Açıklama: Partizan Dergisi’nin Şubat 2021 tarihli 94. sayısında yayınlanan ”Maoizm İçin Mao’nun Felsefi Katkıları Olmazsa Olmazdır” başlıklı yazıyı paylaşıyoruz.
M. Ali Eser “neredeyse yirmi yıllık bir zamana tekabül eden tarihsel bir süreç analizi” dediği, kolektif bir nitelik kazandırmak istese de bunun başarılamadığını özellikle vurguladığı bir kitap çalışması ile birçok başlık altında muhatabımız oldu. Bu çalışmanın uzun yılların ürünü olma özelliğini elbette önemsemek gerekir. Ancak önemli derecede subjektif yorumlara ve ilgili kolektif yapıların değerlendirmelerine üstenci yaklaşımlara sahip olması nedeniyle kitabın önemli bölümünü değerlendirme dışı bırakıp “Felsefi Temel” adlı bölümü tartışacağız. Bu bölümün birkaç özelliği var. İlkin Mao Zedung’un felsefeye yaptığı temel katkıyı mahkûm etme çabasını içeriyor; ikinci olarak kavram karmaşası içinde MLM’nin ideolojik ve politik tavırlarını, kararlarını önemli derecede boşaltıyor ve üçüncü olarak saldırılarıyla, bize her yeni durum veya olayda uygulanması gereken bilimsel yöntemi savunma, dolayısıyla açıklama olanağı sunuyor. Bölümü bütünüyle M. Ali Eser’in (Bundan sonra “MAE” diyeceğiz.) kişisel deneyim ve birikiminden ayrı olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmin savunusu temelinde değerlendireceğiz.
MAE, tarihimizin “ayrılıklar tarihi” olmasının nedenini “Mao Zedung’un 3 kavramına dayanan, yanlışlarla dolu ve onun kendi katkılarının bütünlüğüyle de çelişen bir konuşmasından beslenen öznelciliği”miz olduğunu saptayarak başlıyor bölüme. Mao’nun ilgili konuşmasının (“Felsefe Meseleleri Üzerine Konuşma”) onun tüm birikiminin kaçınılmaz ve tutarlı bir sonucu olduğunu daha baştan inkâr ederek MAE, Mao’nun sadık öğrencilerinin sadakatini de aşağılar derecede küçümseyerek “Bir ikiye bölünür.” olarak bilinen, proletaryanın felsefe alanındaki temel silahını parçalarına ayırmaya yeltenmiş. Ancak burada “parçalara ayırmak” kavramak üzere incelemek, “temizlemek” üzere parçaları birbirinden ayırmak olarak gerçekleşememiş; her aceminin başına gelebilecek “talihsizlik” onun da başına gelmiş; silahı toparlayamamış ve parçalanmış silahın “işlevsiz”liğinden veya umulmadık sonuçlar vermesinden dem vura vura kendisini felsefenin yeni bir aşamasında hissetmeye başlamış ve bize “çelişkinin işlevi” adını verdiği yeni bir kategori sunmuş. Bilinen bir “işlev”in yeni bir kategori halinde sunulması ilk kez MAE’de tanık olduğumuz bir iş değil. Onun görünürde bizi; ama aslında Mao’yu benzeştirdiği Bay Dühring de bu bakımdan “yetkin” bir otoritedir. Acemi filozofların her birinde bu gibi yaratıcılıklara rastlamak olağan bir durumdur. Zaten bu nedenle idealizm hemen her düzeyde üretilmeye devam etmektedir!
MAE “Kısa bir ön not”la başlıyor tartışacağı konuyu göstermeye. Burada Mao’nun “felsefeye yaptığı katkının bütünlüğüyle de çelişen” bir konuşma yaptığını ileri sürüyor. Aslında ileri sürülen bu iddianın kendisi Mao Zedung’un felsefeye yaptığı katkının inkârıdır. Eğer Mao’nun ilgili konuşmasındaki görüşleri, saptamaları yanlış ise onun felsefeye katkılarından da söz edilemez! Hatta onun bu konuşmasıyla Marksist felsefeyi reddettiği ileri sürülmelidir, ki bu daha önce yapıldı. Marksist felsefeyi “hiç” kavramamış olanlar Mao Zedung’u tam da bu saptamalarından hareketle defalarca, üstelik küçümseyerek reddettiler. Bu bakımdan MAE karşımıza ilk kez çıkan bir görüşün mucidi ve sahibi değildir; o bir “tekrarcı”dır. “Tekrarcı” sözcüğüyle akla gelen “trajedi ve komedi” esprisine başvurmayacağız. Çünkü Mao Zedung özgülündeki bu “tekrar” hep komedi niteliğinde oldu. Hepsinde kavramları anlamamayla, kavramların içeriğini boşaltmayla, çarpıtmalarla dolu “eleştiriler-yorumlar” hâkim oldu. MAE’deki özel durum Mao söz konusu olduğunda kavrayışsızlığın belirginleşmesi, Mao’nun sadık öğrencileri olduğunda buna çarpıtmanın, çirkinleşen ironinin ve saldırganlığın eklenmesidir. Bu özel durumun olağan, hatta doğal olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü “yanlış”a karşı mücadele söz konusudur, bu mücadeleyi yanlış safta yer tutarak yaptığınızda kaçınılmaz olarak her bir yere savrulursunuz. O nedenle bu tespitimizi bir tür “alınganlık gösterme” diye anlamayız…
MAE’nin kavrayışsızlığının belirgin biçimde görünür olduğu tartışma “birin ikiye bölünmesi”ne karşı düşüncelerini yazdığı bölümdedir. O nedenle buradan başlamak isabetle olacaktır.
MAE bir çelişmenin yönleri arasındaki özdeşliği ve mücadeleyi ele alırken “bölünme” kavramının içeriğini tam anlamıyla boşaltıyor, kavramı olabilecek en düz biçimde anlıyor. Oysa eleştirdiği Mao ve diğer tüm Marksist ustalar da Hegel gibi diyalektikçiler de bölünmeyi “birlik içindeki çelişmeli yönlerin varlığı” olarak ortaya koyarlar ve böyle kullanırlar; birlikten kopma-ayrılma olarak bölünme konu edilmez. Nihayetinde felsefe “bir” hakkındadır! “Bir ikiye bölünür.” derken “Çelişki içtedir.” veya “Çelişki içseldir.” demiş oluruz. Eğer MAE’nin anladığı gibi düz anlamda “birlikten kopma-ayrılma” olarak anlaşılırsa ortada “incelenecek”, hatta ilgilenilecek, konu edilecek-tartışılacak bir “şey” kalmazdı. Birlikten kopan-ayrılan yönler birlik zeminindeki bağlarını kaybeden çelişkin yönler o saat başka bir, bir içinde var olurlar, dolayısıyla başka bir şey olurlardı: başka bir şeyin bölünen parçaları olarak bambaşka bir şey olarak konu edilebilirlerdir!
MAE daha başlangıçta, birlik ve bölünme hakkında telafi edilemez bir yanlış yapıyor; hatalı bir tanım geliştiriyor ve bunun ardına dizdiği, yer yer akıl almaz saçmalıklar üzerinde tepinip duruyor, gözüne ilişen her kusuru Mao’ya veya onun sadık ama “dogmatik” öğrencilerine saldırarak teşhir ediyor. MAE bunu öyle iştah açıcı bir hevesle yapıyor ki Dühring gibi diyalektiği anlamaktan tamamen uzak biri ile gerek bizi gerek Mao’yu aynı torbaya koyup Engels’in acımasız tekmelerinin önüne atıyor! Bundan pek bir hoşnut olduğundan hiç şüphe bırakmıyor ayrıca!..
MAE, “Maddenin varlığını koşullayan çelişme, maddede, işlevsel olarak sadece bölmeye çalışan bir doğaya sahip değildir.” diyor. İşlev olarak “bölmeye çalışmak” çelişme halinin kavram olarak “çelişme”nin özüdür. Bununla beraber “birlik” hali de çelişmenin zeminidir, kavram olarak özdeşlik çelişik yönlerin birliğini ifade eder. “Karşıtların birliği ve mücadelesi” birlik halindeki mücadeleyi konu eder, dolayısıyla “İşlevsel olarak sadece bölmeye çalışan bir doğaya sahip değildir.” demek birlik içindeki çelişik yönlerin hareketini yok saymaya dönük bir görüş olmaktan başka bir şey olamaz. MAE’nin sözünü ettiği “işlev” birlik zemininde gerçekleştiği için ve ancak o birlik zemininde gerçekleşebileceği için sadece “bölücü” değildir, bununla beraber çelişkin yönlerin hareketi birliği oluşturan bağın nihayet kopması yönündedir. “Sadece bölmeye çalışan hareket” mücadelenin mutlaklığına, çelişmenin birlik hali ise varlığın geçiciliğine aittir. Bu konunun giriş cümlesi hemen her zaman “bir”dir, “varlık”tır. MAE’nin kendisi de “çelişme üzerinde var olan maddedeki birlik” diyerek giriş yapıyor konuya. O halde “çelişmenin bölücü işlevi” diye ayrı bir başlığımız zaten yok ve olmamalıdır! Diyalektik “maddenin çelişmeli bir birlik” olduğu görüşüyle, tanımıyla başlar. Dolayısıyla çelişmeyi daha baştan “birliğin çelişmesi” olarak ele alıyoruz; “bölücü” değil, “maddenin birlik temeli”, birliğin (varlığın) dayanağı olarak! Lenin Hegel okumalarında, bu noktanın altı defalarca çizilmiştir; “Diyalektik= ‘karşıt olanı birliği içinde kavramak’”
“Çelişkinin maddede neden olduğu mücadelenin sürekli ve sonsuz olarak ‘bölünme ürettiği’ni iddia etmek diyalektiğin ikili işlevle var olan bir yasa olduğunu unutmaktır.” derken MAE besbelli ki “sürekli ve sonsuz bölünme”nin diyalektik bakımından çelişmenin evrenselliğine ve mutlaklığına dair bir belirleme olabileceğini düşünmemektedir. Eğer diyalektik bakımdan “bir şeyin sürekli ve sonsuz bölünürlüğü”nden söz ediliyorsa konu edilen sadece çelişmenin evrenselliğidir, mutlaklığıdır. “Bölünme”den kasıt “birlik”in bozulması anlamında parçalanma değildir ve olamaz; çünkü bu anlamda bir bölünme diyalektiğin inceleme nesnesini ortadan kaldırır. Diyalektik “birlik” halindeki karşıtların kavranmasıdır.
MAE henüz giriş cümlesinde diyalektiğin “görevi”ni belirsizleştiren, inceleme konusu olan nesnemizi “ortadan kaldıran” bir kavrayışla çıkıyor karşımıza! Temel bir kavramı “kendi bilgi sınırları içinde” başkalaştırınca karşımıza olmadık, beklenmedik yorumlar, iddialar, dahası saçma yakıştırmalarla çıkması kaçınılmaz oluyor. Elbette onun “kavram kavrayışsızlığı”ndan ötürü mü saçmaladığı yoksa MLM’ye saldırı güdüsünden ötürü mü kavrayışsızlaştığı tartışılır. Ne var ki bu tartışma bizim için gereksizdir. Dikkat çekmek istediğimiz sadece olağandışı “kavram kavrayışsızlığı”dır.
MAE “maddenin hareket süreçlerinin, geçirdikleri nitel evreler nedeniyle bölünenlerin birleşmesi de birin iki olması ölçüsünde kaçınılmaz bir gerçeklik olarak diyalektiğin sonuçlarından biridir. Aksi halde evrende bilinebilen maddede, doğada ve toplumda gelişmenin yönü bir olasılık olarak dahi birliğe izin vermeksizin sürekli ve mutlak olarak bölünmeyi koşullasaydı evrende temel maddelerin, doğada bilinen yaşamların, toplumda bilinen sınıfların dışında nitelik bakımından tamamen farklı türden maddelerin, canlıların ve sınıfların varlığına şahit olunurdu” diye devam eden bir “Bir ikiye bölünür.” eleştirisi yapıyor. Temel bir kavramın içini boşaltınca MAE, ürettiği veya doğallığında karşılaştığı olağandışı durumlara, olasılıklara bakıp bu “çok basit” yanlışa nasıl olup da düşüldüğüne şaşırmış olmalı! Oysa basit yanlış “birin ikiye bölünmesi”nden onun anladığıdır. Onun anladığı bölünme nitel dönüşümdür, başka bir birin gerçekleşmesidir ve doğadaki toplumlardaki zengin çeşitlilik ve sürekli evrim de bu nitel değişimlerin varlığına dair kanıttır. Buna karşın kimse “birin ikiye bölünmesi”nden “bir”in ortadan kalktığı bir durumu/gelişmeyi anlamadı bugüne dek. Dolayısıyla “bölünenlerin birleşmesi” olanağı hakkında düşünmek de gerekmedi. Burada “bölünme” kavramı “birlik içinde”ki bölünmeye ilişkindir. Sözü edilen/hakkında konuşulan “birin iki karşıttan oluştuğu”dur; bir şeyin bilgisine erişmenin yolu olarak veya bir şeyi kavramak için “Bir ikiye bölünür.” ve bir şeyi oluşturan iki zıt yön her bakımdan incelenir denmektedir. “Bölünenlerin birleşmesi” gibi bir süreç “bölünenler zaten birlik içinde” olduklarından ne inceleme konusudur ne de tartışılmıştır. “Bir ikiye bölünür.” dediğimizde karşıtların (bölünme yoluyla görünür kılınan iki zıt parçanın) birliğinden söz etmiş oluruz ve “Metafizik dünya görüşünün karşısına dikilen diyalektik materyalist dünya görüşü bir şeyin gelişmesini anlayabilmek için onun içsel olarak (…) incelememiz gerektiğini savunur.” (Mao Zedung) dediğimizde bir şeyin kendindeki iki karşıtına bölünüp bu iki karşıt yönün incelenmesini konu etmiş oluruz. “Çelişme Üzerine” adlı ünlü makale bu incelemenin teorisini sunar zaten, bu nedenle diyalektik için “bilgi teorisi” denir!
“Hiç birleşme olmuyor ve hep bölünme oluyorsa” diye akıl yürütüp MAE, “Doğada bilinen yaşamların toplumda bilinen sınıfların dışında nitelik bakımından tamamen farklı türden maddelerin, canlıların ve sınıfların varlığına şahit olunurdu.” diyor. “Birin ikiye bölünmesi”nin çelişkinin evrenselliği anlamına geldiğini ve her şeyin kavranması için kendilerindeki iki karşıt yönün her bakımdan incelenmesi gerektiğini belirttik; dolayısıyla “ikiye bölünme” yeni birliklerin yaratılması/oluşması anlamına gelmiyor burada. Bununla beraber “karşıtların birliği” olduğu için her şey, hiç şüphesiz karşıt yönlerden esas olmayanın esas olan yöne baskın gelmesi halinde başka bir birlik üretir. Bu, önceki birliğin dönüşümüdür, kendindeki kendi olmayana doğru değişimidir. Bu açıdan bakılıp şunu söyleyebiliriz; ardı arkası kesilmeyen yaşamlar, sınıflar, bilinenden tamamen farklı türden maddeler, canlılar bir “inceleme yöntemi” olan “birin ikiye bölünmesi”nden üremez; ama her şeyin diyalektik olan doğasından ürer! Herhangi bir şeyin gelişme sürecinde her zaman ve kesinlikle yeni bir şeyin oluşma olanağı bulunur ve değişim zorunluluk halinde varlığını sürdürür. Hiçbir süreç ne öncesiyle ne sonrasıyla tamamen aynı olabilir. Hiçbir süreç eksiksiz biçimde öncesinin tekrarı olmayacağı gibi her zaman yeni veya özel özellikler edinerek gerçekleşir. Bu anlamda sonsuz çeşitlilik maddenin hareketinin bir özelliğidir. Fakat, bu şeylerin ölümü, yok oluşu, dönüşümü ile gerçekleşir. Mao “Bir şey başka bir şeyi yıkar, şeyler ortaya çıkar, gelişir ve yıkılırlar. Her yerde bu böyledir. İnsanlar niçin ölür? Aristokrasi de ölür mü? Bu bir tabiat kanunudur. Ormanlar insanlardan daha uzun yaşar; ama onlar bile ancak birkaç bin yıl dayanabilirler. Ölüm diye bir şey olmasaydı, bu dayanılmaz olurdu…” derken tam da bu durumu açıklıyordu. MAE bir şeyin “ikiye bölünüp her bir çelişkin yönün diğeri ile mücadelesi olarak” incelendiğinde farklı türden birliklerin de anlaşılabileceği ve her şeyin değişme süreci içinde yıkılacağı, yok olacağı bilgisini akıl almaz biçimde “bir şeyin hep ikiye bölünmesi” “… insan (…) bunlardan tamamen etkilenir; ideolojisi, siyaseti ve yaşayışı bu değişiklikleri içermiş olarak değişirdi” diyerek mahkûm ediyor; daha doğrusu ettiğini sanıyor! “Birin ikiye bölünmesi”nden anlaşılan/anlaşılması gerekeni gösterdik. Bununla beraber, MAE’nin sonsuz çeşitliliği, çeşitlilik olasılığını, “akıl almaz” kabul etmesi de başka bir bariz yanlış. Dönüşümün, değişimin sonsuzluğu ve aynı zamanda neden olduğu çeşitlilik bir gerçekliktir. Dünyanın oluşumundan bugüne doğanın sürekli üreyen çeşitliliği “akıl almaz” olabilir mi?! MAE’nin anlaması gereken şey burada her değişimin aynı zamanda yok oluşu, eski olanın zaman içinde silinmesini de barındırdığıdır. Bu bir denge içinde gerçekleşmemektedir; ama aynı zaman içinde sürekli/kesintisiz gerçekleşmektedir. Dolayısıyla sonsuzluğun ve çeşitliliğin maddenin doğasındaki bir gerçeklik olduğu hiç de akıl almaz değildir.
Mao Zedung “her şeyin ikiye bölünür olduğunu” komünizm özelinde açıklarken de bu bilince dikkat çekmiştir: “Komünizmin milyonlarca yıl hiç değişmeden, nitelik bakımdan hep tamamen aynı kalabileceğine inanmıyorum. Diyalektiğin ışığında böyle bir şey düşünülemez.” Maddenin hareketinde kaçınılmaz olan değişimin temel nedeni çelişkidir ve çelişki bir toplum düzeni olarak komünizmde de vardır, olacaktır; komünizmin değişmesi de kaçınılmazdır. Bunun nasıl olacağını bilemeyiz. Bildiğimiz şey “birin ikiye bölünmesi”, yani çelişkinin evrenselliği nedeniyle bunun kaçınılmaz olduğudur.
