakter sergilediği, tüm toplumu gözetim, denetim ve tahakküm altında tutması görmezden gelinir.
Komünistlerin faşizme ve devlet konusunda yaptıkları bilimsel analizler karşısında liberalizm kendi teorik-ideolojik saldırısını hayata geçirmiş ve hâkim kılmaya çalışmıştır. Teorik alandaki bu tartışma özünde kapitalizm ile komünizm, burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin; sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Faşizmin, kapitalist sistem ve egemen sınıfla olan ilişkisinin açığa çıkarılması liberalizmin en dayanaksız noktalarından biridir. Dolayısıyla hep bu noktayı hedefleyen teoriler üretir; söz konusu ilişkiyi görünmez kılmaya ya da bulanıklaştırmaya uğraşır. Tabii ki bu liberal teoriler öncelikle komünizme, MLM’ye saldırır.
Troçkistler de faşizm konusunda liberaller, reformistler ve Aydmlanmacılar ile özünde aynı şeyleri söylerler. Başka birçok örneği olmakla birlikte Troçkist “Devrimci Marksizm” çevresinin ortaya attığı teorilerle yetineceğiz. Zira ufak farklılıklarla tüm Troçkistler birey ve gruplar benzer görüşleri ileri sürmektedirler.
“Faşizm (…) işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız hareketlerinin yatağı olabileceği bütün örgütlerini ortadan kaldırması ile bütün öteki rejimlerden ayrılır. ‘Hitler hükümeti görevini ancak proletaryanın direncini kırarak ve bu direncin mümkün olan her türlü organını ortadan kaldırarak gerçekleştirebilir. Faşizmin tarihsel boyutu burada yatar.’”[14]
“AKP’nin bugünkü yönelişi faşizmin bu ayırıcı yanma uymamaktadır”, “yani bugünün verili koşulları çerçevesinde Türkiye burjuvazisinin bir faşist programa ihtiyacı yoktur.”[15] Yazar devamında Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin zaten yok denecek düzeyde olduğunu anlatarak faşizme neden gerek olmadığının, gerçekleşenin neden faşizm olmadığının teorisi yapıyor. Bu görüşler Troçkizmin sınıf niteliğine uygundur. Birçok gündemi ve özellikle son dönemde devlet yönetimindeki değişimleri ‘akademik’ düzeyde ele alan Troçkizm, şablonculuğu ve idealist yöntemi sayesinde hep aynı noktaya demirler. Ne faşizm ne işçi sınıfı mücadelesi ne de devrimin koşulları olgunlaşır. Bu sürekli “olgunlaşamama” durumu Troçkizmin evrimci revizyonist tezlerinin kaynağıdır. Ve bu nedenle Troçkizmin öncülük ettiği her ciddi siyasi pratik kaçınılmaz olarak reformizme ve sınıf uzlaşmacılığına varır.
“Sınıfçı” gözükmeleri Troçkistlerin belirgin özelliklerinden biridir. Köylülük, Kürtler, Aleviler, kadınlar gibi ezilen ve sömürülen kesimlerin koyu bir baskı altında tutulması, örgütlenmelerinin tasfiye edilmesi, katliamdan geçirilmesi vb. “istibdat”a delil olabilir ama faşizm olamaz. Çünkü işçi sınıfı örgütleri dağıtılmamıştır. (!) Yazar az ileride ise kendini yadsıyarak rejimin hızla faşistle- şebileceğine dair fikir yürütür.
“Önemli olan Türkiye’de istibdat rejiminin en gelişkin haliyle henüz kurulmamış olduğudur. Tehlike büyüktür. … Tayyip Erdoğan’ın mutlak istibdadı, faşizm olarak değil Rabiizm olarak görülmelidir. Ama her an faşizme dönüşebilecek bir karakter taşır.”16 66 … Gelişmesinin belirli bir aşamasında Rabiizm isçi sınıfının göreli olarak bağımsız örgütlerinin kendi önünde birer engel oluşturduğu izlenimine kapılabilir. Ayrıca kendisini bu örgütleri kapatacak ya da Hak-İş ve Memur-Sen ile bütünleşmeye zorlayacak kadar güçlü hissedebilir. O takdirde rejimin hızla faşistleşeceği tartışma götürmez.”[16][17]
Yazar “büyük sınıfsal” bakışı ile olayları “analiz” ediyor fakat o kadar “bilimsel” bir yöntem kullanıyor ki iktidarın “izlenime kapılarak” ve “hissederek” hızla faşistleşebileceğini savunuyor. Burada gerçekte ne sınıfsal bakış açısı ne de faşizmi somut olgulara dayandırma tutumu vardır.
