H.Merkezi:Tutsak bir Partizan’ın kaleminden “M.Usta’nın Çıkmazı Üzerine” başlıklı yazıyı siz okurlarımızla paylaşıyoruz. Yazının önemli bir bölümü hapishane idaresi tarafından kesilmiş olmasına karşın genel bütünü tarifleme olanağına sahip.
“… Dışarıyı olanaklarımız ölçüsünde takip ediyoruz. Ayrıntılara genellikle çok sonra “vakıf” olabiliyoruz. Bu da bizi acele görüş oluşturmada veya analiz etmede çekingen yapıyor. Oysa günümüzün iletişim, propaganda araçları dakikayı dahi bazen belirleyici kılıyor. Ama gene de “serinkanlı” davranmak tercihimizdir. Bilmeden, anlamadan açıklamalar yapanların düştükleri hatalar bu anlamda uyarıcı niteliktedir.
Özgür Gelecek’e yansıyan/yansıtılan problemden önemli derecede haberdarız. Genel bir yaklaşım belirlenmiş tavır alınmış durumda. Bunun olabildiğince yayılması, benimseniş kılınması önemli tabi. Bazıları, “şu koşullarda böyle sorunlar” deyip meseleyi küçümsüyor olabilir. Elbette haklı bir serzeniştir bu. Ne var ki “biz” olmayı başarmadan da yol almak olası değil. Ayakları üzerine dikilmedikçe ilk insanımsılar ellerini, dolayısıyla beyinlerini işlevli kılamadılar değil mi?! Ne zaman ki eller ayaklardan bağımsız organlar halini aldılar, işte o zaman “insanın evrimi” yepyeni bir aşamaya girdi. Bizim için ayaklar üzerine dikilmek ilkeleri tesis etmektir, onları uygulanır kılmaktır, ölçüt haline getirmektir. Çokça dile dolanan “birlik” bununla mümkündür; ille de birlik olsun ister çamurdan olsun, diyemeyiz, demeyiz de!
Özgür Gelecek’te yayınlanan bir mektup okudum. M.Usta imzalı bir mektup. “Birlik” kaygısı, niyeti üzerine inşa edilmek istenmiş mektup. Bunun anlaşılır, en doğru anlamda haklı bir kaygı, niyet olduğu söylenebilir. Fakat hiçbir şey gibi buradaki kaygı da, niyet de saf değildir. Yazarın “öz” amacından bağımsız yanlışları olmakla beraber, aksine tam da onun özünden kaynaklanan yanlışları da bulunuyor mektubun…
Öncelikle mektubun sunuluşundaki manipülasyona dikkat çekmek gerekir. Bu mektup kime yazılmış? “Amed Zindanı Direnişçisi” sıfatı neden özellikle vurgulanmış?
Mektupta konu edilen sorunlar ve sorunlara karşı benimsenmesi tavsiye edilen, önerilen yaklaşımlar Özgür Gelecek sayfalarının konusu mudur ki mektup burada yayınlanıyor? “Yapı içindeki sorunlar artık herkes tarafından bilinmektedir” deniyor mektupta. Bu iyi bir şey midir? İyi değilse bu mektup neden “herkese” duyuruluyor? Amed direnişçisi olmanın “kimlik” bildirimi dışında nasıl bir anlamı olabilir burada? İsimler üzerinden yapılan bu propaganda hangi aklın marifetidir? Bunun kolektifin ilkeleri, değerleri ile örtüşmediği açık değil midir? Kimi, hangi kimliği kime propaganda ettiklerinin farkında olmadıklarını söyleyebilir miyiz? Elbette söyleyemeyiz. Yazarın amacını bilemem ama bu mektubu bu biçimde sunanlar çok açık biçimde “kitleye” propaganda yapmaktadır. “Her şey” bilinir kılındıktan sonra bugün de “ayrılık” netleştirilmektedir. Mektuptaki “öz”de kalan kaygının zerresi bu biçimde yoktur.