MAE “birin ikiye bölünmesi”ni ‘bir’in nitel değişimi, başka bir ‘bir’e dönüşmesi olarak kavramayıp eskinin sürmesine paralel sonsuz çeşitlilik ile gerçekleşmesi biçiminde anlayınca “mümkün olmayacak” bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirleyip “Ne var ki gerçek böyle değil.” diyor. “Tüm bölünmeler aynı maddenin, şeyin ve toplumsallığın bir daha kendini bulmamak üzere değil, aksine hareket bir evreden sonra değişim ve dönüşümünü ilk olumlama haline yüksek bir dönüş yapmak üzere ilerler” diyerek “birin ikiye bölünmesi”ndeki temel gerçekliği; yani birin karşıtların mücadelesi olarak varlığı gerçekliğini anlamamakla kalmadığını, aynı zamanda olumlama-yadsıma-olumlama… biçimindeki gelişmenin “bir daha kendini bulmak”, “başlangıca/ilk olumlamaya yüksek dönüş” yapmakla sonuçlanacağını savunarak Mao’nun “yadsımanın yadsıması”na karşı geliştirdiği tezini “birin ikiye bölünmesi ve ikinin birleşip bir olmaması” yanlışının bir devamı olduğunu söylüyor. MAE bahse konu kavramı, yani “bölünme” kavramını kendi kavrayışsızlığı içinde dumura uğrattıktan sonra hiç de kendince ürettiği sonucu vermediği halde “yadsımanın yadsıması”nı Mao’nun karşısına bir “gerçeklik” olarak koyuyor! Oysa diyalektiğin karşıtların birliği olduğu, dolayısıyla birin ikiye bölündüğü tezinde “bir”, antik dönem Yunan filozoflarındaki gibi Mao’da da “aynı” biçimde konmuştur. “Bölünme”nin “bir”deki bölünme olduğunu kavrayamayan MAE’dir!
“Birin ikileşmesi ve çelişkin parçaların bilgisi (…) diyalektiğin (biricik temel özelliği değilse bile, ‘özlerinden biri, temel özellik ya da belirtilerinden biri) asli özüdür. Nitekim Hegel de böyle koyuyor sorunu (Aristoteles, ‘Metafizik’inde Herakletios’a yani Herakletiosçu fikirlere karşı sürekli olarak tartışıyor ve savaşıyor bu konuda) …”[1] Bu paragrafta Filon’un Herakletios hakkındaki sözlerine atıf da yapılıyor. Bu sözleri de konumuzu içerdiğinden aynen alıyoruz: “… Tıpkı bunun gibi evrenin parçaları da ikiye bölünmekte ve karşılıklı olarak birbirlerine karşıt tutulmaktadırlar: toprak dağlar ve ova olarak; su tatlı ve tuzlu olarak… gene aynı şekilde atmosfer kışın ve yazın, baharda ve güzün olarak… Herakletios’un doğa hakkındaki yapıtlarını meydana getirmesini sağlayan ögeler işte bunlardır; teoloji bilgimizde karşıtlar idesini almış ve özenle işlemiş, sayısız örnekle açıklamıştır bu ideyi.”[2]
Birin ikileşmesi, birin ikiye bölünmesi diyalektiğin başlangıç ögesidir ve tüm her şey bu ögenin devamında açılır, ortaya çıkar/çıkarılır, genişler/genişletilir, somutlaştırılır, soyutlanır, genelleşir, özelleşir vs. “İkinin birleşip bir olması” ise çelişmeyi evrensel kabul etmeyen; geçici, belli koşullarda gerçekleşen bir özellik olarak kavramaktır. MAE “ikinin birleşip bir olmayacağı”nı ileri sürenlerin birleşmeleri olanaksız gördükleri iddiasındadır. Tamamen ilgisiz bir çıkarımdır bu. Doğada ve toplumlarda sayısız ve sonsuz birleşme vardır, birleşme olmadan hayat ve hatta maddenin hareketi de olmazdı. Birleşme ve ayrışma doğanın kanunudur. Atomlar birleşmeseydi hiçbir organik madde olmazdı! Farklı süreçler birleşmeseydi, iç içe geçmeseydi hiçbir karmaşık doğa olayı, toplumsal olay gerçekleşmezdi. Bütün bilim dallarında hem birleşme hem ayrışma vardır. O halde “ikinin birleşip bir olması” tezi burada tanımlanan “birleşme”den farklı bir içeriğe sahiptir; burada konu edilen basit bir birleşme olayı değildir. Bu tez bir şeyin çelişmesini kendinde değil onun dışında kavranmayı içeriyor. Şeydeki çelişmenin daha başlangıçta değil, ancak sonradan “çelişmenin koşulları”nın oluşmasıyla meydana geldiğini açıklıyor. Bu tez MAE’nin anlattığı ve iddia ettiği türden bir birleşmeyi içermiyor. Örnek vermek gerekirse eğer MAE’nin sözünü ettiği Fu Ying’in su hakkındaki görüşünü ele alabiliriz. Fu Ying’in görüşü “ikinin birleşmesi” tezini içermiyor, onu incelemesi suyun iki ayrı elementin (hidrojen ve oksijenin) birleşmesinden oluştuğudur. İkinin birleşip bir olması ise suyun çelişmesiz olarak iki farklı şeyin birleşmesiyle oluştuğunu savunuyor, çelişmeyi ancak suyun su olmaktan çıktığı ve çıkmaya başladığı koşulların varlığında, örneğin kaynama noktasına yaklaştıran bir sıcaklık halinde tanımlıyor. Bir şeyin temelini oluşturan, “Bir şey varsa ancak içindeki zıt parçalarla vardır.” dediğimiz çelişmeyi geçici, belli koşullarda geçerli bir özellik olarak kavrıyor. Mao bu nedenle Fu Ying’in su hakkındaki analizini “bu basit bir ‘ikinin birleşip bir olması’ olayı değildir” diye yorumlayıp ona karşı çıkanları uyarıyor. Anlaşılan Fu Ying hidrojen ve oksijen atomlarındaki (2 hidrojen atomu, 1 oksijen atomu) iç çelişmenin, yani atomların çekirdeğindeki protonların hareketinin neden olduğu birleşmenin (2 hidrojen atomu, 1 oksijen atomunun birleşmesinin) nesnel sürecini analiz etmiş. Bu birleşme sonuçta hidrojen ve oksijen atomlarının iç hareketlerinin bir ürünüdür. Eğer atomu oluşturan parçacıkların hareketi göz ardı edilirse basit bir “ikinin birleşip bir olması”ndan söz etmek bilimsel bir yorum olurdu. Ancak atomları oluşturan parçacık hareketlerinden haberdarsak ve moleküler birleşmelerin (kuşkusuz ayrışmaların da) kökeninde bu parçacık hareketlerinin olduğunu kavramışsak (ikinin birleşip bir olması) tezi ile aramıza bilimin soğuk ama güçlü çizgisini çekmiş oluruz! Atom altı parçacıkların çekim ve itime dayalı hareketi atomların birleşmesini veya çözülmesini koşullar. Atomların farklı özellikler gösteren moleküllere, elementlere neden olmalarının, bu anlamda dönüşümlerin nedeni tam da yapılarındaki bu sürekli çelişmedir.
Antik Yunan filozoflarının da bildiği ve olabildiğince teorize ettikleri, bununla beraber özellikle Hegel’in idealist düzlemde en ileri seviyeye taşıdığı “birin ikileşmesi”, yani diyalektiğin bu özü Marksizmden önce, dolayısıyla Mao’dan çok önce savunulmuştur ve “ikinin birleşip bir olması” bu anlamda diyalektiğin özü veya özelliklerinden biri olmamıştır. MAE’nin Mao’nun “aykırı” “Yadsımanın yadsıması yoktur.” görüşünün “ikinin birleşip bir olması” tezine karşı çıkmasının nedeni olarak sunması basit ve saf bir uydurmadır. “Yadsımasının yadsınması”nın mükemmel derecede savunan Hegel’de de “ikinin bir olması” yoktur! MAE’nin mükemmel “yadsımanın yadsınması savunucusu” Engels de “ikinin birleşip bir olması”ndan söz etmez. Bu tezi bilindiği üzere Deborin okulu raflardan indirmiştir ve MAE, üzerindeki tozu üfleyip şimdi Mao eleştirisi olarak önümüze koymaktadır.
MAE yadsımanın yadsınmasını karşıtların özdeşliğinin gerçekleşmesi, her maddenin bölünmelerden birliğe doğru gelişmesi, bir anlamda birliğe hazırlanması ve nihayet yeni birlik halinde dönüşmesi olarak tanımlıyor. Oysa “yadsımanın yadsınması” olmadan da karşıtlar özdeştir, birlik halindedir! Maddenin varlığı doğal olarak birliği, yani özdeşliği gerektirir. Bunun için yadsımanın yadsınması gerekmez. “Çelişme Üzerine” adlı çalışmasında bunun teorisini sunmuştur Mao. Yadsımanın yadsınması ilk konuma “çemberin tamamlanmasıyla” dönülmesidir. “Çember tamamlandığında” yadsıyan yadsınır ve yeni bir özdeşlik gerçekleşir. Bu, yeni özdeşlikten önce özdeşliğin olmadığı salt bölünmenin olduğu anlamına gelmez. “Bölünme”den kastedilenin özdeşlik içindeki bölünme olduğu kavranmıyor! Oysa özdeşlik içindeki, “bir” halindeki karşıtların hareketinden söz ediyoruz; “bir”in dışına çıkan bölünme hakkında konuşulmuyor! Çelişki/bölünme “bir”liğin içindedir, bu nedenle “karşıtların birliği” deniyor…
MAE suyun bir bireşim olduğu gerçeğini “ikinin birleşip bir olması” tezi için örnek verirken Mao’nun “Bu basit bir ikinin birleşmesi olayı değildir.” demesini “Zaten birliğin basit olduğunu iddia eden de ‘İsteyince oluyor.’ diyen de yok.” diyerek yanıtlayıp birlik durumu için koşulların da uygun olmasının gerektiğini anlatıyor; “bölünme nasıl ki basit değil de çetin bir mücadelenin sonucuysa birleşme de çetin bir mücadelenin sonucu olarak onu bir birlik durumuna getirmenin önündeki engelleri kaldırabildiğinde gerçekleşen bir durumdur” diyor MAE. Ne kadar farklı şeylerden söz edildiğini bu cümlelerde çok net görebiliyoruz: sormak gerekir, “birlik durumu”nda olmayan bir şey var mıdır? Aynı soru şöyle sorulabilir: “Karşıtlardan oluşmayan birlik durumu” söz konusu edilebilir mi? Daha çarpıcı olarak şöyle de sorulabilir: “bölünerek incelenmeyecek bir birlik durumu”na tanık olunabilir mi? Elbette hayır. O halde “birlik durumuna getirmek” nedir? Mao “Basit bir ikinin birleşip bir olması değildir.” derken zorluğu, kolaylığı konu etmiyor; bahse konu tez için bu örneğin doğru veya uygun bir örnek olmadığını konu ediyor. MAE’nin yaptığı “tartışma” kendisiyle konuşan birinin tartışmasından ibaret: bizim için uydurma bir karşıtlık yaratıp cümleler kuran biri gibi! “Bölünme nasıl bir çetin mücadele gerektiriyorsa, onun gibi bir birlik de” diyor! “Bölünme” sadece herhangi bir şeyin iki karşıttan oluştuğu bilgisiyle hareket etmeyi gerektirir. Kuşkusuz incelemek, karşıtların hareketini ayrıntılandırmak, farklı süreçlerle bağını kurmak vs. uğraş gerektirir; ama atom bombası yapmak üzere atomu parçalayan bir işlemle uğraşmıyoruz; felsefede bölünmenin, birin ikiye bölünmesinin anlamını konu ediyoruz! Bölünme her hareketin kendindeki mutlak durumundan, bu anlamda bir “mücadele” gerektirmez. Çelişki içseldir; dolayısıyla her şey ikiye bölünür. Bir şeyin bireşim olması, yani ayrı-farklı elemanlardan/parçalardan oluşması o şeyin başından itibaren bir çelişki olmadığını, dolayısıyla bir bölünür olmadığını ifade etmez. Bireşim olarak o şey, kendinde kendi çelişkisini taşır ve bu başından itibaren vardır. Zamanla, bir “çetin mücadele”nin sonucunda vb. değil, başından itibaren! Çelişkinin sürekli, kesintisiz ve evrensel niteliği bunu söyler zaten. Anlaşıldığı gibi MAE birin ikileşmesini birin bir olmaktan çıkması olarak kavrıyor. Oysa bir “bir olmaktan çıkınca” ikileşme de olmaz; bölünme yani çelişki olma hali de ortadan kalkar: artık başka bir “bir” ve çelişki söz konusu olur!
Örneğin su. Suyu incelemek onu, yani bir su molekülünü ikiye bölmeyi gerektirir. Su molekülünü ikiye böldüğümüzde 2 hidrojen atomu ve 1 oksijen atomundan oluştuğunu görürüz. Bu incelemede su molekülü, su molekülü olmaya devam eder. Bu atomları molekülden ayırırsak, MAE’nin anladığı gibi bölmeyi böyle uygularsak ortada su kalmaz, hidrojen ve oksijen atomları kalır ve bunlar ayrı ayrı çok farklı özelliklere sahip iki bambaşka maddedir. Suyu kavramının yolu böyle bir “bölme” değildir… Bir bilimci suyun yapısını, özelliklerini ve çeşitli etkileşimlerde nasıl davranacağını kavramak istediğinde onun içerdiği parçalara onun bütünlüğü içinde yönelir: bu birin ikiye bölünmesidir. Su ancak bu yolla kavranabilecektir. Birin ikiye bölünmesi budur.
MAE “Çelişki yoluyla bölünmeler üreten madde, ‘yadsımanın yadsınması’ evresine ulaştığında karşıtların özdeşliğini gerçekleştirerek her maddenin bölünmeler süreciyle birliğe doğru hazırladığı zeminde yeni baştan bir olumlamaya, yani yeni bir birliğe dönerler.” diyor. Baştan sona yanlışlarla dolu bir açıklama bu. “Bölünmeler üretmek” ifadesi maddenin aynı zamanda “birlik ürettiği” gerçeği ile anlaşılabilir ancak; bölünme varsa birlik vardır. Birliksiz bölünme diye bir şey yoktur. Bölünmenin MAE’nin kavradığı biçimi ise gerçekleşen (madde, kendini oluşturan çelişkin yönlerden tali olanın hareketi sonucunda başka bir maddeye dönüşüyorsa bu anlamda çelişkin yönlerden biri diğerini alt ediyorsa) sentez, yeni bir “bir” söz konusu olur. “Bölünmeler üretmek” hiçbir durumda salt bölünme üretmek değildir; her bölünme (çelişkin yönlerden birinin diğerini alt etmesi/sentezlemesi) bir birliktir zaten… MAE “karşıtların birliği”ni bir çember üzerinde gerçekleşen hareket olarak kavrıyor ve bu çember üzerindeki hareketin sonunu, kaçınılmaz olarak “ilk konuma dönmek” olarak tarif ediyor. Böylece “karşıtların birliği-aynı anlamda özdeşliği-” birinci olarak ilk konumda ve ikinci olarak son konumda “gerçekleşen” bir durum olarak sunuluyor. İlk konumdan son konuma doğru da sürekli bölünme oluyor! Olumlama-yadsıma-olumlama-yadsıma ve yadsımanın yadsınması! Oysa karşıtların birliği, tarif edilen tanımdan hareketle söylersek “çember”in bütününde geçerlidir, gerçekleşmektedir: karşıtların birliği’nin olmadığı an yoktur. Dönüşüm, değişim olsa da karşıtların oluşturduğu birlik her zaman vardır. Öz olarak şöyle de ifade edebiliriz bunu: maddenin ortadan kalktığı tek bir an dahi yoktur. Mao bu nedenle “Analiz olurken sentez de olmaktadır ve sentez olurken analiz de olmaktadır.” der… MAE ise analiz ve sentezi birbirini içermeyen, maddenin hareketinin farklı süreçlerinde gerçekleşen durumları olarak kavrıyor. Bunun sonucu, “karşıtların özdeşliğini gerçekleştirerek” gibi tamamen abes bir tanım kullanmak oluyor! Karşıtların özdeşliği/birliği zaten maddenin var oluş hali değil midir? Karşıtların birliğinin olmadığı tek bir an var mıdır? Herhangi bir şeyi, hareketin herhangi bir evresinde alın ve değerlendirin, hiç fark etmez, o şey o anda karşıtlardan oluşmuş bir birliktir, karşıtların birliğidir. Bu birliğin niteliği, özellikleri her aşamada değişir; kimi ortak özellikler göstermekle beraber geçmiş aşamalardan başkadır; her ne olursa olsun o şey o anda ve her zaman karşıtların birliği olarak vardır. MAE “Özdeşlik gerçekleşir.” derken bunu reddetmiş oluyor, birliği/sentezi iki şeyin nihai olarak birleşmesinde keşfediyor. Ona göre sentez karşıtların çözülmez bağı oluyor ve her şey nihayet bu bağ tarafından yeniden belirlenir! Ona göre her şeyin “kendi” çözülmez bağı olmalıdır ve her şey zamanla değişiyor, yenileniyor, birikiyor, büyüyor veya küçülüyor olsa da kendine dönüyordur!.. İşte Mao’nun olmadığını söylediği şey budur. Bu Hegel Mantık’ının çıktığı ve vardığı yerdir. Oysa Marks, Engels, Lenin ve Stalin hiçbir süreci bu biçimde analiz etmediler; hiçbir bilim çalışması da böyle bir incelemeyle bilgi üretmedi. “Yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğin bir yasası olarak görmediğini, böyle bir “ilk konuma yeni düzeyde dönüşün” olmadığını ifade ettiğinde Mao elbette yeni ve farklı bir şey söylüyordu: ama bunu ne dediğini bilmez halde veya o günün koşullarında siyaset öyle gerektirdiği için söylemiyordu. Aksine tam da felsefede yeni bir şey söylediğinin farkında olarak ve net bir açıklama yaparak konuşuyordu Mao. Analiz-sentez; özellikle sentezle ilgili söyledikleri ortadadır:
“Sentez nedir? İki zıddır, Guomindang ile Komünist Partisi’nin, kıta toprakları üzerinde nasıl sentez olduğunu hepiniz gördünüz. Sentez şu şekilde gerçekleşti: Orduları üstümüze geldi ve biz onları yedik, (…) ikinin birleşip bir olması değildi bu; barış içinde bir arada var olan iki zıddın sentezi değildi (…) ve bütün ordu yok oldu. İşte bu sentezdi. Tüfeklerinin ve toplarının tümü bizim tarafa sentez oldu ve askerleri de bizim tarafa sentez oldu. (…) 400 bin kişilik ordusuyla savaşmadan bizim tarafımıza sentez oldu ve hepsi tüfeklerini teslim ettiler. Bir şeyin başka bir şeyi yemesi, büyük balığın küçük balığı yemesi, işte sentez budur. Bu şimdiye kadar kitaplarda hiç böyle konmadı. Ben de kendi kitaplarımda böyle koymuş değilim. Yang dien-çen’e kalsa, o ikinin birleşip bir olduğuna ve sentezin, iki zıt arasındaki çözülmez bağ olduğuna inanıyor. Bu dünyada çözülmez bağ olarak ne var ki? Şeyler birbirlerine bağlanabilir, ama sonunda koparılacaklardır. Koparılamayacak hiçbir şey yoktur.”