Troçkistler de faşizmi, kapitalizmin krizini barbarlığa taşıyan bir yönetim olarak görürler. Bu ise aslında liberalizmin bakış açısıdır. Kapitalizm, faşizm ile birlikte barbarlığa gerilemez; krizini farklı bir yöntemle, faşizmle aşmaya çalışır. Kurulduğu günden bu yana TC faşizmi de toplumu ilkel barbarlığa döndürmemiştir. Kendi güçsüzlüğünü ve sürekli kriz durumunu faşizmle yönetmeye çalışmıştır. Troçkistlerin iddia ettiği gibi “faşizm insan uygarlığının çözülme biçimi” değildir. Faşizm ile mücadele edilmediği, bu koşullar devrime taşınamadığı sürece tüm çözülme emarelerine karşın kapitalizm yaşamaya devam eder ve kendini yeniden üretebilir. Bu kapsamda faşizm, ezilen insanlığın çözülmesi de değildir. Çünkü kapitalizmde sınıfsız bir insanlıktan bahsedilemez. Troçkizmde içerili burjuva liberal teorinin göstergelerinden biri liberalizm menşeili “faşizmin insan uygarlığının çözülme biçimi” olduğu önermesidir.
Troçkistler de tüm revizyonist karakterlerini bu konuda gösterirler. Faşist devletin halka azgınca saldırılarını keskin “işçici” söylemle görmezden gelirler. Yaşanan gerçekleri inkâr etmemeye hatta ona ilgi göstermeye çalışırlar fakat “faşizm değil istibdat rejimi” diyerek politik sorumluluktan da sıyrılırlar. Troçkistler burjuva sistemin onlara tanıdığı alanın dışına çıkmadan Marksistlik, işçicilik oyunlarına devam etmek istiyorlar ve bunu da yapıyorlar. Onlar da devleti faşist değerlendirmenin son derece önemli siyasal sonuçları olacağının bilincindedirler. Faşizme karşı mücadele ancak bu duruma uygun araç ve yön temlerle yapılır. Troçkistler siyasi alanda cereyan eden gelişmelere dair analiz yapmaktan ve söz söylemekten geri durmasalar da bu sözlerine dahi uygun pratiğe yönelmekten geri dururlar.
Reformist, liberal, Aydmianmacı, Troçkist vb. sol kesimlerin faşizm karşısındaki çaresizliklerini belli örneklerle ortaya koymaya çalıştık. Kendine özgü teorilerine karşın bu akımlar özünde aynı yerde durmaktadır. Bu yer sınıf uzlaşmacılığı ve devrim karşıtlığıdır.
Bir dönem kapitalist sistemin krizini aşmak için neoliberal sermaye birikim ve soygun planı devreye konmuş ve bu “Yeni Dünya Düzeni” (YDD) olarak pazarlanmıştı. Emperyalizmin sözcüleri bu süreci “küreselleşme” olarak da tanımlamışlardı. İşçi sınıfı ve halkı teslim almaya dönük saldırıların arttığı bu dönemde “küresel emperyalizm”, “neoliberal faşizm” gibi revizyonist teoriler dolaşıma sokulmuştu. Bugün bu teoriler pek konuşulmuyor. Çünkü tarif edildiği haliyle pratikte ne “küresel emperyalizm” kaldı ne de “neoliberal faşizm.” Bu konu bağlamında “neoliberal faşizme” ilişkin de bir şeyler söylemek yerinde olacaktır.
