Komünist Önder İbrahim KAYPAKKAYA’nın katledilişinin 49. yılına girdik. Yine O’nun mirası olan Proletarya Partisi’nin 50. kuruluş yıl dönümü içindeyiz. Bu önemli tarihsel kesitte, “dönemin kimi tanıkları”nın da dahil olduğu, bilinen ama “yeniymiş” gibi sunulan kimi belgeler eşliğinde İbrahim yoldaşın yakalanmasından katledilme sürecine dair bir kısım “eski Kaypakkayacı”, tartışma başlatmıştır.
İlk ana dava iddianamesi, dönemin kurucu kadrolarının polis ve savcılık ifadeleri, Önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA’nın savcılık ifadesinin tam metni üzerinden şekillenen bu tartışma, “tarihsel gerçekler” paravanıyla, yeni safsatalar yaratmayı içermektedir. TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın temel meselelerde, sürecin gizli kalmış esas yanlarını açığa çıkarmada bir işlevi olmadığını belirtelim. Parti iradesini manipüle eden, süreci değerlendirmede hatalara yol açan ve yeni bilgiler doğrultusunda yeni bir değerlendirme yapmaya yol açacak bir niteliği yoktur. Bu belgeleri “mal bulmuş mağribi” gibi İbrahim yoldaşa saldırıya dönüştüren aymazlığa ise söylenecek söz çoktur.
Bu dönemin tanıklarının da içinde olduğu KAYPAKKAYA çizgisinden nedamet getirmiş “eski Kaypakkayacı” cenah, onun çizgisini terk etmekle yetinmeyip önder yoldaşın “işkencede katledilmediği” iddiasıyla bir su bulandırma girişimi içine yaklaşık 50 yıl sonra girmişlerdir. Bu iddiaların çeşitli türevleri daha öncesinden de gündeme gelmişti. Bu defa ki farkı, “içerden” ve Kaypakkayacılık adına bunun dile getirilmesidir. Önder yoldaşın 90 gün boyunca faşist diktatörlüğün zindanlarında işkence altında olmasını ve katledilmesini “şehir efsanesi”, “putlaştırma”, “dogmatizm”, “subjektivizm”, “kısırlaştırma” gibi büyük büyük kavramlarla kendilerince mahkum etmektedir. Olan şeyin, KAYPAKKAYA’nın siyasal çizgisinden vazgeçmediği için “yargısız bir şekilde infaz” olduğu, işkence seanslarının ise esasta olmadığı yönlüdür.
Bu cenahın işkence tanımı sorunlu olduğu gibi önder yoldaşın yakalandığı dönemde “gözaltı ve tutukluluk” gibi hukuki olarak farklı statülere sarıldığını görüyoruz. Faşizmin böylesi hukuki normları hiçbir şekilde gözetmeyen sorgulama tarzını, ki böyle bir hukuki ayrım olsa dahi söz konusu KAYPAKKAYA olunca faşizmin bu hukuk normuna hiçbir şekilde uymayacağını, manipüle etmekten çekinmeyen bir cenah vardır karşımızda. Aslında bir şeyi manipüle ederken faşist diktatörlüğü nasıl kavradıklarını da görüyoruz. İddialarını temellendirirken faşizmin tarihinde pek de ihtiyaç duymadığı bir şeyi kanıt olarak sunmaya götüren bilinç bulanıklığına şahit oluyoruz.
Bu cenah, işkencenin faşizmin tarihinin bir parçası olduğunu çok iyi bilir. Sadece devrimci ve komünistlerin değil aydın-gazeteci-sanatçı-demokrat olan herkesin işkence tezgahlarından geçtiğini hatta adlilerin bile yoğun işkencelere maruz kaldığını bilmez değildir. 1970’ler ise devrimci-demokratik muhalefetin yaygınlaştığı ve bunun için özel işkencehaneler ve işkence tekniklerinin oluşturulduğu bilinmez değildir. Dönemin tüm ilerici-devrimci güçlerinin işkenceye tabi tutulduğu bir dönemde bu cenah, KAYPAKKAYA’nın işkence görmediğini söyleyecek kadar gözü dönmüştür.
Bu cenahın, KAYPAKKAYA fenomenini sadece “işkencede direnme” derekesine indiren yüzeysel yaklaşımdan muzdarip olduğu açıktır. Tartışmayı kasten bu eksene çekerek KAYPAKKAYA’nın “kızıl direnme ruhu” da dahil bütünlüğünü sinsi ve “Kaypakkayacılık” adına parçalama hedefi vardır.