Sentezin bu biçimde konulması MAE’nin tartıştığı “yadsımanın yadsınması”nın yanlışlığına doğrudan işaret eder. MAE “yadsımanın yadsınması”nı karşıtların özdeşliğinin gerçekleşmesi, bu anlamda ikinin birleşip bir olması olarak kavrıyor. Mao ise sentezi karşıtlar arasındaki bağın kopması/koparılması olarak kullanıyor. Tamamen farklı ve zıt kavrayışlar bunlar. Bu apayrı kavrayışların nedeni nedir? Nedenin bir kısmını MAE’nin kavramlara kendince yüklediği “farklı” ve yanlış anlamlar olduğunu açıkladık. Açıktır ki kullanılan kavramların içeriği düşünme yöntemimizi de vardığımız sonuçları da büsbütün farklı kılar -burada özel olarak belirtilmelidir ki- tartıştığımız düşünceleri, sözleri, konuşmaları anlamamızı olanaksızlaştırır. MAE’de bu durumu tüm açıklığıyla görüyoruz. Mao’yu “siyaset için felsefeyi kötü kullanmış olmak”la mahkûm ederken o, ne “bir ikiye bölünür”ü anlamıştır ne de her “bölünme”nin kendinde yeni bir “birlik”i taşıdığını. Açıkçası salt bölücü-yıkıcı Mao siyasetinden söz etmiştir.
Kavrayışlardaki farkın temel nedeni ise MAE’nin “yadsımanın yadsınması”nı bir ön kabulle temel bir yasa olarak görmesi ve bu yasayla hareket ediyor olmasıdır; olayları, durumları bu yasaya uydurmaya çalışmasıdır. Hiç şüphesiz Engels’in görüşleri onun için bir dayanak oluyor; ancak kendisinin Mao’dan hareketle yasayı sorgulamaması, analiz etmeye çalışması çarpıcıdır!
MAE hiçbir yerde bu yasanın bilimsel tanımını yapmıyor; sadece her şeyin bir daire hareketi izlediğini ve bundandır ki “ilk konum”a döndüğünü, bu geriye dönüşün değişecek olduğunu, gerçeğin de dönüşümünü içerecek olduğunu savunuyor. Bu Hegel’in idealizme dayalı diyalektiğinin bir tekrarıdır. Bu diyalektiği binlerce kez, farklı cümlelerle de anlatabilirsiniz. Hegel’in bu diyalektiğinin bilimsel değil “ideolojik” olduğunu; idealist olduğunu ise biliyoruz. O halde Hegel’in idealizm zemininde geliştirdiği bu yasanın/tanımın bilimsel bir açıklaması olmadığını, dolayısıyla farklı biçimlerdeki tekrarlarla da bu işin görülmeyeceğini net olarak söyleyebiliriz. Böyle ise eğer bu tanımı neden ön kabul biçiminde temel almak gerekiyor? MAE bu noktayı hiç sorgulamıyor. Hegel’i Engels aracılığıyla tekrar ediyor. “İlk konuma dönüş” tezini neden kabul etmeliyiz? İlk konum (olumsuzlama) ile dairenin tamamındaki konum (olumsuzlamanın olumsuzlaması) neden özdeşliğin gerçekleşmesi olarak kavranır? Dünyada hatta evrende bunun tek bir örneği var mıdır ki? Oysa değişimin söz konusu özdeşliğin, birlikler içindeki çelişik yönler arasındaki bağların kopmasıyla ve yeni bağların oluşmasıyla gerçekleştiğinin örnekleriyle doludur tüm organik ve inorganik dünyanın-evrenin kendisi. Ne “tohum-filiz-tohum” ilişkisi, ne “ilkel komünal (sınıfsız) toplum olumlamasından özel mülkiyetçi toplumlar ve komünist toplum” ilişkisi, ne de “iktisatta para-meta-para” ilişkisi bir daire üzerindeki harekettir; sarmal-döngüsel bir ilerleme olmakla beraber “ilk konuma zenginleşmiş, pratikle/gerçeklikle dolmuş halde dönüş” gibi daire hareketi yoktur. Konu edilen ilişkiler olumlama-yadsıma-olumlama-yadsıma… olarak kurulurlar ve her aşama onu izleyen aşamadan farklı olur. Gene her aşama, devam eden süreçte kimi ortak özellikler nedeniyle tekrarlanır gibi gözükse de yok olmaya zorunludur. Bu durum süreçlerin kendi içlerinde “geriye düşmeleri” ile de değişmez, geriye düşmeler içinde olunan sürecin sürdüğüne işaret eder sadece. Engels’in tohum örneği “yadsımanın yadsınması” için en uygun örnek olarak dile getirilir ve “ikna edici” özelliği şüphesizdir; çünkü tohum her seferinde yeniden ortaya çıkar! Ne var ki bu “tekrar” Hegel Mantık’ındaki idenin gelişimiyle aynı değildir. Bu “tekrar”da her tohumun özgün, dolayısıyla farklı olduğu, kendi koşullarına sahip olduğu ve bu nedenle farklı değişim olanaklarıyla çevrelendiği, nihayet farklı gelişim, değişim süreci bulunduğu kavranmalıdır. Bir palamuttan önceki aşamalardaki meşelere benzer meşelerin geliştiği doğrudur ve bu benzerlik “ilk konuma dönüş” olarak anlaşılabilir. Bu durum meşe özelinde herhangi bir probleme yol açmaz, yani onu kavramamıza engel de olmaz. Fakat daha geniş bir perspektiften bakılıp da meşenin yüz binlerce yıllık tarihi söz konusu edilirse “ilk konuma dönüş” bir bilgi teorisi olarak dogmatizme denk düşer. Palamudun yeniden meşeye gelişecek bir palamuda dönüşmesi bu nedenle “özdeşliğini gerçekleşmesi” olarak kavranmamalıdır; eski özdeşliğin kopması, ortadan kalkması ve yeni bir özdeşliğin kurulması olarak kavranmalıdır. Aksi kavrayışta “aynı özellikler”den hareketle “yeni meşe” gerçeğine gözümüzü kapatmış oluruz ve meşenin bir tür olarak ezeli olduğunu kabul etmiş oluruz. Her meşe “karşıtların özdeşliğinin gerçekleşmesi” ise meşenin ataları da bu meşe olmalıdır! Oysa meşenin bir tür olarak ezeli olmadığını evrim açıklamış bulunuyor. Hegel’in Mantık’ında başa dönmek, ilk konuma daha zengin, gerçeklikle tamamlanmış halde dolu dönmek mutlak olanın kavranması bakımından anlaşılırdır. (Hegel’in yaptığı alıntıyla Lenin bu Mantık’ın çok iyi bir özetini vermiş, yardımcı olacağı için aynen aktaralım: “Mutlak ide, evrenseldir; her tikel muhtevanın kendisine bir başka gibi karşı karşıya ve karşıt durduğu (sic!-aynen böyle! bn.-) soyut form olarak ‘evrensel’ değil; tam tersine, bütün belirlenimlerin, bu aynı belirlenimler yoluyla muhtevanın doluluğunun kendisine dönmüş olduğu mutlak form olarak ‘evrensel.’ Bu bakımdan mutlak İde’yi bir çocuğun da söylediği aynı dinsel sözleri söyleyen bir ihtiyara benzetebiliriz; ama bu sözler, çocuğunkinden farklı olarak, onun hayatının tümünün anlamını taşır. Çocuk dinsel muhtevayı anlasa bile, onun için bu muhteva öyle bir şeydir ki hayatın bütünü ve dünyanın bütünü henüz bu şeyin dışında bulunmaktadır.”[3] Hegel tutarlı bir biçimde mutlak ide’nin gerçekleşmesinden söz ediyor ve bunu yaparken hareketi bütün halinde irdeliyor; diyalektiğin Hegel’in elinde “yasalara kavuşması”na şaşmamalı: İlkin sınırlı olan ve en sonunda bütünde tamamlanan mutlak idedir… Hegel zihnin özünün karşıtların kavramdaki mutlak birliğinden oluştuğuna inanır; idealizm çerçevesinde düşünün, kavramı bu bakımdan izler ve diyalektiği de bunun içinde tanımlar, dolayısıyla geliştirir. Hegel mutlak idenin gerçekleşme sürecini açıklar. Bunun bir çember hareketi olarak görünmesi kaçınılmazdır. Onun zihin dünyasının zorunlu uğrağıdır bu. Nihayetinde Hegel bir idealisttir, felsefesi mistiktir. Oysa bilim alanında, nesnel dünyada madde ve dolayısıyla hareket böyle gerçekleşmez ve böyle incelenmez. Hegel’in diyalektiğe yönelik derin bilgisi ve teorisi ancak idealizm dünyasından sökülüp alındığında “işe yarar.” MAE bu “söküp alma”yı yok sayıyor ve idealizmin dogmatik dünyasında -her ne kadar değişimi reddetmediğini büyük sözlerle ifade ediyor olsa da- geziniyor. Mao’nun bu dünyaya saldırması onun tarafından sekterizm, siyasete kurban edilen felsefe olarak tanımlanıyor! Ne hoş bir rastlantı: Çelişme Üzerine adlı ünlü felsefe makalesi de dogmatizme karşı yayılmış ve ÇKP içindeki “bölünme”de alt edilenlerin dünyasını tahrip etmişti.
Tohum olarak palamut her seferinde “bilindik” meşeye dönüşüyor görünse de her meşe “ata”sı olan meşelerden farklıdır. Eğer her meşe öncesi meşelerle eksiksiz aynı olsaydı meşenin sonsuz bir geçmişi olmalıydı. Organik dünyanın çok kaba da olsa bir tarihi olmamalıydı. Meşenin ve hatta bugünkü tüm bitki dünyasının 300-400 milyon yıllık evrimin ürünü olduğunu, bitkilerin kökeninde yeşil alglerin olduğunu, kara bitkilerinin bu türün evrimi ile (suyu kendinde tutma özelliğine uygun dış yüzey, suyun bitki içerisinde taşınırlığına olanak veren damarlanma, kendinde üreme organı bulundurma gibi özelliklerin gelişimi) meydana geldiğini biliyor olduğumuza göre meşenin “ilk konum”a dönmek gibi bir gelişim durağı yoktur: görünürdeki “ilk konum” subjektif bir yorumdan ibarettir. Belki bir süreci anlamamızı-kavramamızı sağlasa bile maddenin hareketi böyle olmaz! “Görünürde eskiye dönüş” aslında eskiye hiç dönmemektir; gelişme içinde (ardışık) her aşama ileriye, belki daha uygun bir ifade olarak “başka”ya doğrudur, eskide “hiç” olmamış olana doğrudur. Nicelikten niteliğe geçiş tanımı bu hareketi açıklar. Charles Darwin’in evrim teorisi canlılardaki bu “geriye dönüşümsüz” süreçlerin açıklamasıdır. Henry Morgan’ın “Eski Toplum” bulgu ve yorumları da aynı “öncesinden koparak” ilerlemeyi açıklar. Nihayetinde hiçbir süreç veya çelişki diye süreçlerden, çelişkilerden kopuk olmaz; iç içe geçmeler, iç içe olmaları kaçınılmazdır.
MAE, Mao Zedung’un tartışma konusu yaptığı konuşmasının yanılgılardan kaynakladığını inanıyor! Şöyle açıklıyor bunu: “… ‘yadsımanın yadsınması’ kanununun kabulü, onun diyalektiğin temel kanunu olan ‘çelişki’ye ‘eş koşulduğu’ yanılsamasına dayandırıldığından, bu yasanın ‘karşıtların birliği’ ve mücadelesinin maddede sebep olduğu hareketin sonucu, bir yasa olarak maddenin hareket sürecinde kaçınamayacağı bir durak tanımı olduğu görülememiştir.”[4]
Buradaki “eş koşma” tanımı tartışmalı bir tanımdır, bir ölçüde kafa karıştırıcıdır. Bilinen veya açık olan şudur: Yadsımanın yadsınması maddenin (daha doğrusu bir şeyin) hareketini tanımlayan üç yasadan biri olarak formüle edilmiştir: Bir başka yasanın içinde değil, elbette diğer yasalarla bağlı olarak; ama onlardan ayrı bir yasa olarak. Bu konuda Mao’nun yanılsamalı olduğunu iddia etmek gerçeklikle uyuşmuyor. Mao “üç yasadan biri” olarak eleştirmiştir yadsımanın yadsınmasını ve üstelik sadece “üçlüden biri” olduğu için değil ayrıca yanlış olduğu için de eleştirmiştir. MAE, Mao’nun yadsımanın yadsınmasını maddenin hareketinin kaçınılmaz bir durağı olarak görmemesini onun bu yasayı çelişki yasasına eş koşulmuş bir yasa olarak değerlendirmesinden kaynaklandığını ileri sürüyor. Demek istiyor ki MAE; Mao bu yasanın mertebesine, “rütbesi”ne itiraz etmiş! “Belki biraz da bu itirazını abartmıştır.” diye biz de ekleyelim! Oysa Mao yadsımanın yadsınmasını sadece “üç kategoriden biri” sayıldığı için, bu anlamda “üççülük” anlayışının bir parçası/unsuru olduğu için eleştirmiyor; bu konuyu ayrıca ele alıyor. Bu çok açık. Örneğin “nicelikle niteliğin birbirine dönüşmesi”ni tam da bu tanımın uygunluğu şüpheli olsa da “eş koşma” nedeniyle üç kategoriden biri olarak görülemeyeceğini, bunun karşıtların birliği olduğunu söylüyor. Yadsımanın yadsınmasını reddederken buradaki “eş koşma”yı temel almıyor Mao; o açıkça böyle bir şeyin olmadığını belirtiyor. MAE’nin dayanak aldığı “Mao’nun yanılgısı” aslında kendi yanılgısı veya çarpıtması olabilir ancak. MAE niceliğin niteliğe dönüşmesi için “çelişme yasası ile aynı düzeyde değerlendirme”yi konu edebilir; çünkü Mao bu kategorinin varlığını onaylıyor, ama bunun zıtların birliği olduğunu anımsatıyor. Dolayısıyla aynı düzeyde iki kategori değil, çelişki yasasının açıklamalarından biri olarak “niceliğin niteliğe dönüşmesi”nden söz edilmelidir, demiş oluyor. MAE yadsımanın yadsınmasının reddedilişini uydurduğu bir yanılgıya bağladığı halde tam da bu iddiasının karşılığı olan niceliğin niteliğe dönüşmesini tartışma konusu yapmıyor. “Niceliğin niteliğe dönüşmesi” zıtların birliği düzeyinde bir yasa mıdır? Eğer öyle değilse Engels’in ve sonra Stalin’in de bu konudaki görüşlerine ne demek gerekir? MAE “eleştiri” adı altında alaycı küçümsemelerle konu ettiği “görmezden gelme”, “cesaret edememe” davranışlarının kendisinde de bulunduğunu düşünür mü acaba? Ya da “bizdeki”ni dile getirince kendisinin bunlardan arınık görüneceğini umuyordur! Şu tespiti yapabiliriz herhalde: MAE karşıtların birliği yasasını tek temel yasa olarak kabul etmektedir ve dolayısıyla Engels’in ve Stalin’in “kategorileri”ne, “yasaları”na onay vermemektedir; ama bunu açıkça dile getirmeye gereksinim duymamıştır…
Bizim yaklaşımımız ise konuya yönelik tartışmamızda görülecektir; sadece şunu ifade edelim burada: Felsefede teori Mao ile nitelik kazanmıştır, öncesi süreç pratik düzlemdeki gelişim sürecidir ve her ustanın bu sürece katkısı eşsiz değerde olmuştur. Çünkü her biri diyalektik materyalizmi uygulamıştır…
Konumuza dönersek: Yadsımanın yadsınması Hegel’in diyalektik teorisinin/Mantık’ın 3 kategorisinden biri olarak tanımlanmıştır. Engels de bunu sürdürmüştür. Çünkü ne Engels ne de Marks diyalektiğin teorisi üzerine çalışmışlardır; bu alandaki en ileri teoriyi Hegel’den almış, onun idealist dünyasından kopararak uygulamışlardır. Bu, diyalektiğin bir teori olarak Hegel’de zirveleştiğini bilen ve kabul eden herkes için açıktır. Dolayısıyla Engels’a ait bir teoriden ve kategorilendirmeden söz etmediğimiz belirtilmelidir. Marks da Engels de hatta Lenin de bir felsefe teorisi yazmadılar. “Marks, (büyük M ile) ‘Mantık’ bırakmadı, ama ‘Kapital’in mantığı’nı bıraktı bize (…) mantığı (…) belli bir bilime uygulamıştır ‘Kapital’de.”[5] Dolayısıyla Engels’in sıraladığı 3 kategoriyi tartışırken Hegel’in Mantık’ını, konu ettiğimiz unutulmamalıdır. Kuşkusuz bu, Engels’i 3 kategori tanımı nedeniyle sorumsuz yapmaz. Ne var ki Engels’in sorumluluğu onu ve Marks’ın da felsefe teorisine (büyük M ile ‘Mantık’a) yoğunlaşmamaları, bu meseleyi Feuerbach Üzerine Tezler’i yazarak kapattıkları gerçekliği içinde ele alınmalıdır. Mantık üzerine yoğunlaşmamalarını onların bir suçu, bir zaafı, yetmezliği veya benzeri bir davranışı olarak konu etmek ise bize göre saf bir ahmaklık olabilir ancak. Marksizm gibi dev bir eser ve bununla gelişen bir komünist hareket karşısında bu türden yakıştırmaları tartışılmaya bile değmez…
Gene konumuza dönelim.
Mao “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dedikten sonra “olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma, … şeylerin gelişiminde, olaylar zincirinin her halkası hem olumlama hem yadsımadır…” diyor. Böylece Mao’nun sadece “bir şeyin olmadığını” söylemediğini, aynı zamanda olduğu ileri sürülen şeyin gerçekte ne olduğunu da açıkladığını görüyoruz; yani MAE’nin iddiasının aksine Mao “maddenin hareket sürecinde kaçınamayacağı duraklar” hakkında konuşmaktadır. Dolayısıyla Mao açısından yadsımanın yadsınması çelişme yasasına “eş koşulduğu” için değil, “maddenin hareket sürecindeki durakları” yanlış tanımladığı için gerçekte yoktur! Mao ne hakkında konuştuğunun tamamen farkındadır. Daha ileriki sayfalarda MAE, Mao’nun “komünist toplumu es geçmek”le zaten yeteri kadar düşündürttüğünü söylerken de onun ne hakkında konuştuğunun bilincinde olduğu gerçeğini karartmaktadır. Çünkü Mao aynı konuşmasında komünizmi az önce açıkladığımız yaklaşımla konu etmiş; komünizmin de olumlama, yadsıma, olumlama, şeklindeki olaylar zincirinde gelişmekten, değişmekten kaçınamayacağını anlatmıştır. “Şeylerin gelişiminde olaylar zincirinin her halkası hem olumlama hem yadsımadır.” açıklamasından sonra “sentez yöntemi”ni anlatan Mao komünizm için şöyle diyor: “Komünizm binlerce ve binlerce yıl sürecektir. Komünizm altında nitel değişikliklerin olmayacağına, komünizmin nitelik değişiklikleriyle farklı aşamalara bölünmeyeceğine inanmıyorum! Asla inanmıyorum…” Çok açık ki Mao komünist toplumu es geçmiyor; ama komünist toplumu, henüz hiç gerçekleşmemiş bu toplumu, MAE gibi “yadsımanın yadsınması”nın sonucu, bir durağı olarak kavramıyor, kapitalizm açısından bir olumsuzlama olan sosyalizmin komünizmin ilk aşaması olduğunu ve sosyalizm açısından kapitalizmin bir olumlama olduğunu kavramış olarak konuşuyor! MAE’nin buna rağmen Mao’nun komünist toplumu “es geçme”sinden söz etmesi onun sosyalist toplumu kavrayışındaki probleme işaret etmekle beraber, girişteki “eş koşma yanılgısı” gibi bir uydurmayla, üretilmiş bir varsayımla hareket ettiğini gösteriyor. “Eş koşma yanılgısı” ile Mao’nun “maddenin hareketindeki kaçınılmaz durak”ı göremediğini açıkladığını sanan MAE “komünizmi es geçmek”le de Mao’nun komünizmin ilkel komünal toplumun yadsımanın yadsınması olduğunu göremediğini açıklamış olduğuna inanıyor! Mao’nun “yanılgısı” ve es geçme anlamındaki “ihmalkârlığı” üzerine kurduğu eleştirisi ile MAE meselelerin özünü hiç tartışmadan Mao’nun felsefeye yaptığı katkıları yok ediyor. Çoğunluğu kurgudan ibaret “Hocacı eleştiriler”den hiçbir farkı yok bunun!..