Neoliberal sermaye birikim modeli tam bir talanı ifade ediyordu. Sermayenin girmediği yer kalmayacak, dünya üzerinde sermaye ve emek gücünün dolaşımında hiçbir sınır olmayacaktı. Bu talan modeli halka ise “demokratikleşme” olarak sunuluyordu. Oysa bu talanı yapabilmeleri için devletin zor mekanizmalarının daha fazla ön plana çıkartılıp ideolojik aygıtların daha fazla işlevli kılınması gerekiyordu. İşte bu süreçte baskının daha fazla artma olasılığını “neo-liberal faşizm” olarak tanımlayanlar oldu.
Faşizmin gelişmesi için liberal sistemin olması birinci şarttır. Ancak liberal sistem eş deyişle kapitalist sistem, illa Batı Avrupa’daki biçimlerle birebir paralellik arz etmek zorunda değildir. Liberal sistem kendisini Japonya’da “İmparator ulusal simgesi” ile Türkiye gibi ülkelerde faşist diktatörlükle ifade edebilir. “Yalnızca kendi görüşüne, yalnızca kendi işleyişine indirgenecek bir liberal devlet fikri çelişiktir; çünkü mülkiyet sahiplerinin serbestçe birleşmeleri en azından otoriter bir pratik içerir. Lock de devletin ‘cezalandırma hakkı ve görevi’ olduğunu söylemiyor muydu? Dolayısıyla faşist devlet yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal devlettir.”[18] Fakat “neoliberal faşizm” de devlet biçiminden ziyade partilerle açıklanıyordu. Neoliberalizmin karanlık bilançosunun “neoliberal faşizm”i devreye sokacağı hesaplanarak bu teori oluşturulmuştu.
“Neoliberal faşizm”in teorik zemini “küreselleşme” ile birlikte ve ulus devletin aşınması üzerine kuruluyordu. Ulus devletlerin salt zor mekanizmasına indirgendiği hatta bu zor aygıtının ulus devlet şahsında mega şirketlerin güvenlik gücüne dönüştüğü iddia ediliyordu. “YDD”nin kapitalizmin krizine bir “çözüm” olarak “neoliberal faşizmi” devreye soktuğu söyleniyordu.
Bütün bu teoriler de yanlış bir temel üzerine kurulmuştu. Öncelikle ulus devletler aşılmamıştır hatta bugünlerde ulusal sınırlar daha ön plana çıkmıştır. Emperyalistler arası mücadele, ulusal sınırlar ön plana çıkarılarak verilmektedir. ABD-AB, ABD-Çin, AB-Rusya arasındaki ekonomik savaşlarda bunu rahatça görmek mümkündür.
“Neoliberal sermaye birikimi” tüm ülkelerde işçi sınıfı ve halk üzerinde baskının artmasına sebep olmuştur. Ama bu geçmişte olandan niteliksel bir farkı ifade etmemektedir. Faşist diktatörlükle yönetilen ülkelerde faşizm daha azgınlaşmış, kapitalist-emperyalist ülkelerde burjuva demokrasisi tırpanlanmış, sınırlanmıştır. Örneğin Türkiye’de faşist devlet biçiminde niteliksel bir değişim olmamıştır. Bunun olabilmesi için toplumsal yapıda, sınıf ilişkilerinde değişim olması gerekir. Bunun olmadığı durumda emperyalizmin talanını daha da artırma politikaları ne emperyalizmin yeni bir aşamaya geçmesi ne de yeni bir devlet biçiminin ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla bu süreç “neoliberal faşizm” olarak da tanımlanamaz. “Neoliberal faşiznT’in partiler veya hükümetlerle sınırlanması faşizmi devlet biçimi olmaktan çıkardığı için de var olan gerçekliği açıklayıcı niteliği yoktur.
Bugün “neoliberal faşizm” ağırlıklı Avrupa’da “göçmen karşıtlığı”na paralel gelişen ırkçılığı adlandırmak için kullanılıyor. Bu adlandırmanın sınıfsal temeli ortaya konamıyor. Faşizmin bir özelliğini; ırkçılığı içinde barındırdığı için, salt bu sebeple, söz konusu süreç faşizmin hâkim hale gelmesi olarak tanımlanamaz. Ekonomik baskı ve ırkçı saldırganlık politikası yoğunlaşmıştır ancak bu, bu haliyle söz konusu ülkelerde faşizmin hâkimiyeti demek değildir.
