H.Merkezi: Dört bir yanı verimli ovalarla, akarsu ve nehirlerle taçlandırılmış ülkemizde okullarda da öğretildiği gibi geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Kendi kendine yetebilen tarlalarda, ovalarda buğdayından sebzesine ihtiyaç duyduğu her şeyi üreten üreticiler için, bugün aynı şeyleri söyleyemiyoruz. Tarım ve hayvancılığın tasfiyesi ve dışa bağımlılık noktasında freni patlamış kamyon gibi bodoslama gidiyoruz.Bu tasfiyesi devlet politikasının bir sonucudur muhakkak. Özgürlükçü Demokrasi Gazetesinde yazan Abdullah Aysu‘nun bu tarım politikasını anlatan makalesini okurlarımızla paylaşıyoruz.
“Buğdayın ve insanlığın halleri
Buğday siloları üzerinde “Ofis, çiftçilerin Kara gün dostudur” diye yazar. Ama ne o silolar şimdilerde çiftçinin kara gün dostu ne de siloların üzerindeki bu övünç yazısı eski görkeminde; bir çok silo da silinmiş veya solmuş, okunmaz durumda.
Buğday, silo, insanlık tarihi egemen sınıfların politikalarına paralel ilerledi, değişti, dönüştü hep. Yani buğdayın halleri ile insanlığın halleri
aynısının tıpkısı!
Dünya 1929-1930 yıllarında ciddi bir kriz yaşadığında ülkeler, bazı önlemlere başvurmak zorunda kalır. İlk önce de tarımsal ürünleri destekleme yoluna giderler. Çünkü insanlar aç kaldığında, ekonomik krize politik kriz eklenir ve her şey kontrolden çıkabilir. Üstelik daha 10 yıl önce Rusya’da sosyalist bir devrim olmuştur.
Önce ABD, 1929 yılında “Zirai Marketing Kanunu”nu, ardından, Kanada 1930 yılında “Kanada Hububat Kanunu”nu, Türkiye ise 1932 yılında 2056 Sayılı Kanun’u çıkarır ve bu görevi Ziraat Bankası’na verir.
Türkiye daha sonra bu görevi 1938 tarih 3491 Sayılı Kanun ile Toprak Mahsulleri Ofisi’ne (TMO) verecektir. TMO da 1938-1988 yılları arasında her yıl için bir baş alım fiyatı açıklar ve ödemeleri bu fiyatlar üzerinden peşin yapardı.
Yıl 1988-89’dur dünyada bir kez daha kartlar karılmakta ve dağıtılmaktadır. Sovyetler dağılmış, kapitalizm tek başına dünyaya hükümran olmuştur.
Dünyada devletlerin piyasaları düzenleme görevlerine son verme hamleleri yapılmaktadır. Serbest piyasa politikalarıyla meydan şirketlere bırakılmaktadır. Onlar için dünyayı düzenlesin diye Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kurulmuştur (1994).
Geçmişte “ülkelerin büyük sermayedarlara ihtiyacı var. Halk onların yanında çalışarak karnını doyurabilir” politikası artık çok uluslu şirketleri ülkede yatırıma çağırmaya dönüşmüş, “halkın karnını onlar doyursun” aymazlığıyla öz ve biçim değişmiştir yani.
Bu yeni politik yönelimin sinyalini alan Türkiye de 1988/1989 alım sezonunda, baş alım fiyatı yerine destekleme alım fiyatı ilan edilecek ve bu konuda TMO yetkilendirilecek. Ödemelerde peşin değil; ürünlerin %50’si peşin, kalan %50’si iki ay içinde ödenecektir. Bu değişiklikle aslında TMO’nun piyasayı üretici ve tüketici lehine düzenleme işinden çıkarılmasının ilk adım taşları olacaktır.
1938’den günümüze Derince, İstanbul, Afyonkarahisar, Tekirdağ, Bandırma, İzmir, İskenderun, Mersin, Samsun, Erzurum liman siloları ile Edirne, Kırklareli, Denizli, Şanlıurfa, Eskişehir, Ankara, Kırıkkale, Aksaray, Akşehir, Konya, Adana, Gaziantep, Diyarbakır, Batman, Kayseri, Kırşehir ve Yerköy’de iç (kara) silolar inşa edilmiş. Bunlara ek olarak yatay depolar ve Modern Açık Yığın Depolama Ünitesi (MAYDÜ) yapılmıştır.
TMO şu an 546.700 ton liman silosu, 1.358.300 ton iç (kara) silosu, 1.779.250 ton yatay depo, 895.000 ton MAYDÜ olmak üzere, 4.579.250 tonluk depolama kapasitesine sahiptir.
Buralarda ne mi yapılıyor? Silolar, insanlığın çürütülmesi benzeri çürümeye terk edilmiştir.
Başka ne yapıyoruz? Buğdayın anavatanı Türkiye olarak buğday ithal ediyoruz. İthalat için gümrük vergilerini düşürüyoruz. Gümrük vergilerini hasad döneminde sıfırlayarak çiftçilerimizi dövüyor, buğday ithal ettiğimiz şirketleri daha çok seviyoruz.
Çare mi? Var elbette. TMO’yu, buğday ithalatı ile görevlendirmek yerine, üretici ve tüketici lehine piyasayı düzenleme ile görevlendirebilir, halkın karnını, çok uluslu şirketlerle değil, çiftçilerimiz marifetiyle doyurabiliriz.”