MAE “Mao, Engels’in ‘yadsımanın yadsınması’nı savunmakla, diyalektiği üç kategorik yasa şeklinde anladığıyla itham etmektedir.” diyor; ama bunun ne amaçla ifade ettiğini açıklamıyor! Engels üç kategoriden söz etmemiş midir? Veya Engels çelişki yasasının tek temel yasa olduğunu söylemiş midir? MAE’nin bu “itham” vurgulu ifadesinden ne anlamalıyız? Mao felsefede üç kategori sıralamanın tekçilik değil, üççülük olduğunu söylerken haksız mıdır? MAE bunlara hiç değinmiyor, sadece Mao’nun Engels’i “yadsımanın yadsınması”nı savunmakla diyalektiğin üç kategorik yasa şeklinde anlamakla itham ettiğini söylüyor!
Öncelikle Mao’nun Engels’i itham ettiği, yani suçladığı yok. Daha önce konu edilmemiş, geliştirilmemiş ve belirlenmemiş bir meselede Mao, Engels’ten hareketle ve elbette, doğal olarak onun belirlemelerini de düzelterek kendi görüşünü ortaya koyuyor: Engels’in yadsımanın yadsınması, niceliğin niteliğe dönüşmesi ve zıtların birliğini diyalektiğin üç kategorisi olarak sıralandığını, bunun bilimin bir özelliği olan tekçilik değil, üççülük olduğunu söylüyor. Engels diyalektiği üç kategori halinde açıklamış mıdır? Evet, bu bir olgu… Mao’nun bu kategorilerden ikisine inanmadığını (Burada inanılmayan şey “kategori” niteliğidir, ilgili yasaların gerçekliği değil. Nitekim nicelik nitelik ilişkisinin gerçekliğini Mao doğruluyor; ama bunun bir kategorisi niceliği göstermediğini savunuyor.) belirtip bunlardan birinin zıtların birliği yasasının açıklamalarından biri olduğunu söyleyerek “tek temel yasa” anlayışını, bu anlamda bilime uygun tekçi (monist) anlayışı vurgulaması, Engels’in “yasaları” konusunda bu noktaya ulaşamamış olduğunu göstermesi de anlaşılır olmalıdır. Bu, doğru bir sonuçtur ve özellikle belirtilmelidir ki bir ilerlemedir; Mao bu noktaya diyalektiğin “karşıtların birliği teorisi” olduğu, diğer “yasalar”ın veya kategorilerin/özelliklerin bu tek temel yasanın açıklamaları ve geliştirilmesi olduğu yargısıyla, bu bakımdan Lenin’in rehberliğiyle ulaşmıştır. Bu durumda MAE’nin ve benzer düşünceler ileri sürenlerin diyalektike dair bu tanımı tahlil etmeleri gerekmez mi? MAE’nin bu tanımı reddetmediğini görüyoruz ve anlıyoruz. Yani karşıtların birliğinin temel yasa olduğu konusunda bir eleştiri yok. Sorun ne olarak tartışılıyor: Mao’nun Engels’i “üççülük” yapmakla itham etmesi olarak! Engels karşıtların birliği yasasını diyalektiğin temel yasası olarak tanımladığı için eksiktir ve Mao bu eksikliği gidermiş olmakla Marksist felsefeye bir katkı yapmıştır. Gelişim böyle olmakla beraber Engels’in tartışılan açıklamasında üççülük zafiyeti bulunmaktadır. Bu, Engels’in suçlanması değildir; felsefeye yapılan nitel katkıdan hareketle, bu katkının öncesine yönelik yapılmış bir değerlendirmedir. Hatta biliyoruz ki Mao; Lenin’i ve Engels’i, Marks’ı da takip ederek, onların izini sürerek, onlardan öğrenerek dolayısıyla onları, özellikle belirtmek gerekirse Engels’i geliştirerek felsefe alanındaki ilerlemeyi başarmıştır. Eğer Engels bu temel yasa katkısına karşı olsaydı, böyle bir katkı olduğu halde bunu reddetseydi “suçlama” konu edilebilirdi. Oysa ne öncesinde Hegel’de ne de Marks’ta bu düzeyi, felsefede teorik düzlemdeki bu katkıyı görebiliyoruz. Hegel diyalektiğin Mantık’ı olarak üç kategori sıralamış, Marks ve Engels de bu kategorileri kendilerinin geliştirdiği diyalektik ve materyalist felsefe içinde konu etmişlerdir. Mao’nun ilgili konuşmasında ortaya koyduğu yaklaşım bunun düzenlenmesi ve geliştirilmesidir. Bunun eğilim, hatta taslak halinde Lenin tarafından da belirtildiğini, ne var ki teorize edilemediğini de söylemeliyiz. Stalin’in aynı konuda 4 kategori sıralayıp “yadsımanın yadsınması”na burada yer vermemesi de dikkate değerdir, Lenin’in sadık öğrencisi olarak gelişmenin yönü hakkında fikir edinmiş olmalıdır! Lenin Felsefe Defterleri’nde diyalektiğin ögelerini 16 madde halinde sıraladıktan sonra “Diyalektik, karşıtların birliği teorisi olarak tanımlanabilir kısaca. Diyalektiğin çekirdeği bununla sezilip kavranacaktır; ama bir dizi açıklamayı ve bir geliştirmeyi gerekli kılar bu.”[6] demiştir. “Mao’nun katkısı” dediğimiz şey Lenin’in yöneldiği, felsefe üzerine teorik incelemeler yaparken kavramakta olduğu gösterdiği ve alıntıladığımız bu cümleyle de ifade ettiği şeydir ya da “ifade ettiği şey”in düzenlenip geliştirilmiş halidir… Mao’nun, belki de doğrudan Lenin’den hareketle yaptığı katkıdan sonra bunun henüz gerçekleşmediği bir zamandaki tanımlamaların birinden söz ederken eksiklikten, özel olarak söylersek bilimsel olmanın ilkelerinden olan monizmi içermeyen, monizme ters olan bir üsluptan söz etmesi nesnel-anlaşılır bir dikkat çekmedir. Engels’in tek temel yasa anlayışında olmaması, dolayısıyla monizme aykırı bir üslup kullanması, daha önce de belirttiğimiz gibi bir ‘suç’ gibi konu edilemez. Bu sadece felsefenin teorisine yoğunlaşma derecesiyle, buna ayrılan zamanla, Feuerbach Üzerine yazılan ünlü 11 tezle bu konuyu kapatmış olmakla ilgilidir. Mao aynı süreci açıp derinleştirmiş, Lenin’in ışık tuttuğu noktayı “tek temel yasa” etrafında açıklamış ve geliştirmiştir.
MAE’nin cümlesinde Mao’nun Engels’i yadsımanın yadsınmasını savunmakla “itham ettiği” vurgulanıyor. Engels’in “yadsımanın yadsınmasını” diyalektiğin üç yasasından biri olarak tanımladığı ve bunu çeşitli alanlarda örneklerle açıkladığı biliniyor. Gene “içi boş” bir “itham” kavramı ile karşı karşıyayız. Mao’nun sözünü ettiği durum “itham” olarak tanımlanamaz ki burada, sözü edilen şey bir gerçekliktir ve MAE de bunun tamamen farkındadır. Engels ve Marks’ın da “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğin bir kategorisi olarak ele aldıkları çok açık. Oysa Mao bu “yasa”nın gerçekte olmadığı görüşündedir. Çünkü, diyor Mao hiçbir şey sadece yadsıma değildir ve dolayısıyla hiçbir şey yadsımanın yadsınması olarak gerçekleşemez. Her yadsıma bir sonraki evre için olumlamadan ayrı zamanda ve yadsımanın yadsınması adı verilen hareketin oluş tanımı yadsıma-olumlama-yadsımadır.
MAE bu “yasa”nın doğruluğunu MKP muhasebesinden bir alıntıya başvurarak ve buradaki “ilkel komünal toplumdan komünist topluma doğru gelişmeyi komünist toplumun ilkel komünal toplumun yadsımanın yadsınması olduğu” yorumuyla açıklıyor:
“… Parantez içine düşülen not adeta ML güzergâhın düşünce dünyasının içine tutulmuş projektör görevini görmektedir. Şöyle diyor:
“İnsanlık üç büyük devreden geçmektedir. Birincisi toplumun sınıflara bölünmediği (…) ilkel toplumlar dönemi, ikincisi toplumların özel mülkiyet temelinde sınıflara bölündüğü (…) toplumlar dönemi ve üçüncü “yadsımanın yadsınması” olarak lağvedildiği (…) toplumlar dönemi. (…) Sosyalizm ve komünizm bu üçüncü evrenin toplumsal biçimleridir.”[7] MAE bu alıntıyı “oportünist tutumun düzeltilmesi” olarak dolayısıyla savunduğu görüşün bir açıklaması olarak (elbette kitabında belirttiği gibi Mao’nun “felsefi bakış açısı”nın ürünü olan “olumlama, yadsıma, olumlama” tanımını doğru bulmadığını vurgulayarak) sunuyor. Toplumlar tarihinin bu “özlü” anlatımını ilgili kongre Mao’nun “felsefi bakış açısı” içinde tanımlarken MAE “dogmanın sesi”ne kulak veren bu tanımın Mao’nun anlayışıyla taban tabana zıt olduğunu ileri sürüyor. Alıntıdaki sorunlu tutarsızlık (Üçüncü evre “yadsımanın yadsınması” olarak tanımladıktan sonra Mao’nun olumlama, yadsıma, olumlama tanımı da aynı süreçlerin bir özelliği olarak vurgulanıyor. Oysa Mao’nun tanımı “yadsımanın yadsınması’nı reddeder!) bir tarafa MAE’nin “Sosyalizm ve komünizm bu üçüncü evrenin toplumsal biçimleridir.” tümcesine rağmen dolayısıyla Mao’nu “es geçme”diği “… sosyalist toplum açısından olumlamadır” cümlesindeki “sosyalizm” vurgusuna rağmen “Mao’nun unuttuğu komünist toplum örneğinin hatırlanması”ndan söz etmesi nasıl bir zorlama ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Şöyle ifade edelim: Mao hiç söz etmeseydi de hareketin tanımı bakımından bir eksiklik olmazdı; çünkü Mao “yadsımanın yadsınması”na göre bir tanım yapmıyor. Bu nedenle “yadsımanın yadsınması” olarak sosyalizmi vurgulaması gerekmiyor. Mao sosyalizmi kapitalist toplumun aynı zamanda bir olumlama özelliği taşıdığını belirtmek için vurguluyor. Mao’nun “komünist toplumu unuttuğu için yadsımanın yadsınmasını kavrayamadığını düşünmek” çok sığ düşünen birinin işi olabilir. Bununla beraber sorun aynı zamanda şöyle de değerlendirilmelidir:
“Özel mülkiyetin lağvedildiği ve sömürünün ortadan kaldırıldığı” toplum düzeni sosyalizm olduğuna göre ilkel komünal toplumun “yadsımanın yadsınması” olarak sosyalizmin, yani komünizmin bu ilk aşamasının vurgulanması zaten yeterlidir. Sınıfsız toplum olarak komünizm sosyalizmin bir başarısıdır, sonucudur zaten!
Ne var ki bu tartışma burada bitmiyor; hatta asıl tartışma henüz yapılmamıştır: MAE’nin “Anti-Dühring”deki tartışmayı konu etmesinden hareketle biz de Marks’ın “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” dediği “yadsımanın yadsınması”nı örnek alacağız. Bakalım Marks’ın bu tanımının karşılığı nedir ve Mao’nun tanımı bu örnek bakımından ne durumdadır?
Öncelikle, Marks’ın burada “yadsımanın yadsınması” olarak ilkel komünal toplumdan komünist topluma doğru olan evreleri konu etmediğini söyleyelim. Marks kapitalist özel mülkiyetin belirmesi olarak ilk “mülksüzleştirme”den bahseder ve kapitalizmin gelişmesinin sonunda bu “yadsıma”nın yadsınacağını açıklar… Yani kapitalistin mülksüzleştirilmesi olarak yadsımanın ilk yadsıması burada ilkel komünal toplum, bu anlamda “mülkiyetin olmadığı” ya da “ortaklaşa mülkiyetin olduğu” toplum değil, bireyin emeğine dayanan “küçük mülkiyet”tir. Marks bu sürecin tarihsel zorunluluğunu önce gerçekleşen haliyle (“mülksüzleştirenler”) sonra gerçekleşecek haliyle (“mülksüzleştirilecekler”), maddi verilerle açıkladıktan sonra Hegel’in “yadsımanın yadsınması” tanımını ulaştığı sonuca konu eder. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak somutlaştırılan yadsımanın yadsınması kategorisinin burada nasıl ve ne derecede savunulduğu ayrı bir konu; ancak Marks’ın bunu ilkel komünal toplumdan komünist topluma doğru bir “yadsımanın yadsınması” olarak örneklendirmediği çok açık. Bu bile MAE’nin Mao için iddia ettiği “komünizmi es geçtiği için yadsımanın yadsınmasını kavramadığı” tespitinin uygun, olabilir, bir gerçekliğe dayanan tespit olmadığını gösterir. Mao’nun ne komünist toplumu es geçtiği, ihmal ettiği doğrudur ne de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak komünizmin ilkel komünal toplumun yadsımanın yadsıması olduğu!
Anti-Dühring’te Engels’in açıkladığı ve yadsımanın yadsınmasına örnek verilen Marks alıntısını ele almak tartışmamızı aydınlatacaktır.
Marks şöyle diyor: “… Şimdi mülksüzleşen, bağımsız iktisadi varlığı son bulan kimse, artık kendi başına ve kendisi için çalışan işçi değil, birçok işçiyi sömürmekte olan kapitalisttir.”[8]
“Kendi başına ve kendisi için çalışan işçi” kimdir? Bu “işçi” mülksüzleştirilmede ilk aşamada yer alan kimsedir. Bu işçinin gelişmesi emeğinin koşullarının özel olabilmesiyle, ektiği toprağın sahibi olmasıyla, iş aletlerinin sahibi bir zanaatçı olması sayesinde olanaklı olmuştur.
“Kuşkusuz, bu üretim tarzı kölelik, serflik ve diğer bağımlılık ilişkilerinin söz konusu olduğu durumlarda da mevcuttur. Ne var ki bunun açılıp gelişmesi, bütün enerjisiyle harekete geçmesi, uygun klasik biçimine ulaşması ancak işçinin kendisi tarafından harekete geçirilen emek koşullarının özgün özel sahibi, ektiği toprağın sahibi köylü, kendileriyle bir virtüöz gibi iş gördüğü aletlerin sahibi zanaatçı olması halinde mümkündür.”[9]
Sonuçta, mülksüzleştirilecek olan kapitalistin gelişimi sürecinde değindiği bu özellik Marks’ın tarihe, daha başka söylersek “toplumların gelişmesi”ne yaklaşımının nasıl olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır. Marks ilkel komünal toplumdaki bireylerin bir özelliğinden, bu toplumdaki bir genel-ortak özellikten hareketle “yadsımanın yadsınması” yasasının gerçekleşeceğini söylemiyor; o, kapitalistin tarih öncesini (kapitalistin oluş öncesini) ve tarihini açıklayarak “yadsımanın yadsınması”ndan söz ediyor. Bu yasayı ilgili bölümde kullanırken Marks ilkel komünal toplum veya mülkiyetsiz insanlardan bahsetmiyor; dolayısıyla ilkel komünal toplumdan başlayan ve tamamlanmak üzere “gerçekleşmekte” olan bir daire de konu edilmiyor. Bu anlamda insanlık tarihi 3 evreden oluşan bir yadsımanın yadsınması olarak anlatılmıyor burada. Marks “işçinin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti”nden hareketle kapitalist üretim tarzının oluşumunu ortaya çıkardıktan sonra bu üretim tarzının da mülksüzleştirilme ile sonlanacağını öngörüyor. O, bu öngörüsünü “ancak ekonomik ve tarihsel tanıtlamasını bitirdikten sonra”[10] “yadsımanın yadsınması” yasasıyla vurguluyor. Özel olarak ifade edersek “Marks sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamaya çalışmaz, bunu düşünmez bile. Tersine, gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutfak olarak nasıl gerçekleşeceğini “tarih” aracıyla tanıtladıktan sonradır ki Marks bu süreci ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir.”[11]
Yadsınan “kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetiyle işçi”dir, küçük işletme sahibidir; yadsıyan ise kapitalisttir ve yadsıyan yadsınacaktır! İşte anlatılan budur. Burada ilkel komünal toplum, yani mülkiyetin olmadığı bir toplum ya da ortaklaşa mülkiyet konu edilmiyor. Dolayısıyla ilkel komünal toplumdan komünist topluma doğru bir daire hareketi de gösterilmemiştir. Bu tür bir anlatımı Engels’te görüyoruz fakat! Engels de ilkel aşamayı aşan toplumlardaki “ortak mülkiyeti” temel alarak başlar bu süreci anlatmaya; bu anlatımda da ilkel komünal toplumun bireyi veya bu toplumun bir genel-ortak özelliği temel alınmıyor. Toprağın ortak mülkiyeti ile başlayan “uygar halklar” tarımın gelişmesine uygun olarak özel mülkiyete doğru gelişirler…[12] Tartışmamızın seyrini bozmamak adına biz Marks’ın ele aldığı biçime dönelim.