Anti-faşist mücadele ve demokratik mücadele ilişkisi faşizm tanımlamasına bağlı olarak ona karşı mücadele biçimleri de belirlenir. Faşizmin nasıl tanımlandığı da politik çizgileri etkiler.
Türkiye’de faşizmin olup olmadığı bir tartışma konusuyken bir de faşizmin ne olduğu tartışması vardır. Daha çok THKP-C kökenli “sömürge tipi faşizm” denilen analizler mevcuttur. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Türkiye’de de yeni sömürgecilik ilişkileri ortaya konarak faşizm yeni sömürge devlet biçimi olarak gösterilir. Bu yaklaşım faşizmi kapitalist devletin bir alt türü olarak değil kapitalizmin dünya sisteminde örgütlenmesinin zorunlu sonucu olarak ele alır. “Sömürge tipi faşizm” teorisi buradan geliştirilir.
Bu tahlil en başta Kemalizmi küçük burjuva diktatörlüğü olarak gördüğü için hatalıdır. Dolayısıyla bu tahlili rehber edinenler her ne kadar faşist devlete karşı savaşsalar da ideolojik planda o devletin ideolojisinden kopamazlar. Bu görüş sahipleri II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası emperyalizmle 1946’da kurulan ilişki dolayısıyla devletin faşistleştiğini iddia ederler. Fakat emperyalizme bağımlılık 1946’dan sonra başlamamıştır. TC’nin kuruluşuyla birlikte emperyalizm ile bağımlılık ilişkisi başlamıştır. Ayrıca faşizm salt emperyalizmin ürünü de değildir. Ekonomik ve toplumsal yapının, sınıf ilişkilerinin hâkim sınıfların varoluşunu belirlediği bir devlet biçimidir. Faşizmi salt emperyalist ilişkilerle açıklamak tek yönlü dar bir bakışın ürünüdür. Anti-feodal, anti-kapitalist olmayan bir anti-emperyalizm milliyetçiliğe kapı açacağı gibi anti-emperyalizmle bağlantılı ele alınmayan anti-faşizm de sınıf işbirlikçiliğine kapı açar. Dolayısıyla bu görüş, keskin devlet karşıtlığını içinde barındırsa da ideolojik alanda Kemalist devlet ve onun değerleriyle hesaplaşamamıştır. Türkiye’de faşizmin yanlış tahlili, faşizme karşı mücadelenin de birçok ayak bağını üzerinde taşımasına yol açar.
Başka birtakım görüşler ise faşizmi bir devlet biçimi olarak değil bir parti veya hükümet biçimi olarak ele alır. Faşizmin böyle tanımlanması baştan düzen içi mücadeleyi koşullar. Yani mücadele burjuva-feodal kliklerin bir partisine karşı verilir, onun hükümetten düşürülmesine odaklanır. Ancak faşizme karşı mücadelede devleti merkezine oturtmayan bir mücadelenin başarı şansı yoktur. Yönetimdeki faşist parti ve onun halka saldırılarına karşı örgütlenen mücadelelerle faşist devlet biçimi değiştirilemez. TDH’nin 1970-1980 yılları arasındaki mücadeleleri bunu kanıtlamıştır. Bir kez daha ifade etmeliyiz ki faşist partilerin paramiliter güçlerinin halka saldırıları karşısında sessiz kalınmamalı, halkı bu kapsamda örgütleyip mücadele edilmelidir ama mücadelenin ağırlık merkezinin neresi olması gerektiği de unutulmamalıdır.
Faşizmi bir parti veya hükümetle açıklamak gerçeği ifade etmeyeceği gibi ona karşı mücadeleyi de iki şekilde de sakatlar. Birincisi, düzen içerisinde mücadeleyle faşizmin aşılacağı düşüncesine kapı açtığı için reformizme zemin sunulur. İkincisi, mücadeleyi esas noktaya yani devlete yöneltmediği için faşizme karşı başarı şansı olmaz. Devletin faşist karakterini aklama işlevi gördüğü gibi hâkim klikler arası iktidar mücadelelerine de kaçınılmaz olarak yedeklenilir. Bu hatalı bakış açısı devlete hakemlik rolünü yüklemiş olur.