Mektupta “saldırgan pratik” konu edilmiş. Demek ki bilindik tek taraflı bilgilenme hayata geçmiş. Bu bilgiden şüphe duyulmaması elbette sorgulanması gereken bir husustur. Güven olgusu kötü bir seviyede anlaşılan. Meselenin bir tarafı bu. Ama esas olan sorun bu değil. Mektup “büro baskınları” olayına ilkesiz, örgütsüz, süreçte bihaber bir yaklaşımla bakmış! Deniyor ki o mektupta: “Anlaşılan o ki; siz değer derken bilgisayarları ve binanın içinde bulunan diğer malzemeleri anlıyorsunuz…” Bir önceki cümlede ise değerin ne/kimler olduğu tarif ediliyor: “Sizin baskın düzenlendiğiniz ve tartaklayarak dışarı attığınız devrimci basın çalışanları bu mücadelenin o alandaki ana değerleridir”! Hepimiz biliriz ki iğneden ipliğe her malzeme kolektif için değerdir! Bunların çarçur edilmesine göz yumulmaz. Bu gibi değerlerin “koletifin değeri” olarak kalmasına da önem verilir. Dolayısıyla bunların sahiplenilmesi, korunması, denetime alınması devrimci bir sorumluluktur. “Zorla el koymak” olarak tanımlanan sorumlu davranışın aşağılanması tek kelimeyle üzücüdür. Burada bilgisizlikten öte bir yaklaşım söz konusu. Kuşkusuz yanlış bilgi yönlendiricidir, gerçekliği değil aynı zamanda yaklaşımı da sakatlar. Gene de “çalışanları” ve “malzemeleri” ikilemi ile yapılan yorum yanlıştır… “Çalışanlar” gönüllü olarak kolektifin değeri olurlar. Onlar tercihlerini başka yönde geliştirdiklerinde “kolektifin değeri” olmaktan ayrılırlar. Kolektifin de onlara “kendi değeri” olarak bakması olanak dışı kalır. Mektup bu en basit gerçeği atlıyor, görmezden geliyor. Çalışanlar tercihlerini “tanımamak”tan yana yapmışlarsa oradaki kolektif değerlere “zorla el koymuş” olmuyorlar mı ? Artık kendilerinin kullanımından çıkarıldığı halde, bu malzemeleri onlar kullanmaya devam ediyorlarsa, bir müdahale kaçınılmazdır. Çünkü onlar kolektifin değerleridir, gönüllü temelde kitlelerin sunduğu yardımların ürünleridir, kolektifin mücadelesinin kazanımlarıdır. Gönüllü çalışanlar artık “gönüllü çalışmak” istemiyorlarsa, kendilerine yeni bir yol çizmişlerse “tanımama” çizgisini geliştirmişlerse onlar için “bizim değerlerimiz” dememiz de olanaksızlaşır. Bu durumun çalışanların bir tercihi olduğu kabul edilmelidir. Aksi durumda düşünceden, sınıf tavrından, devrim amacından bağımsız bir çalışan, “devrimci basın çalışanı” tipi tarifi yapmış oluruz. Eğer bir şeylere karnımız toksa, öncelikle buna olmalıdır!
Mektup yanlış bir tartışmayı yanlış bir yerde ve yanlış bir biçimde yaptığı için taşıdığı kaygılarından uzaktır. Hatta o kaygının canına okuduğu dahi söylenebilir. Çünkü içinde kesin hükümler, suçlamalar barındırmaktadır. Ne olduğunu, nasıl olduğunu ilgililerinden öğrenmek gibi temel bir sorgulama ilkesini ihmal eden bir yaklaşımın hükümleri, suçlamaları ciddiye alınabilir mi? Böyle bir yaklaşımın sonuçları ikna edici verileri dahi yok saymayı getirir. Biz ikna etme, sorun çözme çabasındayken bu yaklaşım bize lanet okuma safhasına geçmiş olur çünkü!