Marks, kapitalist üretim tarzının gelişmesi için toprak mülkiyetinin parçalanmış ve diğer üretim araçlarının da dağılmış olması gerektiğini belirtir ve kapitalizm öncesi üretim için “Bu üretim tarzı üretim araçlarının yoğunlaşmasını olduğu kadar el birliğini, yani aynı üretim süreci içindeki iş bölümünü, doğa güçlerinin toplum tarafından kontrol altına alınmasını ve bunlardan üretken amaçlarla yararlanılmasını ve toplumsal üretici güçlerin serbest gelişmesini de dışlar. Bu üretim tarzı ancak üretimin ve toplumun dar doğal sınırları içinde var olabilir.” der ve “Bu üretim tarzı belli bir gelişme düzeyine ulaştığında, kendini yok edecek maddi araçları doğurur. (…) Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir. Eski düzenin yok olması, bireylere ait ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak yoğunlaşmış üretim araçları haline gelmesi ve dolayısıyla çok sayıda cüce mülkiyetin az sayıda dev mülkiyet halinde bir araya gelmesi, büyük halk kitlelerinin topraklarından, geçim araçlarından ve emek aletlerinden yoksun kalarak mülksüzleşmesi halk kitlesinin maruz kaldığı bu korkunç ve zorlu mülksüzleşme(nin) sermayenin tarih öncesini oluştur”duğunu[13] belirterek bize “yadsınanın” küçük işletmeler/küçük mülk sahipliği olduğunu, yadsıyanın da sermaye olduğunu açıkça gösterir. Peki, burada yadsınanın yok edilmesi gerektiği ve yok edildiği vurgusunun anlamı nedir? Marks bir dönüşüm zorunluluğunu gösterir ve bu dönüşümün toplumsal üretimi, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşmasını, toprağın ve diğer üretim araçlarının ortak biçimde kullanılmasını, böylece özel mülk sahiplerinin daha geniş ölçüde mülksüzleşmesini içerdiğini anlatır. “Yadsımanın yadsınması” olarak tanımlanan süreçte yadsınanın bir sonraki süreç bakımından olumlama olduğunu anlarız buradan. Küçük mülk sahipliğinin mülksüzleştirme ile yadsınması kapitalist üretim tarzı yönünde bir gelişmedir, dolayısıyla aynı zamanda bir olumlamadır. Hiçbir yadsıma sadece yadsıma değildir, aynı zamanda olumlamadır her yadsıma. Diyalektiğin özü ve her somut durum için açıklanması gereken özelliği budur. Marks, kapitalist üretim tarzının oluşunu ve gelişimini açıklarken bunu gerçekleştirmiş oluyordu. Marks’ın yadsımanın yadsımasını açıklama niyetinde olduğunu kimse söyleyemez, onun niyeti başından itibaren kapitalizmi çözümlemektir. Tartıştığımız bölümde ise denk geldiği için, tarihsel çözümlemesinin sonucunu vurgulamak için “yadsımanın yadsınması”ndan yararlanıyor. Bu anlatımda veya çözümlemede hiç de MAE’nin ya da MKP muhasebesinin kavradığı “insanlık evrimi”nden söz edilmiyor!
Marks “Şimdi mülksüzleşen (…) birçok işçiyi sömürmekte olan kapitalisttir.” dedikten sonra da bu mülksüzleşmenin nasıl olduğunu ve tamamlanacağını açıklar; gene aynı olumlamayı anlatır burada da:
“Bu mülksüzleşme, kapitalist üretimin özünde yatan yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Her bir kapitalist birçok kapitalistin başını yer. Bu merkezileşme ya da az sayıda kapitalistin çok sayıda kapitalisti mülksüzleştirmesi ile birlikte emek sürecinin el birliğine dayanan biçimi, bilimin bilinçli kullanımı, toprağın planlı sömürüsü, emek araçlarının yalnızca birlikte kullanılabilen emek araçlarına dönüşümü, bütün üretim araçlarında, birleşik, toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmaları yoluyla tasarruf sağlanması, bütün ulusların dünya piyasası ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, giderek büyüyen ölçeklerde gelişir. Bu dönüşüm sürecinin avantajlarından yararlanan ve bunları, tekelleri altında tutan büyük sermaye babalarının sayıları durmadan azalırken sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü alabildiğine artar; ama aynı zamanda sayıca gittikçe artan bir sınıfın, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleşen, örgütlenen işçi sınıfının öfkesi de artar. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendisinin hükmü altında gelişen üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda bunların kapitalist kabuklarıyla uyuşamadıkları bir noktaya ulaşır. Kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetinin saati çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.
“Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı ve dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet, bireyin kendi emeğine dayalı özel mülkiyetin ilk olumsuzlanmasıdır. Ne var ki kapitalist üretim, bir doğa yasasının şaşmaz zorunluluğu ile kendi olumsuzlamasını doğurur. Bu olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Bu, özel mülkiyeti yeniden getirmeyi, ama kapitalist dönemde edinilmiş şeyler olan el birliği ile toprağın ve emek harcanarak üretilmiş üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayanan bireysel mülkiyeti getirir.
“Bireylerin kendi emeklerine dayanan dağınık özel mülkiyetin kapitalist mülkiyete dönüşmesi, doğal olarak şimdiden toplumsallaşmış üretime dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal özel mülkiyete dönüşmesinden, karşılaştırılamayacak ölçüde daha fazla zaman alan, daha sert ve zorlu bir süreçtir. Birinci durumda halk kitlesinin az sayıda gaspçı tarafından mülksüzleştirilmesi, ikinci durumda az sayıda gaspçının halk kitleleri tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusudur.”[14]
Alıntıyı uzun tuttuk. Çünkü bu alıntı Marks’ın “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” olarak “yadsımanın yadsınması”nı somut hangi durumlardan hareketle kullandığını net biçimde görmemizi sağlıyor. Marks’ın ve Engels’in de bu durumları “yadsımanın yadsınması” olarak tanımlamaları bir tarafa bahsettikleri durumların “ilkel komünal toplum-sınıflı toplumlar-komünizm” üçlemesinden tamamen uzak/farklı olduğu açık değil midir? O halde Marks’tan hareketle açıklanacaksa yadsımanın yadsınması onu konu ettiği, somutlaştırdığı durumlar üzerinde durulmalıdır; kendimizin, özgülde MAE’nin ve MKP muhasebesinin uydurduğu durumlar üzerinde değil!
Marks kendi olumsuzlanmasını doğuran ilk olumsuzlamanın bireyin kendi emeğine dayanan özel mülkiyeti olduğunu açıklayıp bu durumun tanımını yaptıktan sonra bunun “olumsuzlamanın olumsuzlanması” olduğunu ve bunun da “şimdiden fiilen toplumsallaşmış üretime dayanan kapitalist özel mülkiyetin” halk kitlesi tarafından gerçekleştirilecek mülksüzleştirmeyle sonuçlanacağını belirtiyor. Çok açık olarak ilk yadsımanın kapitalist özel mülkiyeti olumsuzlama dinamiğini de beraberinde var ettiğini, geliştirdiğini okuyoruz. Mao’nun tanımında bu dinamik belirtiliyor, vurgulanıyor. “Yadsımanın yadsınması yoktur.” dediğinde Mao süreçlerin “basit bir kendi hareketi” olarak var olmadığını, mülkiyetçiliğin kaldırılmasıyla sonuçlanacak bir toplum tarihi kavrayışının eksik olacağını, ilkel komünal toplumda “insan bilinci”nin bu ilk aşamasında içerili mülkiyetsizliğin “kendi döngüsü”nü tamamlayarak yeniden ve zenginleşmiş olarak/dolmuş olarak gerçekleşeceği görüşünün dogmatizme götürdüğünü savunmuş oluyordu. Aksine her üretim tarzında karmaşık bütünler döngüler, hareketler oluşturarak ve her bir çelişmenin diğerleriyle bağlantılı halde ilerlemesiyle gerçekleşiyor. Bu nedenle Mao köleci düzenin feodal düzene, feodal düzenin kapitalist düzene ve kapitalist düzenin de sosyalist düzene “olumsuzlamanın olumsuzlanması” olarak gelmediğini, olumsuzlama-olumlama-olumsuzlama halinde geldiğini ifade ediyor. Marks’ın alıntıladığımız bölümdeki “durumlar”a ilişkin yorumları da bu ifadeye büsbütün uymaktadır. Mao aynı yorumu komünizm için de yapıyor, bu gelişimin komünizm içinde de süreceğinden emin olduğunu söylüyor. “Es geçtiği” iddia edilen komünist toplum hakkında söyledikleri Mao’nun, bu iddianın sahiplerini düşündürtecek cinstendir!.. Biz ek olarak şunu söyleyebiliriz: İlkel komünal toplumun “basit” görünen oluş ve gelişimi kesinlikle karmaşık ilişkilerden, çelişkilerden meydana gelmiş olmalıdır. Henry Morgan’dan bu yana açığa çıkarılan bulgular bu dönemin de kendi içinde basitten karmaşığa ve çeşitli biçimlerde gerçekleştiğini göstermektedir…
MAE’nin MKP muhasebesinden hareketle savunduğu tablonun Marks’ın konu ettiği olumsuzlamanın olumsuzlanmasıyla ilgili olmadığı açıktır ve Mao’nun da bu tabloda herhangi bir şeyi es geçmediği ortadadır. Aksine Mao; Marks’ın açıklamalarıyla, tarihsel alerjisiyle uyumlu olarak belli bir toplum düzenindeki mülkiyet biçiminin gelişiminin olumsuzlama, olumlama, olumsuzlama halinde olduğunu savunmuştur. Marks bize belli bir üretim tarzının, dâhil olduğu toplum düzeni içindeki hareketini anlatmıştır; Mao bu hareketin karşıtların birliği olarak olumlama-olumsuzlama-olumlama-olumsuzlama olarak gerçekleşmekte olduğunu savunmuştur. Bununla beraber Hegelci “yadsımanın yadsınması”nın olmadığını, toplumların ilkel komünal toplumdaki özlerini ileriki bir zamanda, gelişmiş olarak yeniden yakalayacağı düşüncesinin gerçeklere uymadığını, toplumlardaki karşıtların birliğinin hep olacağını, komünist toplumun da karşıtların birliği olarak var olacağını söylemiştir.
Engels de tarihte yadsımanın yadsınmasını toprağın ortaklaşa mülkiyeti ile başlatıyor. Uygar halkların işe toprağın ortak mülkiyeti ile başladığını ve zamanla bu mülkiyet biçiminin üretim için engel durumuna geldiğini, dolayısıyla ortadan kaldırılması koşullarının gelişmesi sonucunda yadsındığını açıklıyor: Toprağın ortaklaşa mülkiyeti özel mülkiyete doğru yadsınır ve özel mülkiyet de tarımın gelişmesinin belli bir aşamasında üretimin önünde engel olması nedeniyle yadsınmak zorundadır. Bu yadsınma kuşkusuz ilkel ortak mülkiyetin canlandırılması olarak değil, modern bulgu ve buluşlarla gelişmiş bir ortaklaşa üretimi sağlayan mülkiyet biçiminde olacaktır… Bu anlatımda temel olarak izlenmesi gereken veya izlenebilir olan şey toplumsal üretimdir. Üretim her yeni toplum düzeninde toplumsal düzey bakımından ilerlemektedir; bununla beraber her toplum düzeninde üretim tarzı, dolayısıyla üretim-çalışma-emek-ürün-üretim ilişkileri-üretim araçları-sınıflar vs. özgündür; ancak bütün içinde kavranabilirdir. Bunların hiçbiri geçmişten geleceğe doğru bir çember üzerinde gelişmezler!
Tarihe uygulanan “yadsımanın yadsınması” Engels’in sadece diyalektik değişimi göstermesine yarıyor. Yasa değişimi gösteriyor, daha doğrusu vurguluyor; ama bize hiçbir analiz sunmuyor; yasanın analiz gerektiren bir açılımı bulunmuyor! “Uygar halkların ortak toprak mülkiyetiyle işe başlaması” çok genel bir ifadedir ve bu mülkiyetin konu edilmesi, “özel mülkiyetin olmaması” olarak yorumlanabilir mi? Yorumlanamaz, çünkü toplumsal üretimin başlaması ne derecede karmaşık ve çeşitliyse özel mülkiyetin aldığı biçimler de buna uygun olarak vardır ve çeşitlidir… Mao’nun yadsıma-olumlama-yadsıma olarak tanımladığı hareket biçimi tarihsel gelişmenin iç içe, karmaşık, kendinde başkasını her an için var eden yapısına uygundur. Engels’in amacı “yadsımanın yadsınması”nı savunmaktan çok burada Dühring’in diyalektiğe saldırısına yanıt vermek, onu boşa düşürmektir. Dühring tarihte etkin olan karşıt hareketlerin neden olduğu değişimi konu etmeyi “idealizm”e yaslanmak diyerek mahkûm ediyor, daha doğrusu reddediyor. Engels de bu ahmaklığı gösteriyor! Bu nedenle “basit” anlatımı tercih ediyor ve örnekler üzerinden bu ahmaklığı açıklıyor. Ekin, matematik, felsefe örnekleri hep basittir; analiz içermemektedir. Bu “basit” açıklamaları temel almak, bu tek çizgide gelişim modelini uygulamak toplumsal evrimde bizi “aynı biçimler”i aramaya, dolayısıyla subjektivizme yönlendirir. Bugün toplumlar tarihindeki toplum biçimlerinin basit bir düz çizgi izlemediğini, analizin öneminin büyük olduğunu çok daha iyi biliyoruz. Lenin’de somutlaşan proleter devrim anlayışının zenginleşen içeriği ve emperyalizm analizine bağlı dünya ekonomisi analizi bu bakımdan çarpıcı örneklerdir… Engels’in Dühring’in ahmaklığına saldırısındaki yöntemi o tartışma içinde anlaşılırdır; ama konuların kavranması için bu yöntem kullanıldığında dogmatizme götürür, götürmüştür de…
Lenin, Felsefe Defterleri’nde Engels’in bu “örnekleme” açıklamalarından söz ederken tam da “karşıtların birliği ve mücadelesi” olarak diyalektiğin anlaşılmamasına değinir. “Genellikle (Örneğin Plehanov’da) diyalektiğin bu yanına yeterince dikkat edilmemiştir: Karşıtların Özdeşliği bilginin yasası (ve nesnel dünyanın yasası) olarak değil de bir örnekler toplamı olarak alınıyor. [‘örneğin tohum’; ‘örneğin ilkel komünizm’ Engels’te de böyle. Ama elbette ki ‘vulgarizasyon’ amacıyla böyle bu…]”[15]
Engels söz konusu açıklamada sadece örnekler veriyor, herhangi bir toplum biçimi hakkında ve mülkiyet biçimine dair bilgilendirme yapmıyor. Çünkü ilgili tartışma herhangi bir mülkiyet biçimi hakkında değil. Tartışma Dühring’in Marks’ın “yadsımanın yadsınması”na dayanarak “geçmişten geleceği doğurtur”ken “bu kez toprak ve iş araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan daha yüksek bir biçim altında”ki bireysel mülkiyeti toplumsal mülkiyet olarak tanımlamasına eleştiri üzerinedir. “Yadsımanın yadsınması” ile tanımlanan toplumsal mülkiyetin yine “bireysel mülkiyet” olduğuna dikkat çeken Dühring “Hegelci martavallara inanarak aklı başında bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kullanılması zorunluluğuna kandırılması güç olacaktır.” diyor! Engels de Marks’ın yadsımanın yadsınmasına dayanan bir analiz yapmadığını gösterdikten sonra ve ayrıca erişilecek bireysel mülkiyetin “toprağın ve emek tarafından üretilmiş üretim araçlarının toplumsal mülkiyet TEMELİ ÜZERİNDE yeniden kurulması olduğunu ve bunun toplumsal mülkiyetin toprağı ve öteki üretim araçlarını ve bireysel mülkiyetin de ürünlerini yani tüketim nesnelerini kapsamına aldığını açıkladıktan sonra “Ve şimdi okuyucuya soruyorum.” diyerek Marks’ın ne yaptığını anlatıyor: “Diyalektik karışıklığın zorlamaları ve entelektüel bezekler nerede, sonunda her şeyin bir şey olduğu sonucunu veren fikirler karışım ve karikatürü nerede, inanç sahipleri için diyalektik mucizeler nerede, Marks’ın Dühring’e göre onlar olmaksızın açıklamasını yapma başarısını gösteremeyeceği Hegelci Logos öğretisinin diyalektik gizleme merakları ve zorlamaları nerede? Marks, yalnızca tarih aracıyla tanıtlar ve burada kısaca şu olguları özetler: Vaktiyle küçük işletme kendi evrimi ile kendi yok oluşunu, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinin koşullarını nasıl zorunlu olarak yarattıysa, bugün de kapitalist üretim biçimi, kendisini yıkıma uğratacak maddesel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir ve eğer aynı zamanda diyalektik ise bu, bay Dühring için ne denli can sıkıcı olursa olsun Marks’ın suçu değildir.”[16]
“Yadsımanın yadsınması”nın Marks’ın tanıtlama aracı olmadığı çok açıktır; o sadece tarih aracıyla elde ettiği sonucu “yadsımanın yadsınması”yla gösterir, açığa çıkardığı şeye onu kullanarak işaret eder. Hepsi bu! Engels Anti-Dühring’te bunu bize anlaşılır biçimde anlatıyor. Bu nedenle buradaki tartışmanın “yadsımanın yadsınması”nın teorik açılımını, bu anlamda savunmasını içerdiğini düşünmek veya varsaymak için bir nedenimiz yok. Elbette “yadsımanın yadsınması” burada diyalektik olarak tanımlanmıştır, diyalektiğin bir kategorisi olarak açıklanmıştır; ne var ki bunun şeylerdeki bilginin açığa çıkarılması, bir bilgi teorisi olarak açıklanmadığı ortada. Lenin’in dikkat çektiği gibi Engels “bir örnekler toplamı olarak (…) Ama elbette ki ‘vulgarizasyon’ amacıyla böyle” koyuyor sorunu; Dühring’in diyalektiğe ve Marks’ın yöntemine yönelik akıl almaz derecedeki çarpıtmalarına basit bir biçimde “anlaşılır” bir yanıt veriyor… Dolayısıyla burada yadsımanın yadsınmasına dair bir teorik açılım bulunmuyor ve üstelik Marks’ın bilgi teorisi, analiz ve sentez yöntemi de “diyalektik olmak”la beraber yadsımanın yadsınması amacıyla pratikleşmiyor; ne onda ne Engels’te yadsımanın yadsınması bilgi edinme yöntemi olarak kullanılmış; bir tanıtlama işlevi görmüştür. Oysa aslolan budur. Dühring’in Marks’a yönelik suçlamasındaki temel argüman Hegel’in diyalektiğinin kullanılmasıdır. Bu diyalektiği Marks’ın analizlerini ve sentezlerini irdelediğimizde kavrayabiliriz ve buralardaki yöntem “birin ikiye bölünmesi” ve bütün diğer şeylerin bununla bağını çözümleyerek bütün hakkındaki en derin, geniş bilgiye ulaşmak biçimindedir. Bu çözümlemede hem yadsıma hem olumlama aynı anda ortaya çıkarılır…
“Karşıtların özdeşliği (…) doğanın ve zihnin ve toplumun da bütün fenomen ve süreçlerindeki çelişkinin, birbirlerini karşılıklı olarak dıştalayan, karşıt yönsemelerin varlığının kabul edilişidir. (Keşfedilişidir) Evrenin bütün süreçlerini özdevinimleri içinde, kendiliğinden gelişimleri içinde, canlı hayatları içinde bilebilmenin koşulu bu süreçleri karşıtların birliği olarak tanımaktır.”[17]
Lenin’in burada sözünü ettiği bilgi teorisi “birin ikiye bölünmesi”nden başka bir şey değildir. Bir şeyi keşfedebilmenin koşulu o şeyi karşıtların birliği olarak tanımak ve o şeyin karşıt yönlerinin neden olduğu hareketi incelemektir.