Birçok akım, Kemalizmi feodalizme karşı -az ya da çok- burjuva demokratik devrimine önderlik etmiş bir hareket olarak ilerici değerlendirir, faşist görmezler. Öncelikle belirtmeliyiz ki Kemalistler burjuva demokratik devrimi yapmamıştır. Hatta yapmış olsalardı dahi emperyalizme bağımlılık, yarı sömürgelik gerçeği korunduğu müddetçe bu durum onun faşist olmadığına kanıt olarak gösterilemezdi.
Bu yanlış değerlendirmelerden hareketle Kürt katliamlarını, işçilerin ve komünistlerin katledilmesini, Takrir-i Sükûn Yasası’nı, İstiklal Mahkemeleri’ni vs. faşizmi önceleyen adımlar değerlendirerek Türkiye’de faşizmin, 1930’lu yıllarda İtalyan ve Alman faşistleri ile kurulan ilişkilerle geliştiğini söyleyen eklektik analizler de vardır. Bu analiz sahipleri de Kemalizmden tam olarak kopamamıştır. Kemalizme faşizm derlerse burjuva demokratik devrimi söylemleri boşa düşecektir. Bu nedenle ısrarlı bir biçimde Mustafa Kemal’i aklamaya, Kemalizmin faşizm olmadığını kanıtlamaya çalışırlar.
Devleti MLM yöntemle tahlil edemeyen çevreler, “AKP-MHP faşizmi” gibi faşizmi yönetimdeki partiye/partilere veya hükümet biçimine indirgeyen burjuva teoriler geliştirirler. Bu teoriler bugün olduğu gibi halk kitlelerinin mücadelesini her seferinde hâkim kliklerden birinin iktidar mücadelesine yedekler. Bugün Kürt Ulusal Hareketi’nin CHP’yi “Demokrasi İttifakı”na çağırması ya da liberal, reformist geniş bir sol yelpazenin CHP’den demokrasi beklentisi bu pragmatik burjuva düşüncenin ürünüdür.
“AKP-MHP faşizmi” denilerek faşizmin bir devlet biçimi olmaktan çıkarılması bir yana faşizmin emperyalizmle ilişkisi de koparılmış olur. Dikkat edilirse “AKP-MHP faşizminin” arkasındaki emperyalist ve komprador güçlerden hiç bahsedilmez. Tabii ki AKP-MHP ittifakı faşist bir ittifak ve faşist bir hükümettir. Ama bu yalnızca faşizmin bir parçasını, onu oluşturan hâkim sınıf bölüklerinden birini açıklar. Faşizmin sınıfsal dayanakları ve siyasi temsiliyetleri bakımından diğer ana parçasında yani CHP’de ifade bulan faşizm yadsındığı oranda halka güven veren doğru bir siyasi çizgi ortaya konamaz. Ülkemizde bu tür yanlışlara yol açan sebep, genel olarak faşizmin ve özelde Kemalizmin hatalı veya yetersiz tahlil edilmesidir.
Türkiye özgülünde faşizm tahlilinin içeriği devrim mücadelesinin yolunu belirleyen temel parametrelere sahiptir. Anti-faşist mücadeleyi Dimitrov’dan alıntılarla İbrahim yoldaş söyle özetler:
1- Anti-faşist mücadele aynı zamanda iktidarın kime ait olacağı mücadelesidir.
2- Faşizm ile politik buhran birbirine bağlıdır. Politik buhranı hâkim sınıflar faşizme kayarak çözmek ister.
3- Politik buhranın ikinci çözüm yolu, iktidarın anti-faşist birleşik cephenin eline geçmesidir. Üçüncü bir yol yoktur.