KAYPAKKAYA’nın ardılları, 49 yıldır KAYPAKKAYA’nın sadece işkencede direnen bir devrimci karaktere büründürülmesinin onun komünist özünü karartacağı mücadelesini sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir. İbrahim KAYPAKKAYA gerçekliğinin sadece işkencehanelerde direnişle sınırlı olmadığı vurgusu, 49 yıldır bir ideolojik tutum ve İbrahim kavrayışı olarak ifade edilirken, bu cenah, sanki 49 yıldır İbrahim ardıllarının sadece işkencede direnmeyi öne çıkaran bir yaklaşımla KAYPAKKAYA’nın kavrandığı, bu eksende örgüt yapısının şekillendirildiği iddiasıyla bir gerçeği daha kötü şekilde manipüle etmektedir. Bu şekilde ya kendi dar ve sınırlı kavrayışlarını açık etmektedirler ya da KAYPAKKAYA yoldaşı bu sınırlar içinde tutarak aslında bunun da bir “şehir efsanesi” olduğunu anlatarak KAYPAKKAYA gerçekliğini ellerindeki kör kasap bıçağıyla doğrama hevesi içindedirler. Bilinmelidir ki ne çapları ne düzeyleri ne kavrayışları KAYPAKKAYA gerçekliğini ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.
Bu dar güruh, parti tarihinde bilinen bir gerçeği kendilerine dayanak yaparak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. O da kurucu kadroların polis ve savcılık tavrıdır. Bırakalım partiyi yakından bilen ve takip edenleri, Partiye üstün körü ilgi duyan herkes, kurucu kadroların bir kısmının polis ve savcılıkta aldıkları olumsuz tutumu bilir. Buna dair yazılmış romanlar, parti arşivine girmiş belgeler, yürütülmüş ve sonuçlandırılmış soruşturmalar vardır. Yani yeni ortaya çıkan bir şey değildir. Bu cenah, kurucu kadroların çözülmesini bir kaldıraca dönüştürmektedir. KAYPAKKAYA’ya saldırının örtüsü, bu kadroların durumu ön plana çıkarılarak gizlenmektedir. Halkımızın deyimiyle “eşeğini dövemeyenin semerini dövmesi” söz konusudur. Sinsi ve hiç kuşkusuz alçakça bir yöntem izlenmektedir.
Bu bilinen gerçekler üzerinden, düşmanın öğrendiği yeni bilgilerle KAYPAKKAYA’yı katletmeye yöneldiğini, bunu da işkenceli sorgularla yapmadığını iddia etmek, bunu tartışmak Kaypakkaya gerçekliği üzerinden sadece meleklerin cinsiyetini tartışmaya tekabül eder. Faşist Kemalist diktatörlüğün KAYPAKKAYA’yı özel olarak hedefe koyması, kurucu kadrolardan edindiği yeni bilgiler doğrultusunda olmamıştır. KAYPAKKAYA yoldaş, temel tezlerini TİİKP içindeyken bir mücadele sonucu oluşturmuştur. TİİKP kadroları devletin operasyonuna maruz kaldığında düşman bu belgeleri edinmiştir. Yine Parti kurulduktan sonrada bu belgeler düşmanın çeşitli operasyonları sonucu eline geçmiştir. Yani KAYPAKKAYA, temel teori ve kuramlarını oluşturup partisini örgütlemesiyle birlikte özel bir hedef olarak alınmıştır. Devletin, kurucu kadroların alınmasıyla birlikte KAYPAKKAYA gerçekliğine hakim olduğu ve özel yönelime girdiğini iddia etmek olsa olsa temelsiz iddialarını gerekçelendirmek için tarihsel olguları saptırmak olur. Kendi uydurduğu iddiaları gerekçelendirmek için olgulara kör olmak burada da karşımıza çıkıyor. Hiç kuşkusuz bu bakış açısını yönlendiren şey “ideolojik çürümüşlük”tür.
KAYPAKKAYA yoldaş, Vartinik Baskını’ndan beş gün sonra yakalandığı andan katledildiği ana kadar da yoğun bir işkence seansına tabi tutulmuştur. Yakalandığı andan itibaren devlet tarafından özel ele alınmış, ayrıksı tutulmuş ve diz çöktürmeye yönelik bir yaklaşım sergilenmiştir. KAYPAKKAYA’nın alındığı andan katledildiği ana kadar düşman tarafından özel ele alındığı, tecrit uygulandığı bu cenah tarafından dillendirilmektedir. Ancak anlaşılıyor ki bunun nedeni onlar açısından önemsizdir. Çünkü “neden?” sorusu onların çürük ve temelsiz yaklaşımlarını açığa çıkaracaktır. Şimdi bu gerçeklik ortada dururken, KAYPAKKAYA “işkence yapılırken mi katledildi, yoksa kurşuna dizilerek infaz mı edildi” tartışması, bu cenahın “tarihsel gerçekler” adlı gevelemelerinden başka bir şey değildir.