Lenin; Marks’ın burjuva toplumunu, yani kapitalist toplumu diyalektik olarak incelediğini açıklarken de bu inceleme yönteminden söz eder: “Kapital’de Marks, burjuva toplumunu en basit, en alışılmış, en kitle halinde yaygın, en sıradan ve milyonlarca kez rastlanan bağıntısını; mal mücadelesini çözümler ilkin. Ve çözümleme ortaya koyar ki çağdaş toplumun BÜTÜN çelişkileri (bütün çelişkilerin tohumları) bu ilk fenomenin içinde (burjuva toplumunun bu ‘hücre’sinde) bulunmaktadır. Açıklama daha sonra bu çelişkilerin ve bu toplumun başlangıcından sonuna kadar, çeşitli parçalarının toplamı içinde gelişimini (ve büyümesini ve hareketini) gösterir.”[18]
Marks’ın diyalektiği nasıl kavradığını, uyguladığını çok net, açık özetleyen bir paragraftır bu: en basit, yaygın, alışılmış vs. olandan başlayarak hareket, gelişme, yani süreç incelemesi. Burada en yaygın vs. olanın ikiye bölünüp çözümlenmesinden söz ediliyor ilkin ve tüm sürecin bu çözümlemenin devamı olarak, kurulu binlerce bağ izlenerek incelenmesi; geçmiş ve gelecekle olan ilişkiler bunun devamında hiç kuşkusuz kendiliğinden/doğallık içinde gündeme gelmekte ve çözümlenmektedir. Hiçbir şey geçmişiyle, geçmişteki haliyle incelenmeye başlanmıyor; önce bugünü ortaya çıkarılıp buradan başlayan bir inceleme gerçekleşiyor. Burada yadsımanın yadsınması olarak bir inceleme söz konusu değil. Mao’nun felsefeye katkısı bu TEMEL noktayı kesin biçimde ortaya koymasıdır. Mao görünümden öze ve açığa çıkarılan özden genele doğru giden bir yöntemin temel olduğunu; bunun da karşıtların birliğine dayanan felsefi bakış açısından geldiğinden vurgular; bu yöntemde yadsıma ve olumlama iç içe süreçler ve aynı anda ortaya çıkan gelişmeler olarak konu edilir. Kapital’in Mantık’ı da böyledir.
MAE “Oysa yadsımanın yadsınması maddenin değişim sürecinin bir aşamasında dönüp dolaşarak ilk konumunun üzerine geldiğinde yaptığı büyük sıçramanın adıdır.” diyor. Marks’ın kapitalizmi buna göre incelemediği açık olmalıdır. Çünkü Marks kapitalizmi en yaygın, en basit, en görünür olan bağıntısı ile meta ile incelemeye başlar. Buradan başlayan incelemesinin sonucunda bu toplum biçiminin, kendi yok oluşunu içerdiğini ortaya çıkarıp “yadsıyanın yadsınacağı”nı söyler. Bu nedenle “yadsımanın yadsınması” bir yöntem değildir ve olamaz da. Bununla beraber Marks kapitalizmin kendi yok oluşunu içermesini ilkel komünal toplumdan itibaren var olan bir öz ile de açıklamaz; aksine kapitalistin “mülksüzleştirme” ile başlayan serüveninden öncesine gitmez Marks. “Mülksüzleştirme” saldırısını kapitalist üretim tarzının tarih öncesi olarak tanımlar ve bu süreci kapitalist meta üretiminin bağıntısı olarak ele alır. Dolayısıyla yadsıma ilkel komünal toplumun yadsıması değildir burada. Ve sonuçta, yadsıma ile beliren kapitalist mülkiyet biçimi, yani kapitalist özel mülkiyet kendinde sosyalizm için bir olumlama olan toplumsal üretimin yok edici özelliğini taşıyarak gelişir. Bu gelişme, söz konusu olumlamanın yadsıyanın yadsınacağı anı besler. Bütün süreç yadsıma-olumlama-yadsıma olarak ilerler. Kapitalizmin incelenmesinden sonra “yadsımanın yadsınması” “nihai nokta”yı betimlemek üzere kullanılır.
Marks’ın “Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.” sözünü “Mülksüzleştirenler neden oldukları toplumsal üretimin gelişiminin sonucunda mülksüzleştirilirler.” olarak açıklayabiliriz. Elbette Marks’ın sözü “zaten” bu içeriktedir, ne var ki “yadsımanın yadsınma” olarak tanımlanması sözü edilen süreçteki olumlamayı ve ancak bu olumlamayla olanaklı olan sonucu kavramamıza engel olabiliyor.
Evet yadsımanın yadsınması maddenin kendindeki çelişkiyi ve bu çelişkiden kaynaklanan kendi yok oluşunu/dönüşümünü belirtir, bu nedenle diyalektik bir derinlik içerir. Ne var ki bu derinlik kavramak ve dönüştürmek için yeterli değildir. Bize “olumlama”yı gösteren bir tanım da gerekiyor, örnek anlatımda bunun karşılığı kapitalist özel mülkiyete dayanan toplumsal üretimdir…
Mao her şeyin kendindeki çelişkiyi, şeyi çevreleyen, içeren tüm diğer şeylerle bağlı olarak değerlendirmek gerektiğine dikkat çeker; Marks’ın yaptığı budur. Kaçınılmaz/zorunlu değişimi, sıçramaları bu bağlarla ilişkilendirir. Bu nedenle “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur; olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma… şeylerin gelişiminde olayların her halkası hem olumlama hem de yadsımadır.” der. Her aşamada şeyin hareketini belirleyen sonraki halkanın etkileri ile beraber kendi varlığının, dolayısıyla olumlamasının etkileri de vardır. Her varlık bir yadsımadır, yani bir belirlenimdir, var oluştur. Böyle olduğu için de olumlamadır. Bu zıtlık hali hareketin de koşuludur. Yadsımanın yadsınması, tanım olarak, bu hareketi zıtlık halinde vermiyor; bir döngü etrafındaki hareketin kendine doğru olduğu bilgisini veriyor.
Oysa hareket böyle açıklanamaz, böyle incelenmez de. MKP muhasebesinin üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşması olarak mülksüzleştirmeyi ilkel komünal toplumun yadsınması diye tanımlaması bu “yasa”nın eksiğini görmek bakımından iyi bir örnektir. İlkel komünal toplumun yadsıması olarak sınıflı toplum bir mülksüzleştirme saldırısı ile başlamaz; mülksüzlük ilkel komünal toplumların var oluş biçimidir çünkü. Komünist toplumdaki “mülkiyetsizlik” ise mülkiyetin toplumsallaşması anlamındadır. Dolayısıyla komünist toplum ilkel komünal toplumun yadsınması değildir; ama özel mülkiyete dayanan kapitalizmin yadsınmasıdır! “Döngüsünü tamamlayan” kapitalist özel mülkiyettir ve bu mülkiyet biçimi dönüşüme uğradığı süreç boyunca olumlamasını kendinde içerecektir, kendi varlığında direnecektir! Bu direnişin yenilmeye mahkûm olduğunu, olumlamanın yadsıma içerdiğini, bu anlamda her şeyin kendinde yok oluşu barındırdığını biliyoruz. Bu durumda komünist toplumun çekirdeğini ilkel komünal toplumda aramak yanlıştır ve boşunadır. Mao Zedung ilkel komünal toplumdan başlayarak olumlama, yadsıma, olumlama yadsıma olduğunu söylerken her bir toplumun kendi bütünlüğünü, bu bütünlük içindeki çelişkileri, bu çelişkilerin birbirleriyle bağlarını temel alır. Sanıldığı veya MAE tarafından anlaşıldığı gibi belli bir şeydeki hareketin “nihai sonu”nu es geçmesi, ihmal etmesi söz konusu değildir.
Bu yaklaşımın tam olarak anlaşılmasının koşulu özellikle veya en uygun olarak Marks’ın kapitalizm incelemesini, yani Kapital’i “yöntembilim” olarak okumaktır…
Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” çalışmasında da bu yaklaşımın uygulandığını söylemeliyiz. Lenin, Rus toplumunu 1800’lü yıllarını, daha net söylersek Rusya’da kapitalizmin varlığına ve gelişimine denk gelen süreçleri konu alır; bunun öncesine yönelmez! Çünkü Rusya’nın o günü ve geleceğinin anlaşılması kapitalist üretim çekirdeğinin çözümlenmesi ile olanaklıdır. Marksizm de bu koşulların ürünüdür! Marksizm sadece kapitalist üretim tarzında içerilidir; emeğinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların varlığında; ne ilkel komünal toplumda ne de farklı toplum biçimleri içinde gündemleşmiş “ortaklaşmacılık” anlayışlarında; o sadece proletaryanın merkezinde yer aldığı toplumsal üretimin ürünü olabilirdi!
Halk Savaşı Stratejisi, Sosyalizmde Sınıf Savaşımı, KP’lerde İki Çizgi Mücadelesi vs.; her Marksist teori bu yöntemi içermektedir. İki Çizgi Mücadelesi örneğin, KP’nin kapitalist toplum içinde kavranmasının ürünüdür. KP’deki çelişki, onun, içinde bulunduğu toplumun diğer çelişkileriyle bağıntılıdır ve ancak bu bağıntıların yeterli bir incelemesi ile iki çizgi mücadelesinin komünist hareketin bir silahı olabilmesini başarabiliriz…
MAE “Yadsımanın yadsınması maddenin değişim sürecinin bir aşamasında dönüp dolaşarak ilk konumunun üzerine geldiğinde yaptığı büyük çaplı sıçramanın adıdır.” dediğinde, olsa olsa tarihin en kaba özetini yapmış olmaktadır…
Bu özet “yadsıma içinde olumlama, olumlama içinde yadsıma olduğu”nu es geçmesi; dolayısıyla “ilk konuma ait bir öz”ün hareketini içermesi nedeniyle idealist bir niteliktedir. Bundan ötürü de dogmatizme neden olur, dogmaları doğurur… Mao Zedung’un “Çelişme Üzerine” ve “Pratik Üzerine”yi dogmatizme karşı mücadele içinde yazması ve tartışmakta olduğumuz konuşmasında dogmatizme yükleniyor olması bu bakımdan dikkate değerdir…
Buraya kadar olan tartışmamızda MAE’nin hemen hemen hiç içerik tartışması yapmadığını, Mao’nun konuşmasında olduğunu ileri sürdüğü “yanılsama” ve “es geçme”den kaynaklanan sorunlu açıklamaların aslında temelsiz bir “eleştirisi”ni yaptığını göstermeye çalıştık. Şimdi de özel olarak bize yönelttiği eleştirilere ve bununla beraber Marks, Engels, Lenin ve Stalin’deki Mantık’ın teorik düzlemde Mao’dan neden “farklı” olabildiğini ve olabileceğini; ama bu “fark”ın MAE’nin iddia ettiği türden bir fark da olmadığını göstermeye çalışarak yanıtlar vereceğiz… Başlarken şunu vurgulayalım: MAE bizim bugüne kadar “bu” tür bir tartışmaya girmediğimiz, bu alanda genel bir tutum olarak Mao’nun tekrarlamaktan ibaret davrandığımız konusunda haklıdır. Ne var ki bunu sadece “böyle istediğimiz” veya “böyle olmayı benimsediğimiz” için yapmadığımız açık olmalıdır. Mao’nun felsefedeki düzeyini incelemek, dolayısıyla tartışmak önemlidir ve gereklidir. Sorunumuz bunun her türden çalışmanın doğru bir nitelikte gelişmesi bakımından zorunlu olduğunu kavrayamamaktır… Felsefenin ilkelerini Mao’nun tanımlamış olduğu çerçevede öğrenmek ve uygulamak, bunun bir parçası olarak da tartışmak temel davranışlarımızdan biri olmalıydı ve olmalıdır. Bunu başaramamak MLM’ye olan uzaklıkla ilgilidir. Nasıl ki “Kapital’i” okunmadan kapitalizmi kavramak olanaksızsa Mao’nun felsefi tanımlarını, onda en ileri seviyede konmuş olan ilkeleri okumadan, dolayısıyla etraflıca tartışmadan diyalektik materyalizmi öğrenmek, dolayısıyla savunmak olanaksızdır. MAE’nin eleştirilerindeki saçmalıklar bir tarafa sözünü ettiğimiz bu konuda herhangi bir haksızlığa uğramadığımızın farkında olduğumuzun bilinmesini isteriz…
Tam bu noktada İşçi-Köylü gazetesine yönelik “eleştiri”ye yanıt vermek yerinde olacaktır. Çünkü bu eleştiri hem saçmalık içermektedir hem de “haksızlık” yapılıyor diyemeyeceğimiz bir duruma işaret etmektedir. “Haksızlık yapılıyor.” diyemeyiz; çünkü Mao’nun tartışmakta olduğumuz; ama daha çok da incelememiz ve öğrenmemiz gereken “katkısı” hakkında ne derecede zayıf olduğumuzu gösteren bir olaydan hareketle “eleştirilmek”teyiz! Bununla beraber saçmadır; çünkü MAE gene konunun özüne ilişkin ve hatta olayın da kendisine ilişkin hiçbir şey söylememektedir, kendi sorunlu kavrayışından kaynaklanan iddialar ileri sürmektedir.
Olay, İşçi Köylü gazetesindeki bir makalede Mao’nun “yadsımanın yadsınması” yasasına ve “tez, anti-tez, sentez” yöntemine katkılar yaptığının belirtilmesi üzerine sonraki sayılarda bunun yanlış bir bilgi olduğuna yönelik açıklama yapılmasıdır. MAE bu olayı “yadsımanın yadsınması ve tez, anti-tez, sentez kavramlar kullanılınca (…) düzeltme adıyla inkâra uğradı” diyerek anlatıyor! Bu iki “olay anlatımı” arasındaki fark bize MAE’nin kavrayışı ve görüşlerini nasıl oluşturup savunduğu hakkında net bir fikir vermektedir aslında. Onun bu tutumunun tipik olduğunu söylemeliyiz; oportünistlere özgü ve kendi çukurunda debelenmeye mahkûm bir tutum bu. “Kendi çukurunda” diyoruz, çünkü MAE “olan” bir sorunu değil “uydurduğu” bir sorunu tartışma konusu veya “eleştiri malzemesi” yapıyor! “Yadsımanın yadsınması ve tez, anti-tez, sentez kavramları kullanılınca, bir sonraki sayıda, gazetenin yazı kurulu tarafından düzeltme adıyla inkâra uğradı.” deniliyor ve cümlenin başında da şöyle “belirsiz” bir ifade kullanılıyor: “Bu gazetenin ‘sınıfsal yaklaşım’ köşesindeki makalede bir vesileyle”! Hangi vesileyle? Sınıfsal Yaklaşım’da ne denmiştir de İşçi Köylü Gazetesi’nin yazı kurulu düzeltme yapma gereği duymuştur? MAE bunu belirtmiyor. Unuttuğu, bilmediği, ihmal edilebilir olduğu için değil hiç şüphesiz; belirtmiyor, çünkü böylece “kendi çukuru”nu kazmış olacak! Yazı Kurulu söz konusu kavramların kullanılmasına dahi tahammül edemiyor, ‘yasakları kavramlar’ olarak kabul ediyor ve yasaklamayı bu şekilde hayata geçiriyor… Onun, olayı “eksik” aktarmasındaki temel amaç bu; ve bunu devam eden sayfalarda apaçık ortaya seriyor.
Yapılan düzeltmenin “doğru”luğu ayrıca değerlendirilebilir, Mao’nun katkısı kadar “düzeltme”nin bu katkıyı kavrayış düzeyi de tartışılabilir. Fakat Mao’nun bu kavramları, yani “yadsımanın yadsınması”nı yanlışladığı ve tez, antitez ve sentezi kullanmadığı, dolayısıyla bu kavramları geliştirmediği, bu kavramlara katkı sunmadığı ortadadır ve tartışılmazdır. “Sınıfsal Yaklaşım”daki yanlış bu kavramların Mao tarafından, yaptığı katkılarla geliştirildiği tespiti olmuştur. MAE bu tespiti konu etmiyor! Oysa kitabında, bize Mao’nun bu kavramları nasıl anlamadığını anlatıyor, Mao’nun nasıl bu kavramları siyasete kurban ettiğini açıklıyor… “Kendi çukurunda debelenmek” dediğimiz duruma düşüyor. Şu durumda neyi tartışabiliriz? Yalanı mı? Çarpıtmayı mı? Sahtekârlığı mı? Kavrayışsızlığı mı? Kara çalmayı mı?
“Düzeltme”nin nedeni düzeltmeyi okuyan herkes tarafından bilinebilirdir. Hiç kimse de bu düzeltmenin haksız veya yanlış bir nedenle yapıldığını söyleyemez. Buna MAE de dâhildir, yeter ki düzeltmenin nedeni hakkında konuşsun!
İlgili olayın nedeni hakkında yapılan çarpıtmaya yönelik söyleyeceklerimiz bundan ibaret. Üzerinde çokça durmaya gerek olmayan bir sahtekârlık örneği sergilemiş MAE, o kadar!