4- Anti-faşist halk cephesi hükümeti ile reformcu burjuvazi (Avrupa’da sosyal demokratlar bizdeki milli karakterdeki orta burjuvazi) hükümeti tamamen farklı şeylerdir. Birincisi faşizme ve gericiliğe karşı savaş aracıdır. İkincisi kapitalist düzenin korunması için gericilerle sınıf iş birliği yapma aracıdır.”[19]
İbrahim yoldaş Türkiye’deki durumu ise şu şekilde özetler: “Türkiye’de an- ti-feodal, anti-emperyalist cephenin sınıf muhtevasıyla, anti-faşist cephenin sınıf muhtevası aynıdır; işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazi, milli burjuvazinin devrimci kanadı. Bu sınıflar arasında birleşik cepheyi gerçekleştirme mücadelesi aynı zamanda bizim şartlarımızda anti-faşist cepheyi gerçekleştirme mücadelesidir.”[20]
Revizyonistler genellikle anti-faşist mücadele ile anti-emperyalist mücadeleyi birbirinden koparırlar. Türkiye’de anti-faşist iktidar mücadelesinin aynı zamanda anti-emperyalist ve anti-feodal iktidar mücadelesi olduğu gerçeğini görmek istemezler. Reformistler, liberaller, Aydmlanmacılar ve hatta devrimcilere kadar geniş bir çevre demokrasi mücadelesinden bahseder. Liberalizmin politik alandaki tahakkümü dolayısıyla neredeyse her çevre demokrasi mücadelesini düzen sınırları içerisindeki bir mücadele olarak algılar, onu burjuva demokrasisiyle sınırlar.
Kapitalizmde demokrasinin ne anlama geldiğini Lenin yoldaş şöyle anlatır: “(…) Emperyalizm demokrasinin yadsınmasıdır -bundan ötürü kapitalizmde demokrasi ‘erişilebilir’ bir şey değildir. (…) tüm demokrasinin açıktan ihlalidir.
Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm demokrasiyi bir hayal haline getirir ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrim ile devrilebilir; demokratik dönüşümlerle en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile proletarya (ve emekçi yığınlar -b.n) iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. (…)
Ekonomik açıdan emperyalizm (ya da mali-sermaye ‘çağı’ -sözcükler önemli değil) kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır. (…) Bu yeni ekonominin tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder. Bu Rudolf Hilferding, ‘Mali Sermaye’ adlı kitabında gayet haklı olarak ‘mali sermaye, özgürlük için değil egemenlik için çabalar’ der.
Gerek dış politikada gerek iç politikada emperyalizm demokrasiyi ihlal etme, gericilik kurma eğilimindedir. Bu anlamda emperyalizm genel olarak demokrasinin, (…) tüm demokrasinin su götürmez biçimde ‘yadsınması’dır. (…) Emperyalizm genel olarak tüm siyasal demokrasi ile çelişir.”[21]
Lenin yoldaştan yaptığımız uzun alıntıdan da anlaşıldığı gibi kapitalist sistemde demokrasiye ulaşma hayaldir. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi iktidarı alma mücadelesidir. Devrimci mücadelenin bir parçası olarak demokrasi mücadelesi verilebilir; ki bunun en temel işlevi işçi sınıfı başta olmak üzere bir bütün halkın bu savaşın içerisinde eğitilmesidir. Buradan anlamamız gereken şey, demokrasi mücadelesi proletaryanın iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmadığında kapitalist ya da burjuva-feodal sistemdeki aksaklıkları düzeltmeye hizmet edeceğidir. Bu da zaten sistem içidir ve onun için tehlikeli değildir.
Diyebiliriz ki ülkemizde demokrasi mücadelesi, devrim mücadelesinin bir parçasıdır ya da hiçbir şeydir! İktidar hedefli olmadığı durumda demokrasi mücadelesi yok hükmündedir. Faşizme karşı verilen her mücadele, demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Faşizme karşı devrimci mücadele ile demokrasi mücadelesi iç içe geçmiştir. Devrimci mücadelenin muhtevası aynı zamanda demokrasi mücadelesinin muhtevasıdır.
Sonuç olarak İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ve kurucusu olduğu Proletarya Partisi’nin faşizm tahlili sosyal ve siyasal pratikte her geçen gün yeniden doğrulanmaktadır. Komünistler için sorun, bu tahlil doğrultusunda demokratik halk devrimi mücadelesinin geliştirilmesiyle ilgilidir. Esasta yoğunlaşacağımız yer burasıdır.