Şöyle deniyor mektupta: “Arkadaşlar bugün açısından dürüst bir devrimci ve yoldaş olmak bir tarafa dahil olmak değildir. Bugün yoldaş olmak, bu mücadelede en büyük değerimiz olan-kimden gelirse gelsin- arkadaşlarımıza yapılan saldırılara karşı net bir duruşa sahip olmaktır. Bunu yapanlardan hesap sormaktan (…)” Böyle devam ediyor mektup. Oysa mektubun “üzerinde durduğu” konu “tanımama” dolayısıyla “sorumluluğunu/görevlerini yerine getirmeme tavrını bir çözüme ulaştıramadım. Bunun biçimi ancak meselenin/konunun ne olduğunun tanımlanmasından sonra ele alınabilir. Elbette biçim önemlidir ve gerektiği ölçüde ele alınmalıdır. Fakat yanlış bir tanım devamındaki her şeyi anlamsızlaştırır. “Arkadaşlarımıza saldırı” tanımı böyle bir başlangıç ifade ediyor. Hepimiz biliriz ki alanlar, görevler birilerinin veya kişilerin, mektuptaki dil ile çalışanların belirlediği unsurlar değildir. Bunlar kolektif tarafından belirlenir, yönetilir, değiştirilir vs. Dolayısıyla bu unsurların bir biçimde değiştirilmesi ne genel olarak saldırıdan ne de özel olarak arkadaşlara saldırıdır. Yanlış bir tartışma yapılmaktadır burada. Çıkarılan sonuç bu nedenle anlamsızdır…
Mektuptaki bir başka yanlış “… yetki süreleri dolan bazı arkadaşları bu görevi iradeye teslim etmemeleri” tanımıdır. Kim kime teslim edecek bu görevi? Bunların somut bir karşılığı var mıdır ki böyle bir tanım yapılabiliyor ? Ya bir irade oluşmuş da genelin haberi yoktur ya da mektup belirsizlik içinde bocalamaktadır. Sorun devretme sorunu değil. Çünkü devrin koşulu oluşturulamamıştır.Odaklanılması gereken şey bu koşulun yaratılmasıdır. Bunun için tam yetkili irade gerekir. İşte “bazı arkadaşların” misyonu budur. Bunu reddeden arkadaşların da kolektifle sorunu bu noktadan beslenmektedir… “Çözüm” adına ifade edilenlerin bir gerçekliği vardır ama bunları olanaksızlaştıran tutumlar da yanlış tanımlanmıştır. Meşhur “Eylül 2016” tarihinde somutlaştırılan “tanımama” tavrının netliği olanaksızlaştırmanın mektubun diliyle “samimiyetsizliğin” açık göstergesidir. “Acelecilik” suçlaması “Eylül ile Ocak” ayı arasındaki zaman farkı ile değerlendirilebilir. Bu zaman farkında “acelecilik” olmadığı açık ama çözümü olanaksızlaştırma tavrı belirtilen tarih itibari ile kesindir. Tabi bu tarihten önceki “tanımama”ya denk düşen tavırları burada ihmal ettiğimizde hatırlanmalıdır…Özetle mektup yanlış bilgilerle, yanlış tanım ve sonuçlarla doludur. Mektubun nedeni olan kaygının bizzat mektuba ruhuna ve subjektivizm ile yerle bir edildiğini düşünüyorum. Kesin bir düşman refleksi olarak tanımlanan tavırları bizim savunduğumuz ve bizi bir arada tutacak tavırlardır. Güçlü, soğukkanlı ve kararlı bir duruş gerçeklere dayanmakla, haklı olmakla mümkündür. Mektubun bunlara dayanmıyor oluşu yazarı için büyük bir talihsizliktir…
Mektubun giriş bölümündeki “her koşulda birleşik devrimci bir güce-ittifaklara- ihtiyaç” olduğu, bunun için “kendi gücümüze dayanma ilkesinin yadsımak anlamına gelmediği” görüşü daha önce eleştirdiğimiz HBDH anlayışını savunuyor. Bu anlayışa yönelik tespitlerimiz, eleştirilerimiz karşısında söylenen şey başından itibaren bundan ibaret! İçinde bulunduğumuz koşullarda ihtiyaç birleşik devrimci güç-ittifaklar. Peki bunu nasıl elde edeceğiz? Yanlış zeminlerde, yanlış politikalarla MLM önderliği zedeleyerek mi? Kendi iç bütünlüğünü oluşturmakta dahi başarılı olamadığını tespit ettiği halde yazar KP’nin önüne bu görevi koyuyor! Anlaşılan devrimci birleşik gücün-ittifakların çizgisini, önderlik yeteneğini, politikasını yazar yoldaşımız kendiliğinden gerçekleşebilir kabul ediyor. Ne de olsa adı “devrimci” olacak; adıyla önü açılır ihtiyacı karşılar! Devrimci hareketler için eylem birlikleri, dayanışmalar, olabildiği ölçüde ortak çalışmalar her zaman olumludur. Bunun reddi olası dahi değildir. Ama bunlar için ayaklarımızın üzerinde durma başarısını göstermeliyiz, esas görevlerde ilerleme sağlamalıyız, hatta önce bunları bilince çıkarmalıyız. Aksi durumda niyetimiz ne olursa olsun güçlü olanın akıntısına sürükleniriz.