Gelelim düzeltmenin içeriğine…
Bununla ilgili MAE önce, kitabında kendisinin de aktardığını söylediği, Mao’dan alıntıların olduğu gibi sunulduğunu belirtiyor ve Mao’nun buralardaki yaklaşımının “Sınıfsal Yaklaşım”daki tanımlarla çelişkili olduğunun gösterildiğini açıklamış oluyor. Böylece “düzeltme”nin nedenini, özünü, bu konuya hiç değinmeden geçiştirmiş oluyor. Devamında, Mao’dan hareketle, kendi ifadesiyle “Mao’yu tekrar etme yeteneğiyle” yapılan düzeltmeyi aktarıyor MAE. Bu düzeltmedeki “‘yadsımanın yadsınması’ yasası diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır” tümcesini “Mao’dan alınmamış” olarak ayırt ediyor ve “yasanın varlığını inkâr etmeyen bir cümle kuruluşuyla Mao’nun dediği şeyin de anlaşılmadığının kanıtlandığını ileri sürüyor. Çünkü Mao “Böylece bir yasa yoktur.” demiş, düzelticiler ise “Yadsımanın yadsınması diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır.” demiş! Anlaşılan MAE kelime oyunundan kanıt çıkarma yeteneğine inanıyor. Düzelticilerin “yadsımanın yadsınması”ndan neden yasa olarak söz ettiklerini anlamazdan gelip “bakın onlar da ‘yasa’ diyor” demek bir çocuk sevinci olsa gerek! Hepimiz biliyoruz ki “yadsımanın yadsınması” diyalektiğin yasalarından biri olarak kavramlaşmıştır; “yasa” bu kavramın kendisinde içerili bir özelliktir. Biz “yadsımanın yadsınması yasası” demeyip “yadsımanın yadsınması” dediğimizde de diyalektiğin bir yasasını konu etmiş oluyoruz. Dolayısıyla “yasa” adını kullandığımızda “yasanın varlığını inkâr etmeyen bir cümle kurmuş olmayız sadece buna “yasa” dendiğini, “yadsımanın yadsınması”nın bir yasa olarak tanımlandığını, adının böyle konduğunu kabul etmiş oluruz. Mehmet Ali Eser bir eser değildir; ama Eser adını almıştır. Ben ona sadece “Eser” dediğimde ona bir “eser” muamelesi yapmış olmam, sadece “ad”ı ile seslenmiş olurum, gibi! MAE’nin bu eleştirisi kelime oyunu bakımından gülümseticidir, ama tartışma bakımından gına getiricidir, “Bu kadar da olmaz.” dedirticidir… Gene bu cümledeki “diyalektiğe uygun olmayan” söylemini de eleştirirken MAE saçmalıyor sadece. Bir önermenin diyalektik olmadığını veya diyalektiğe uymadığını söylediğimizde onun “varlık ilişkisini tartışma konusu yaptığımızı anlamazdan geliyor. “Bu şey vardır; ama diyalektik değildir.” demek her şeyin diyalektik olduğu temel önermesiyle çelişir ve yanlıştır. Bir önermenin yanlışlığını onun diyalektik olmadığını ispatlayarak gösterebiliriz. Eğer fikir tek taraflıysa örneğin, öz devinimi karanlıkta bıraktığı için bizim gözümüzde ölüdür! “Karşıtların birliği”ni içermeyen önermeler ölüdür, dolayısıyla gerçekliği yansıtmıyorlardır ya da gerçekliği yansıtmakta esas olarak yetersizdirler… Bu nedenle Mao’nun “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” demesiyle düzelticilerin “Yadsımanın yadsınması diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır.” demeleri arasında bir fark yoktur, fark söylem biçimindedir. Hatta diyebiliriz ki, aslında MAE’nin düşünme biçimine uygun olduğu için o da takdir edecektir, Hegel tarafından tanımlanmış olup Engels, Marks ve Lenin tarafından ve daha birçok filozof ve siyasetçi tarafından da kullanılmış, açıklanmış vs. bir “tanım”ın, bir “yasa adı”nı böyle “Böyle bir şey yoktur.” diyerek inkâr etmesi Mao’nun gerçekçiliğine uymamıştır, yorumu daha az kulak tırmalayıcıdır: “Yadsımanın yadsınması” diye bir şey vardır; Hegel’de, Engels’te, Marks’ta vs… vardır; onların kitaplarında geçer! Nerede yoktur! Gerçeklikte! Mao’nun bunu söylediğini “çok” iyi kavramış görünen MAE düzelticilerin söylediğini “anlamazdan geliyor”, daha doğrusu kavram karmaşası içinde ipte cambazlık yapıyor görünüyor. Oysa ip üzerinde bile değil kendisi; o kadar mahir olmadığını anlıyoruz. Salt kendisine bakıldığını sanıp üzerinde taklalar atarak yürüdüğü duvarın (Kendisinin ördüğü duvar hem de!) ip sanılacağını umuyor. Komik mi? Değil, her şarlatanlığa gülünmüyor!
Düzelticiler “yadsımanın yadsınması yasası”nın “Her yadsıma olumlama ve her olumlama da yadsıma içerir, karşıtların birliği burada da geçerlidir.” diyerek yanlış olduğunu, eksik olduğunu belirtiyorlar. MAE ise bunu tartışmıyor! Peki, neyi tartışıyor? “… ML’nin ‘Maoist’ iki kanadının, bugüne değin özellikle hatırlatmaktan imtina ettikleri Marks, Engels ve Lenin’in bu kavramları nasıl kavradıkları”nı ve “bilimsel bir düşünce, birbirine karşıt iki tezden birini ‘doğru’ kabul ederken bunu, diğerini görmezden gelme tutumuyla değil, aksine diğerinin ‘yanlışlığı-yararsızlığı ve işlevsizliğini’ ortaya koyma üzerinde yapa”cağını tartışıyor! Elbette bunlar tartışılır. Fakat MAE düzelticilerin apaçık ifade ettikleri “karşıtların birliği burada da geçerlidir, yadsıma olumlama içerir ve olumlama da yadsıma” üzerinden yaptıkları eleştiriyi neden tartışmanın konusu yapmıyor? Düzelticiler “birine doğru deyip diğerini görmezden gelmemişler; ama MAE ortada olanı değil kazdığı çukurda bulduklarını tartışmayı seçiyor!
Peki, çukurundan çıkardığı konulara yönelik ne düşünmeliyiz ya da ne düşünüyoruz?
Hemen şunu belirtelim: Yadsımanın yadsınması yasasının Marks’ta, Lenin’de ve hatta Engels’te de teorik bir açıklaması olmamıştır. Önceki kısımlarda sözü edilen yasanın (Elbette “ad” olarak yasanın!) Dühring’e karşı polemikte savunulması Lenin’in vurguladığı gibi “örnekler toplamı”ndan ibarettir ve daha sonra göstereceğimiz gibi diyalektiğin savunulması içeriklidir. Marks felsefe defterini “Feuerbach Üzerine Tezler”le kapattıktan itibaren bu yasaya dayanan “hiçbir” açıklama, bilgi çıkarımı yapmamıştır ve bunun böyle olduğunu Engels; Dühring’e karşı polemiğinde açıkça, üstelik somutlaştırarak ifade ediyor; önceki bölümlerde buna yönelik yazdık. Peki, Lenin’in durumu nedir? Lenin’de de belli bir döneme kadar ve üstelik sadece “yalın”, anlaşılır anlatımı sağlamak biçiminde; bu anlamda Engels’in örnekleme tarzına uygun veya benzer olarak bu yasadan bahsedilmiştir. Ancak, belki de “temel” almamız gereken “Felsefe Defterleri” adlı felsefeye dair okumalarını içeren çalışmalarının “Diyalektik Sorunu Üzerine” bölümünde Lenin, “yadsımanın yadsınması yasası”ndan hiç söz etmez. Bu bölümde Lenin diyalektiği genel olarak tanımlar ve devamında şunları söyler: “Böylece, her önermede, diyalektiğin bütün ögelerinin embriyonları, tıpkı bir ‘ağ’ın içinde gibi, bir ‘hücre’nin içinde gibi apaçıklığıyla gösterilebilir (ve gösterilmelidir); ve böylece de diyalektiğini, genellikle bütün insan bilgisinden ayrılamazlığı ortaya konabilir (ve konulmalıdır). Doğa bilimlerine gelince, bunlar bize nesnel doğayı gene aynı nitelikleriyle, tikel’in genel’e ve olumsal’ın zorunlu’ya çevrilmesi, karşıtların geçişleri, değişmeleri ve karşılıklı bağlılıkları (gibi nicelikleriyle) göstermektedirler (ve bir kez daha belirtmek gerekiyor ki, en basit her örnekten yararlanarak belirtilmelidir bu nokta) (Hegel’in ve) Marksizmin bilgi teorisi doğrudan doğruya diyalektiğin kendisidir. (…)”[19]
“Tikelin genele, olumsalın zorunluya çevrilmesi” denerek tanımlanan nitelik bizim “Olumlamada yadsıma ve yadsımada olumlama vardır.” diyerek yadsımanın yadsınması yasasına karşı kullandığımız diyalektiğin tam karşılığıdır. Lenin bu cümlelerin devamında şunları da ifade ediyor:” Gerek Hegel (bk. Mantık) ve gerekse doğa bilimlerinin çağdaş “gnozeolog’u ve (anlamamış olduğu) Hegelciliğin düşmanı ve eklektik (…) Paul Volkmann tarafından bir dizi daire halinde tanımlanıyor bilgi.
(…)
(…) Tanrıbabacılıktır idealizm. Doğru, evet. Ama felsefi idealizm. (‘daha doğru olarak’ ve ‘ayrıca’) sonsuz karmaşık olan insani (diyalektik) bilgi’nin nüanslarından biri ile tanrıbabacılığa giden yol’dur.
“Bir doğru çizgi değildir (Yani bir doğru çizgi halinde gelişmez.) insan bilgisi; bir daireler dizgisine, bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgidir. Bu çizginin her bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız ve tam bir doğru çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir, ama (ağaçların arkasındaki ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğru çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine sürükler bizi…”[20]
“Tikelin genele, olumsalın zorunluya çevrilmesi” tanımlaması her tikelin geneldeki varlığına, daha başından itibaren varlığına işaret eder. İncelemeye başladığımız her şeyde, bu anlamda “yadsınacak” her şeyde, daha başlangıçta karşıtı vardır. Lenin şöyle ifade ediyor net biçimde: “Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi) zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir. (…) Demek ki karşıtlar (tikel, genel’in karşıtıdır), özdeştirler: Ancak genele götüren bu bağ içinde var olmaktadır tikel. Genel de ancak tikelin içinde, tikel dolayısıyla vardır. (…) Daha burada bile, doğanın nesnel bağı anlamında zorunluluk kavramının ögeleri, embriyonları bulunmaktadır. Olumsal ve zorunlu, fenomen ve öz daha şimdiden buradadır…”[21]
“Yadsımanın yadsınması” daha başlangıçta bulunanı sonra da aramamıza yol açan bir dogma üretiyor. İlkel komünal toplumun yadsıması olarak köleciliği ilkel toplulukların yaşama (beslenme, barınma, nesli sürdürme etkinlikleri) biçiminin kendisinde aramak yerine mülkiyetçilik anlayışında aramak bizi “nesnel” olandan koparan bir adımdır örneğin. Oysa ilkel toplumlarda kendi yaşam alanlarını korumak ve kendi kabilesini-klanını sürdürmek kaçınılmaz olarak diğerlerine karşı silahlanmayı içerir, savaşı, esir almayı, yaşam alanlarını ele geçirmeyi içerir. Hiç mülkiyet yokken mülk edinme fikri oluşamazdı zaten; buna karşın toplumu (kabileyi) korumak mülk edinme fikrinin yatağı olabilirdi ve oldu da!.. Olumlama daha başlangıçta, yadsınanın kendinde bulunuyor ve koşullar, diğer çelişkiler-süreçler bunun gerçekleşmesinde çeşitli düzeylerde roller oynuyorlar…
“Yadsımanın yadsınması yasası”ndan hareketle komünist toplumun ilkel komünal toplumun “yadsımasının yadsınması” olduğunu ileri sürmek ilkel komünal toplum da içinde olmakla beraber bütün toplum tarihinin “üretimin toplumsallaşması” yararına, bu zorunluluk yararına gerçekleştiğini görmemeyi içerir. Tam da bu nedenle köleciliğin feodal toplum bakımından, feodal toplumun kapitalist toplum bakımından ve kapitalist toplumun da sosyalist toplum bakımından olumlama olduğunu kavramamaya neden olur. Bugün burjuva veya küçük burjuva akımların kapitalizmin derinleşmiş bulunan krizine çözüm arayışlarında feodal dönemin üretim biçimlerine yönelmeleri, feodal örgütlenme biçimlerine “doğallık” atfederek; ama hiç kuşkusuz “bugünün bilinçlenmiş insanı”yla bu doğal üretim ve örgütlenmeyi “gelişkin” kılma çabasına girmeleri bu kavrayışsızlığın bir sonucudur. İlkel komünal toplumun “özgür” ve “eşit” insan olabilme arzusu ve hedefi de aynı anlayıştan beslenmektedir. O nedenle Lenin’in uyarısı yerindedir: “… Bu çizginin her bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız ve tam bir doğru çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir, ama (ağaçların arkasındaki ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğru çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine sürükler bizi…”
İçinde kendi olumlamasını barındırmayan hiçbir yadsıma yoktur ve her olumlama da yadsıma içerir. “Büyük sıçrama” olarak tanımlanan değişim nitel değişimdir ve nitel değişim daha nicel değişim varken sürecin kendindeki karşıtlarının içindedir.
Lenin’in “Diyalektik Sorunu Üzerine” başlığıyla yazdığı ve alıntılar yaptığımız bölüm, “Felsefe Defterleri”ndeki genel analizlerin sentezi olarak değerlendirilebilecek bir içeriğe sahiptir. Ne var ki bu bölüm çok kısa, çok özlü ve açıklanmak üzere yazılmıştır. Dolayısıyla Lenin’in felsefe üzerine “sonuç olarak” neler düşündüğünü anlamak için onun bu bölümdeki belirlemelerine dikkat kesilmek yerinde olacaktır. Bu bakımdan tikel genel ilişkisi ve olumsalın zorunluya çevrilmesi hakkındaki tespitleri ve ayrıca insan bilgisini “bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgi” olarak tanımlaması tartışmamız için belirleyici değerdedir…
Mao’nun karşısına Marks, Engels, Lenin’i çıkaran MAE, görüldüğü kadarıyla bizim ve genel olarak Maoistlerin “Mao’nun felsefeye nitel katkısı” hakkındaki düşüncemizi, savlarımızı pek ciddiye almamış bugüne kadar! Bizim “Mao’ya doğru derken Marks-Engels-Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymayı es geçtiğimizi söylüyor MAE! Kabaca ele alındığında bu iddia doğru görünüyor, ne var ki Mao’nun katkısının nitel olduğunu savunmak aynı zamanda Mao’nun “yanlışladığı” görüşleri onun gibi yanlışlamayı içermez mi? Dolayısıyla Mao’nun katkılarını biz “Marks-Engels-Lenin’e rağmen” savunmuş olmaz mıyız? Bu katkıları savunmamız için ayrıca Marks-Engels-Lenin’i değerlendirmek gerekir mi? Hayır; böyle bir şart bulunmuyor. Marks ve Engels’i onlardan önceki tüm düşünürlere, devrimcilere rağmen savunuyoruz; Lenin ve Stalin’i onlardan öncekilere rağmen ve Mao’yu ondan öncekilere rağmen. Bunun için örneğin Mao’nun “başardığı sıçrama”yı bizim de ondan bağımsız gerçekleştirmemiz gerekmez, onun düzeyini temel almak önümüzdeki yolu yürümek için yeterlidir. Kuşkusuz Marks, Engels ve Lenin proletaryanın yolunu aydınlatanlardır ve Stalin, ardından Mao bu aydınlık yolda yürüyen ve yolu aydınlatmayı sürdürenlerdir. Mao’nun katkılarından söz ettiğimizde bu şüphe duymadığımız gerçeği ne unutuyoruz ne de ihmal ediyoruz. Sadece “Mao’ya doğru derken Marks, Engels ve Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymamız” şart değildir, diyoruz; bizim için bu noktada Mao’nun doğrusunu kavramak yürümek için yeterlidir. Bununla beraber Mao’nun nitel katkıları sonucunda Marks, Engels ve Lenin’in görece yeni bir düzeyden okunması gerektiği söylenmelidir; tabii aynı şey Stalin için de geçerlidir. MAE’nin söylediği gibi “neden yanlış olduklarını açıklamak için” değil, onları bilimin yeni düzeyi bakımından kavramak için…
Kısacası, Mao’nun felsefe alanındaki nitel katkılarını savunmak ondan önceki Marksist ustaların felsefe alanındaki düşüncelerini yeni bir düzeyde kavrama sorumluluğu doğurur sadece. Konumuz özgülünde; “yadsımanın yadsınması yasası”nın Marks, Engels ve Lenin’in, tabii ayrıca Stalin’in nasıl ele aldıklarını, nasıl kavradıklarını analiz etme sorumluluğundan söz edilebilir. Burada yaptığımız tartışma da bu içeriktedir zaten. Tartışmamızda gösterdik ki Mao, Marks-Engels ve Lenin’in yanlış olduğunu ortaya koymuyor; ama onların görmediğini gösteriyor, onlara Hegel’den kalmış olan idealist içerikli tanımları Marksizmin dışına çıkarıyor; bunu yaparken Marksist teorinin içeriğini, teoriyi oluşturan özü; yani diyalektiği, Marksizmin bilgi teorisini olduğu gibi korumayı da başarıyor… Bu nedenle Marks, Engels ve Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymak gibi bir gereklilik doğmuyor! Nitel katkı yapmak burada geliştirmek, yeni bir düzeye çıkarmak, özü daha üstün bir biçime kavuşturmak anlamındadır. “Mao’nun felsefe alanında nitel katkılar yaptığını” söylediğimizde, işte bu anlama denk gelen bir görüş ileri sürmüş oluyoruz. Bu nedenle Maoizm savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz, Marksizm-Leninizm savunulmadan da Maoizm savunulamaz, diyoruz!
Yeri gelmişken burada Stalin yoldaşın “yadsımanın yadsınması” ile ilgili tutumuna da değinelim. “Yadsımanın yadsınması”nı Marksist diyalektiğin içinden çıkaran ilk usta Stalin’dir. Tabii Lenin’in bu yöndeki gelişimini de hatırlayarak söylüyoruz bunu. Olasıdır ki Stalin, Lenin’den öğrenmeyi başardığı için bu adımı atan ilk kişi olmuştur. Kesin biçimde olmasa da Stalin’in bu önemli adımının Lenin’in yönelimi hakkında bir fikir içerdiğini düşünmek mümkün… Bu konuda Althusser’in Stalin’e dair sözlerine burada yer vermemiz bir hakkın teslimi bakımından anlamlı olacaktır:
“… Yadsımanın yadsınmasını ‘diyalektiğin yasaları’ arasından çıkardığı için ve daha genel olarak, dogmatizmini daha iyi yerleştirmek için Hegel’den saptı diye Stalin’i eleştirmek bugün resmen kabul görmektedir. Aynı zamanda da Hegel’e bir tür geri dönüşün kurtarıcı olduğu da hararetle ileri sürülmektedir. Bu açıklamalar belki günün birinde bir yazının konusu olabilir. Bunu beklerken ‘yadsımanın yadsınması’nın Marksist diyalektiğin alanından atılmasının yaratıcısındaki gerçek teorik sağduyuya tanıklık ettiğini kabul etmek bana daha kolay gelmektedir.”[22]
MAE, şimdiye dek yaptığı gibi gene içerik hakkında tartışmaktan uzaktır görüldüğü gibi. Kitabının ilgili bölümünde burada yaptığımız tartışmanın neredeyse hiçbir karşılığı bulunmuyor! Buna rağmen şunları yazmaya cüret ediyor ama: “Oysa az sonra bu yasa hakkında kimin ne dediği ve sorunu nasıl ortaya koyduğunu alıntıladığımızda da görülecektir ki ML, ‘olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması’ (yy) yasasını tarihte, toplumsal yaşamda, doğada ve evrensel maddede… temelleriyle ortaya koyan Marks, Engels ve Lenin’i değil, böyle bir yasanın ‘olmadığını’ söylerken verdiği örnekle; nerede hata yaptığını anlamamızı da sağlayan Mao’nun tezini savunmuştur. (…)”[23] *
Marks, Engels ve Lenin’in ilgili yasanın “tarihte, toplumsal yaşamda, doğada ve evrensel madde”de temelleriyle ortaya koyanlar olduğunu ileri sürmek “içi boş” bir cürettir. Çünkü üç ustanın da böyle bir çalışması olmamıştır! Önceki bölümlerde Marks’ın Kapital’de yadsımanın yadsınmasını nasıl ve neden kullandığını tartıştık; hakeza Engels’in de. Bu kullanımlarda ve konu ile ilgili yazılarda “yadsımanın yadsınması yasası”nın temelleriyle ortaya konmadığı; ama sadece konu anlatımına kolaylık sağladığında ve örnekleme halinde kullanıldığı açıktır. MAE “temelsiz”de olsa cüret etmeyi nedense alışkanlığa çevirmiş görünüyor…
Buna karşın Engels’in Bay Dühring’e yönelik ifadelerini tam da bu yasanın “temelli” savunusuymuş gibi karşımıza çıkardığı için MAE bununla ilgili bir eleştiriyi hak etmiştir.