Çok geniş bir kesimin liberal, reformist, revizyonist teorilerden etkilendiği böylesi dönemler bir kez daha Marksizm-Leninizm-Maoizm’in temel kavramlarının yerli yerine oturtulmasını ve en bilinen devrimci şiarların haykırılmasını zorunlu kılmaktadır. Sözümüz esas olarak devrimcileredir: Hâkim sınıf iktidarlarıyla kapitalizmin liberal ideolojisi, felsefesi ve teorileriyle mücadele edilemez. Reformistlerin, liberallerin, Aydınlanmacıların ve Troçkistlerin politik argümanları bildik revizyonist teorilerdir. Onlar o bataklıkta oynamakta özgürler. Biz ise bildiğimiz yolda yürümeyi sürdüreceğiz. Faşizme, faşizm diyemeyenler her buhran döneminde sahnedeki yerlerini alırlar. Bizler de her dönem onların gerçek yüzlerini teşhir etmek için bu burjuva sahneyi dağıtmaya devam edeceğiz.
Dipnot:
[1] İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Umut Yay., İstanbul 2013, s. 427
[2] George Dimitrov, Faşizm ve İşçi Sınıfı, Inter Yay., İstanbul 1996, s. 13
[3] İbrahim Kaypakkaya, a.g.e., s. 431
[4] A.g.e., s. 432
[5] A.g.e., s. 432
[6] A.g.e., s. 413
[7] A.g.e., s. 569
[8] A.g.e , s. 388
[9] A.g.e., s.391
[10] George Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yay., Ankara 1989, s. 133-134
[11] Korkut Boratav, Bugünkü İslamcı bir faşizm, Cumhuriyet, 08.01.2019
[12] Erhan Nalçacı, “AKP Ülkeyi Faşizme mi Taşıyor?”, Gelenek, Sayı: 108, Ocak 2010
[13] Ahmet İnsel, Mevcut Rejim, İktidar veya Devlet Faşist midir?. Birikim Haftalık Yazılar, 31.08.2017
[14] Sungur Savran, “AKPfaşist mi?”. Devrimci Marksizm, Sayı: 27, Yaz 2016, s. 35
[15] A.g.e., s. 35
[16] A.g.e., s. 56
[17] A.g.e., s. 57-58
[18] Maria A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, Pavel Yayınları, İstanbul 2000, s. 75
[19] İbrahim Kaypakkaya, a.g.e., s. 423-424
[20] A.g.e., s. 424
[21] V. İ. Lenin, Emperyalist Ekonomizm; Marksizmin Bir Karikatürü, Sol Yay., 1991, s. 19-20-39-40-43
Kaynakça:
DİMİTROV George, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yayınları, Ankara 1989
DİMİTROV George, Faşizm ve İşçi Sınıfı, Inter Yayınları, İstanbul 1996
KAYPAKKAYA İbrahim, Bütün Eserleri, Umut Yayımcılık, İstanbul 2013
LENİN V. İ., Emperyalist Ekonomizm; Marksizmin Bir Karikatürü, Sol Yayınları, 1991
MACCİOCCHİ Maria A., Faşizmin Analizi, Pavel Yayınları, İstanbul 2000
Devrimci Marksizm, Sayı: 34, “Faşizm: Dün ve Bugün”, İlkbahar 2018
Devrimci Marksizm, Sayı: 27, “AKP Faşist mi?”, Yaz 2016
Teori ve Politika, Sayı: 76, “Faşizm- Bonapartizm-Sezarizm”, Kış 2019
Marksist Teori, Sayı: 36, “Faşizm ve Anti-Faşist Mücadele”, 2019
Gelenek, Sayı: 108, “AKP Ülkeyi Faşizme mi Taşıyor?”, Ocak 2010
Birikim, Haftalık Yazılar, “Mevcut Rejim, İktidar veya Devlet Faşist midir?”, 31.08.2017
Cumhuriyet, Bugünkü İslamcı bir faşizm, 08.01.2019