Sanırım bunu daha fazla uzatmaya gerek yok. Ama “yanlış” bilgilendirmenin ötesinde bu mektubun içeriğini belirleyen subjektivizimin görülmemesinin kabul edilemez olması gerektiğini düşünüyorum.
Anayasada değişiklik yapılmasını öngören referandum sonuçlandı. Bununla ilgili değerlendirmeye ihtiyaç duyulduğunu biliyorum. Biraz da bununla ilgili yazmak istiyorum.
Bence bu değerlendirme üç alanda gerçekleşmelidir. İlkin değişikliklerin egemen sınıfların ihtiyacını karşılayıp karşılayamayacağını ele almalıyız. Değişiklik istemi özellikle hükümet kanadından geldi. Cumhurbaşkanı fiilen yürütmenin başında olduğu, KHK’larla yönetime ele almış olduğu halde MHP yönetici kadrolarının itelemesiyle referandum sürecine girildiğinde bunun sadece AKP projesi olmadığı, AKP’ye dayatılan bir arka plan olduğu iyice anlaşılmıştır. Hiç kuşkumuz olmasın ki bu proje emperyal güçlerin ve onların uzantılarının da desteğine sahiptir. Tabi ki bunun bir bütün doğru olduğunu söylemek doğru olmaz. Bütün egemenler içerisinde buna muhalif olanlar da vardır. Özellikle “istikrar” sorunu ve “güçlü liderlik”de yaşanacak yetersizlikler, bunların devamında “klikler arası büyüyecek dalaş” egemenler içerisinde mutlaka kaygılara neden olacaktır… Hükümet egemen sınıfların bütününü temsil etmiyor ve yürütmenin güçlenmesi kimi egemenleri tedirgin edecektir. Bu nedenle referandumun sonucunun bıçak sırtı oluşu klikler arası çelişkileri derinleştirmekle kalmamış aynı zamanda bu projeyi destekleyenleri de endişelendirmiş olmalıdır. Referandumun sonuçlanmasından hemen sonra bu sürecin tamamen kesinleştiğini ilan eden açıklamalar (özellikle “atı alan Üsküdar’ı geçti” vurgusu) belirttiğimiz kaygılara, endişelere bir yanıt gibidir. Buna karşın “sonuç” bu yanıtın tersini güçlendirmiştir ve “itirazlar”, iptal istemleri, uluslararası kurumlardan gelen olumsuz değerlendirmeler kaygıların yok edilemezliğine işaret ediyor. Bu durumun “yeni sistemin” başarısını tartışmalı hale getireceği üzerinde durmak gerekir.
…
[*] Bu bölüm hapishane idaresi tarafından kesilmiştir.
Anayasada değişiklik öngören maddelerin, daha hızlı, daha etkili bir yürütme arayışının sonucu olarak oluşturulduğu biliniyor. AKP bunu “bürokrasinin” veya daha genel bir tanımla “vesayetin” engel olmaktan çıkarılması, “iradenin milletin eline geçmesi” olarak tarif ediyor. AKP’li yılların bütününde bu retoriğin kullanıldığını unutmayalım. Dolayısıyla bugün ki gelişmelerin başlangıç tarihi eskidir. Bu sürecin dünya kapitalizmiyle, kapitalist dünyanın sermaye birikimi kriziyle, bununla baağlantılı olarak neredeyse tüm yarı sömürge devletlerin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili olduğunu belirtmeliyiz. Bu durumda AKP’nin “iktidarlaşması”na ön ayak olan olayların, öznelerin bu yeniden yapılanmaya hizmet ettiklerini kavramak zor değil. Bu sürecin analizi yapıldığında özellikle CHP’nin ama rötuş hamlesiyle göze batan MHP’nin katkıları görülür. Deniz Baykal’ın referandum sonrasında, onca hile ve iptal tartışmasına, sonuçları tanımama politikasına rağmen 2019’da ki “seçimi” rövanş olarak tanımlaması herhalde bu gerçekliğin son ispatı olarak hatırlatılabilir.