İbrahim KAYPAKKAYA, yakalandığı andan katledildiği ana kadar psikolojik, fiziksel her türlü işkenceye maruz kalmıştır. Devlet onun düşünce ve fikirlerini, partideki konumunu, teorik ve kuramsal çalışmasını ve onun ne düzeyde tehlikeli olduğunu bilerek bir tutum almıştır. Nihayet 3 aylık yoğun bir işkence ortamını da içeren bir sürecin sonunda onu katletmeye karar vermiştir. Bunun sebebi de sadece örgütsel sırları alamaması değildir. Asıl sebebi onun düşünceleri, devrimin yoluna dair izlediği hat, düşman bilinci, Kürt meselesi, Kemalizm gibi konularda oluşturduğu teorik bütünlüktür. Katledilmesinin temel nedeni budur.
Bahsettiğimiz cenahın, aslında KAYPAKKAYA’nın işkence altında ölmediği, bunun uydurulmuş “bir şehir efsanesi olduğu”, kurucu kadroların bir kısmının polis ve savcılıkta çözülmesiyle devletin elde ettiği bilgilere dayanarak KAYPAKKAYA’yı “işkenceye tabi tutmaksızın” yargısız infazla katlettiği tartışması, gerçekler karşısında tam provokasyon girişimidir. KAYPAKKAYA kavrayışlarındaki sığlık, yetersizlik ve ondan kaçış halinin bu iddiayla bir bütünlüğe kavuşturulması girişimidir. Bu cenahın tam 49 yıl sonra kafalarına düşen hangi taşla uyandıklarını, hangi hesabın parçası olduklarını bilme olanağımız yoktur. Ancak sınıf mücadelesi ve KAYPAKKAYA ile ilişkilenmede sınırlı ve dar ufuklarını bu tartışmayla temellendirdikleri açıktır. Bu sınırlı ve dar ufuklarıyla önder yoldaşımızı konu ettikleri tartışma ise “ucuz bir tarihçilik” olmanın ötesinde tam bir “ideolojik-politik bunaklık” halidir. KAYPAKKAYA ve onun çizgisi ilgi alanlarından çıkan bu cenahın, provokatör bir şekilde, tamamen yanlış tanımlama ve kavramlaştırmalarla, faraziye dayanan ve gerçekliği yadsıyan yorumlarla yürüttükleri KAYPAKKAYA tartışması, sadece onların bulunduğu bataklıkta debelenerek daha fazla batmalarını sağlayacaktır. Bu bataklıkta debelenme hakları ve özgürlükleri vardır. Bu hak onları politik olarak daha fazla gericileştirecek, içinde bulundukları bataklığı daha fazla benimsemeye götürecektir.
KAYPAKKAYA, fikirleriyle, kuram ve ideolojik tutumuyla ve nihayet onu tamamlayan işkencehanelerde direnişiyle düşmanın korkulu rüyasıdır. O, fikir ve görüşlerinin yıkıcı karakteriyle her türlü oportünist, reformist ve liberal “sol” kesimin de görmek istemediği, saklamaya çalıştığı kızıl bir meşaledir. Onun bütünlüklü duruşunu sahiplenmek, ateşten gömlek giymektir. Onu karartmaya çalışmak, spekülasyon malzemesi yapmak, bunu “içerden” yapmak ise ancak bulunduğu yeri meşrulaştırmaya çalışan burjuvaların işi olabilir. Şimdi bir grup çürümüş burjuva bu görevi yerine getirmeye çalışarak, kendine bu eksende zemin arayanların alkışları eşliğinde “vay be nelere inanmışız, nelerin ardından gitmişiz, kimleri kimleri bu uğurda boşu boşuna kaybetmişiz” yaklaşımına ikna ederek, gönül rahatlığıyla “bir tarihin sayfasını kapatarak” bulundukları bataklığın keyfini çıkarmaya çalışmaktadır. Ancak unuttukları şey, KAYPAKKAYA yoldaşın fikirleri ve direnişiyle hala güncel olduğu, yol gösterici niteliğini koruduğu gerçekliğidir. Bunu karartmaya ne güçleri ne seviyeleri, ne “ucuz tarihçilikleri” ne de bilinen şeyleri “yeniymiş” gibi yutturmaya çalışan “ideolojik-politik bunaklıkları” yetmeyecektir.
7 Ekim’de ölümsüzleşen Hindistanlı Maoist G. N. Saibaba için Partizan tarafından anma düzenlendi. “Lal Salam Saibaba!”
7 Ekim’de ölümsüzleşen Hindistanlı Maoist G. N. Saibaba için Partizan tarafından anma düzenlendi. 10 yıllık tutsaklığın ardından tahliye edilen ve...