Bütün bu süreçte halkın çıkarlarına temas eden bir tek gelişme, değişme yoktur. Egemen sınıflar daha etkin bir devlet iktidarına ihtiyaç duyduklarında mevcut olan yapıyla görünüşte kavgalı olanı palazlandıran bir fraksiyonlar çatışması üretirler. Sadece egemen sınıflar değil uluslararası tekeller, emperyalist devletler, DB, IMF gibi kurumlar, kredi derecelendirme kuruluşları da bu sürecin özneleri olmuştur. Örneğin kredi derecelendirme kuruluşu FITHC’nin son raporundaki “referandum sonucunun kredi görünümü lehine bir canlanmaya neden olabileceği” tespiti beklentiyi ele veren bir vurgudur… “Etkin devlet” arayışının güçlü bir belirtisinin daha Varlık Fonu düzenlemesi olduğunu hatırlatalım. Bu fonun ayaları havada bir “varlık” fonu olduğu üzerinde yeterince duruldu. Varlık Fonu’nun işlevi ile “Cumhurbaşkanlığı sistemi”nin işlevi biçim olarak aynıdır. İkisi de yönetme krizini “tek elde” gidermeyi amaçlıyor. Varlık Fonu’nun egemen sınıflarca alkışlanmasının ve de böyle bir “birikime” ihtiyaç duyulmasıydı. Türkiye şartlarında gerçek bir Varlık Fonu oluşturulamayacağı açık olduğu halde egemen sınıfların bu hamleyi en ileri derecede sahiplenmeyi bu sınıfların “başkanlık” arzusunu ele vermektedir. Şu durumda referandumla beraber iktidardan beklenen yapısal reformların önü açılmıştır diyebiliriz. Ne var ki yapısal reformlar adı verilen politikaların gerçekleşebilmesinin koşulunun yetki veya yönetme biçimi değil sosyo-ekonomik şartlar, üretim ilişkileri olduğu çok geçmeden anlaşılacak ve bilindik “azgelişmişlik sarmalı” yaşanmaya devam edecektir. Türkiye koşullarında daha vasıflı işçilik ve yoğun teknoloji kullanımı bugünden sonra da mevcut sosyo-ekonomik şartlarda yaratılamayacaktır. Bununla beraber esnek üretim, kısa süreli istikrara neden olan sermaye girişi borç yönetimi vs. bu sistemle biraz daha mümkündür. Referandumun gerçekleşmesinde ve hatta sonucun “evet” çıkmasında değindiğimiz bu beklentinin belirleyici olduğunu düşünüyoruz.
Dolayısıyla referanduma “iktidar karşıtlığı” temelinde katılım gösterenler sonuç olarak egemen sınıfların beklentilerine karşılık verdiler. Bunun istenmeden gerçekleştiği açıktır. Ancak “iktidar” karşıtlığının” anayasa düzleminde tanımlanmaya çalışılması, anayasa tartışmasından halk için demokrasi, adalet umulması büyük bir yanılgı olmuştur. Bu yanılgının özünde kendi gücüne dayanmama, egemen sınıfların çatışmasından medet umma anlayışı vardır. Bu referandumun “sağ”ı da, “solu” da; “Eveti” ve “Hayırı” da aynı düzlemde, mevcut anayasa düzlemindeydi.
“Hayır Cephesi’nde” bulunan devrimci–demokrat hareketler dayatılan anayasa değişikliğinin daha kötü olana sürüklenmek olduğunu, bu nedenle engellenmesi gerektiğini savundular. Böylece onlar “daha kötü” olanı kavramamakla kalmadılar, karşı duruşun esas aracını da yanlış tanımlamış oldular. Referandum sonuçları bunları gösteriyor.”
(devam edecek)