Engels’in Anti-Dühring’te, MAE’nin konu ettiği bölüm içinde tartıştığı diyalektiktir öz olarak; yani karşıtların birliği ve mücadelesidir. Bunun “yadsımanın yadsınması yasası olarak formüle edilmesi Hegel’e aittir; Engels de bunu belirtir zaten. Bu bakımdan Engels’in Dühring’e yönelik değerlendirmelerinde savunduğu yasanın Mao’nun olmadığını söylediği “yadsımanın yadsınması” olduğunu ileri sürmek aslında Mao’nun bunu söylemekle diyalektiği inkâr ettiğini ileri sürmekle aynı şeydir! Oysa biliyoruz ki Mao “yadsımanın yadsınması”nı karşıtların birliği ve mücadelesini daha net, güçlü savunmak adına yanlışlamıştır; “gelişmelerin biçimi yadsımanın yadsınması olarak değil olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma… biçimindedir” dediğinde Mao Dühring’ten tamamen farklı bir şey söylemektedir. Dühring “Eğer bu yeni ‘bireysel mülkiyet’, bay Marks’ta ‘toplumsal mülkiyet’ olarak da adlandırılıyorsa, bunun nedeni, Hegel’in, içinde çelişkinin kaldırılması, yani sözcük oyununu izlemek gerekirse korunması olduğu denli aşılması da gereken yüksek birliğinin işte burada ortaya çıkmasıdır… Öyleyse mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi dış ve maddesel ilişkileri içinde tarihsel gerçekliğim, deyim yerindeyse otomatik sonucudur.”[24] dediğinde aslında karşıtların birliği ve mücadelesinden ne derece uzak olduğunu, bununla ilgili hiçbir şey bilmediğini itiraf ediyor… Onun “Hegel karşıtlığı” lafta kalmaktadır; çünkü Hegel diyalektiğini bilmemektedir! Bu cümleleri Mao’nun “olumlama, yadsıma, olumlama…” yasasının ya da gelişme biçimi nitelemesinin yanına koyun Engels’in tepkisinin benzerini verirsiniz. Dühring bir şeyin kendinde karşıtını koruduğunu ve bir şeyin karşıtına dönüşerek yeni bir birlik haline geleceğini kabul etmiyor. Bir şeyde olumlu ve olumsuz yanların varlığından söz etmek ona göre Hegelci martavallara inanmaktır! Engels’in yaptığı tartışmaya “diyalektiğin savunulması” olarak bakıldığında Mao’nun Engels’in yanında durduğu net olarak görülecektir. Oysa MAE Mao’yu, dolayısıyla Maoist olduğumuzdan, dahası Mao’nun “tüm” fikirlerine “bekçilik” yaptığımızdan bizi de Dühring’in yanında görüyor! Bunu yaparken Mao’nun ve Dühring’in gerçekte neleri savunduklarının hiç ayırdında değil. Çünkü o meseleyi salt tanım olarak “yadsımanın yadsınması”nın savunulması düzeyinde kavrayabiliyor; bu tanımın içeriğini incelemeye hiç mi hiç yönelmiyor. Tam da bu nedenle “mülkiyetsizleştirenlerin mülkiyetsizleştirilmesi”ni de somut verilerle kavramaktan uzak duruyor. Sanki Marks bunu “Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurarak tanıtlamış” gibi! Tam da Dühring’in iddia ettiği gibi bu değil miydi?
“Bay Dühring işte böyle konuşur.
“Demek ki Marks, toplumsal devrimin, toprak ve emek tarafından yaratılan üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine dayanan bir toplum kuruluşunun zorunluluğunu, Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurmadan tanıtlayamaz ve sosyalist teorisini dinden alınmış bu gülünç andırışma üzerine dayandırarak gelecekteki toplumda, kaldırılmış çelişkinin üstün Hegelci birliği olarak, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal bir mülkiyetin egemen olacağı sonucuna varır.”[25]
Oysa Marks’ın yöntemi hiç böyle değildir, o doğrudan nesnel süreci ortaya koyar. Nesnel süreç zaten diyalektiktir; mülkiyesizleştirenlerin yol açtığı “el birliği ve toprak dâhil bütün üretim araçlarının ortaklaşa sahipliği” olanağına yönelik tespitlerini sıralar ve ancak bu olanak nedeniyle gerçekleşebilir duruma gelen “mülkiyetsizleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nden söz eder. Mao’nun tanımı bu yöntemle çelişkili midir? Hayır! Dühring’in “itirazı”na, işin özünü kavrayarak baktığımızda Mao’nun katıldığı söylenebilir mi? Kesinlikle hayır… Aksine Mao, Dühring’in güya saldırı silahı olarak kullandığı Hegelci yadsımanın yadsınması yasasını diyalektiğin alanından çıkarıyor; diyalektiği idealist felsefenin kalıntısından temizliyor, diyalektiği daha anlaşılır, daha temiz, daha güçlü bir silaha, elbette bir düşünce yöntemi silahına dönüştürüyor.
MAE’nin, Anti-Dühring’ten yaptığı alıntılarla, “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğin kendisi olarak savunan Engels’i Mao’nun karşısında konumlandırmış olması sadece bir kavrayışsızlık örneğidir. Bu bakımdan o, Bay Dühring’in tarzıyla hareket eden günümüz Dühringlerindendir. Hiçbir temel-öz incelemesi yapmadan, salt tanımdan hareketle yaptığı gürültünün Dühring’in yapmış olduğu gürültüden farkı yok… Şöyle diyor gürültücü bir yerde: “… çok ilginçtir, sanki gelecekte ‘yadsımanın yadsınması’ diyalektiğe uygun bir yasa değildir’ diyecek olan bizim ‘düzeltme’cileri duymuşçasına onları da Bay Dühring’le birlikte alay tahtasına oturtur!”[26]
Biraz dikkat etse bu kendi gürültüsüne tam teşne arkadaşımız “düzeltmeciler”in Dühring’in tam karşısında, diyalektiği savunmakta olduklarını fark edebilirdi. “Düzeltmeciler” yadsımanın yadsınmasını diyalektiğe uymadığı için, her yadsıma olumlama ve her olumlama da yadsıma içerdiği için reddediyorlar. Engels diyalektiği tamamen savundukları halde “yadsımanın yadsınması yasası”nı reddedenlerle Dühring’i “birlikte alay tahtasına oturtur” muydu? Bunlar arasında kesin bir ayrım olduğuna göre; hayır! Fakat MAE için öyle değil; çünkü o Mao’nun “yadsımanın yadsınması”nı diyalektik bakımdan, diyalektiği uygulayarak diyalektiğe aykırı olduğu için ve bunu da doğada, toplum tarihinde olayların gelişiminin her halkasında karşıtların birliği ve mücadelesi biçiminde açıklayarak reddettiğini kavramıyor! Mao’nun bu reddedişinin Dühring’in kavrayışsızlık dolu kabalığı ile “hiçbir” ilgisi ve benzerliği yoktur… Dühring’le gerçekleşen polemiğin özü “diyalektik”tir, karşıtların birliği teorisinin uygulanmasıdır; bunun “yadsımanın yadsınması” olarak nitelendirilmiş olması Hegel’de zirveye çıkan diyalektik kavramının gene onun tanımlarıyla biliniyor-tanınıyor olmasındandır. Mao özü alıp Hegel’den kalma “gölge”yi temizlemeyi sürdürmüştür; o güne kadarki tüm Marksistlerin yaptığını ve bundan sonra yapacaklarını yapmıştır. Bu bakımdan MAE tarafından yapılan Dühring benzetmeleri olsa olsa teori fukaralığının sonuçları olarak değerlendirilebilir…
Bu noktada MAE’nin şu cümlesi kendini bilmez olmanın zirvelerinden biri olarak not edilebilir: “… herhangi bir ciddi konu üzerine bir şey söylenecekse de önce söylenen şeyin incelenmesi yapılır ki ‘yeni’ söylenen şeyin ciddiye alınması bu eski ciddinin ‘ciddiyetsizliği’nin doğrulanması üzerinde değer görebilsin!” MAE’nin ne kadar “incelemeci” olabildiğini az önce de gördük. Konu edip tartıştığımız hiçbir meselede MAE öze dair fikir sahibi bile değil. Ustalardan yaptığı alıntıların içeriğini ne kavrıyor ne de tartışıyor. Buna rağmen “düzelticiler”in eylemine konu olan olayın kendisinden bağımsız olarak onları “ciddiyetsizlik”le, “incelemeye dayanmayan müdahaleler”le suçluyor! Bundan biraz daha komiği, bu cümlenin bir öncekinde “… tartışma yapılacaksa, soyut ‘Doğrular (!)’ üzerine değil, bu somut veriler üzerinden yapılır.” demesidir! “Somut veriler” nedir? Engels’ten yaptığı alıntılarda ifade edilenler, değil mi? Peki bu verilerin diyalektiği nasıl içerdiğini, diyalektiğin bu verilerde “yadsımanın yadsınması” olarak mı yoksa “olumlama, yadsıma, olumlama…” ve “niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe çevrilmesi” olarak mı gerçekleştiğini tartışıyor mu MAE? Hayır, tartışmıyor! Pekiyi, neden? Çünkü o Mao’nun bunu tartıştığının farkında bile değil, o meseleyi Dühring’in kavrayışı ölçeğinde değerlendiriyor! Bunu da “somut” sanıyor, Engels’in yazdıklarını bize yöneltmesi de bundan ötürü. “Eski ciddinin ‘ciddiyetsizliği’” dediği şey Engels’in Dühring’e yönelttikleridir ve biz bunları Dühring’e yöneldiği durumda, diyalektiğin savunusu olarak “ciddi” kabul ediyoruz ve bu bakımdan bunlardan öğreniyoruz. Bununla beraber Engels’in diyalektiği Hegel dolayısıyla “yadsımanın yadsınması” olarak tanımlamasını ondaki, daha doğrusu diyalektik üzerindeki Hegel gölgesi olarak görüyoruz ve bu gölgeyi kaldırdığı için Lenin’e, ardından attığı somut adım nedeniyle Stalin’e ve nihayet bu meseleye yaptığı nitel katkıyla Mao’ya “aynen” ayak uyduruyoruz. Bu bizim için çok değerli bir sorumluluktur!..
MAE, çalışmasının son bölümünden Aleksandr Septun’un “Diyalektiğin Kategorileri ve Yasaları” kitabından da yararlanarak “yadsımanın yadsınması yasası”nı “yeniden” tanımlıyor. Aleksandr Septun’un “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğe, daha doğrusu gerçekliğe, maddenin hareketine uydurma çabası var burada. Ne var ki Mao’dan hareketle felsefe yapmaktaysanız eğer bu yaklaşımın bir “gereği” yoktur, MAE’nin konumu bu sonuncu olmalıyken o böylece “Mao’dan hareketle” düşünemediğini göstermiş olmaktadır!
MAE çalışmasının farklı yerlerinde yadsımanın yadsınmasını “olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması” biçiminde tanımlıyor. “Yadsımanın yadsınması”na kadar olan sürecin birçok yadsıma içerebileceğini açıklayan Septun’da kendini buluyor MAE. Oysa Septun “yadsımanın yadsınması”nı Hegelci diyalektik olarak açıklamak dışında bir şey söylemiyor. Hegel’in diyalektiğini eksik anlayanlara bir anımsatma yapıyor Aleksandr Septun. Süreçleri belli bir kökenle başlatmak fikrine dayanan ve bu kökenin bir çember üzerinde yeniden ve yeniden başladığı anlayışı Marksizmde hiçbir teorinin “kurgusu” değildir. Marksizm, ele aldığı sürecin nesnel, verili durumundan hareket ederek ilerler, her somut durumun bir karmaşık bütün olduğunu öngörür. Somut durumun içindeki gelişim dinamiğini keşfetmek ve bu dinamiğin diğer parçalarla olan ilişkisinin kavramak yolunda ilerler. Hegelci diyalektiğin soyut ve verili “köken” anlayışı Marksizmde yoktur.
“… Bizim için çok daha önemli olan şey, yöntemimizin hangi noktada tarihsel görüş açısını getirmek gerektiğini ve burjuva ekonomisinin, üretim sürecinin salt tarihsel biçimi olarak daha önceki üretim tarzlarına nereden bağlandığını açıklığa kavuşturmasıdır.
“Ama burjuva ekonomisinin yasalarını geliştirmek için üretim ilişkilerinin gerçek tarihini yazmak buradan mutlaka gerekli değildir. Gerçekte, kendileri tarih boyunca ortaya çıkmış ilişkiler olarak bu yasaların doğru anlayışı ve tümden gelme zincirlenmesi, bu sistemden önceki geçmişi daima anımsatan kıyaslamalara götürür-tıpkı örneğin ampirik verilerin doğa biliminde yaptığı gibi. Bu anımsatmaları aynı zamanda bugünün doğru anlayışıyla birlikte, geçmişi anlamamız için gerekli anahtarı verir bize: bu, bir gün ele almayı umduğumuz bir çalışmadır.”[27]
Kapitalist sistemi çözümleyen Marks’ın kapitalizm öncesi ile ilgili bilgilerin bu çözümlemedeki yerine dair net bir fikir sunuyor bu paragraflar. Bu gelişim modeli Hegel diyalektiğinden “tamamen” farklıdır. Burada diyalektik karmaşık bir bütündeki olguların bütün içsel ve birbirleriyle ilişkilerinde var olan çelişkilerin gelişimi olarak görülür.
“… Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak “sivil toplum” adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. (…) Ulaşmış olduğumuz ve bir kez ulaştıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. (…)”[28]
Burada kısaca gösterilen gelişme modeli Hegel’in kökene dayalı felsefesinden, kökeni yeniden oluşturan süreçlerin, bir çember üzerinde ilk konuma dönerek gerçekleşen gelişme modeli olarak sonsuz tekrarından farklıdır. Mao’nun “Çelişme Üzerine” adlı makalesinde tanıttığı model; gene Lenin’in Felsefe Defterleri’nde çok genel bir giriş ile gösterdiği modeldir bu. “Yadsımanın yadsıması”nın bu modelde bir karşılığı yok. Bu model özgün durumun bir bütün halinde incelenmesi; ancak bunun devamında öncesine dair bilgilere ulaşma ve evrenseli açıklama olarak gerçekleşir. “Her önemli şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır.”[29] diyerek söz konusu karmaşık sürece dikkat çekmiştir Mao Zedung. “Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi öteki çelişmelerin varlığını ve gelişmesini belirler ya da etkiler. İşte bu, zorunlu olarak baş çelişmedir.”[30] Sadece bu da değil, Mao ikincil çelişmelerle baş çelişme arasında ilişkilerin karmaşık görünümüne dikkat çeker ve baş çelişmenin önemine bu karmaşık bütün içinde vurgu yapar: “… eğer bir süreçte birkaç çelişme varsa, bunlardan bir tanesi önder ve belirleyici rolü oynayan baş çelişme olacak, öbürleriyse ikincil ve bağımlı bir durumda bulunacaktır. Dolayısıyla içinde iki ya da daha fazla çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken bütün çabamızı, o sürecin baş çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında, bütün sorunlar kolayca çözülebilir. Marks’ın kapitalist toplumu incelerken bize öğrettiği yöntem budur. Aynı şekilde Lenin ve Stalin de emperyalizmi, kapitalizmin genel bunalımını ve Sovyet ekonomisini incelerken bize bu yöntemi öğretmişlerdir…”[31] Mao “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dediğinde süreçlerin bu karmaşık yapısına, her sürecin kaçınılmaz özgünlüğüne, bir süreçte çelişmelerin eşitsiz niteliğine ve gelişimine; her çelişmenin iki karşıt yönünün de eşit olarak ele alınamayacağına dayanıyordu. Bunlar Hegelci diyalektiğin kategorileri değildir, orada konu edilmemişlerdir. Bunlar “çok farklı” iki diyalektik felsefeden söz edildiğini anlamak için yeterlidir. Aleksandr Septun da bu kavramlara uzaktır. Onda doğal görünen bu durumu MAE’de “aynen” görmek ise bir soruna, MAE’de somutlaşan bir kavrayış problemine işaret eder.
Analiz ve sentez üzerine yazılanlar da dikkate değerdir. Çünkü MAE gene konu hakkında hiçbir ön çalışma yapmadan, salt sezileriyle hareket etmiştir. Seziler de zayıf olunca, daha doğrusu yanlış algılara tabi olunca olmadık sonuçlara “ulaşmış!”
MAE “düzeltmeciler”e karşı eleştirilerinin bir yerinde söz konusu düzeltmelerin sadece cehalet içermediğini, tersine örgütsel siyasetle de bağlı bir içerik taşıdığını belirtiyor: “… Daha da önemlisi şudur ki, İK gazetesi, Mao’nun ortaya koyduğu şekliyle bu üç kavramı savunmak gerektiğinin önemini ‘Pratiğin esas olduğunu, iş yapmanın esas olduğunu anlamamızı sağlar.’ ifadesinden, ML’nin kullandığı felsefi kavramların, onun sadece cehaletiyle açıklanamayacağını, tersine pratik örgütsel siyasetleriyle bağını neden önemsememiz gerektiğine özel bir önem katmaktadır.”[32]
Bu tartışması boyunca MAE’nin hiçbir konuyu içeriği bakımından kavrayamadığını gördük. Bunun nedeni onun “inceleme”, daha doğrusu düşünme tarzıdır. O hiçbir şeyi o şeyin kendisi olarak ele almıyor, her zaman “kendi niyetini ya da algılarını” başlangıç noktası yapmış olarak tartışıyor. Şaşmaz biçimde burada da durum aynı!
“Düzeltmeciler”in sözünü hatırlayalım önce: “Yine analiz-sentez, ‘birin ikiye bölünmesi’ yasasının tek tutarlı gelişimidir. İkinin birleşip bir olması tezine karşı analiz-sentez doğru ve tek tutarlı yanıttır. Mao Zedung’tan aktardığımız bilgiler oldukça zengindir. Süreçlerin böyle kavranması pratiğin esas olduğunu, iş yapmanın esas olduğunu anlamamızı sağlar.”
Burada konu edilen felsefenin, daha doğrusu felsefemizin hayatla ilişkisidir. Mao Zedung “Felsefe, ancak sınıf mücadelesi varsa var olabilir, pratikten kopuk olarak epistemoloji (bilgi teorisi) tartışmak zaman kaybıdır.”[33] diyor; eğer analiz ve sentezi sınıf mücadelesinin kavranması ve yönetilmesi olarak ele almıyorsak uğraştığımız ya da burada tartıştığımız felsefe neyin/kimin felsefesi olabilir? Dikkat çekilen nokta burasıdır. Ne var ki MAE bambaşka bir düşünceye sahip. O tersten bir bağ kurarak “bölücülük” siyasetinin felsefi temelini bulduğuna inanıyor…
MAE’nin “pratik örgütsel siyaset”ten “bölücü siyaset”i anladığını çalışmasının bütününden çıkarıyoruz. Mao Zedung’u bu anlayışla mahkûm ediyor! “Birliği reddeden”, “birleşmeyi olanaksız gören”, “ikinin birleşip bir olması” yasasını da bu siyasete kurban eden bir siyasetin dayandığı temeli sarstığına inanıyor. Bunu en güçlü biçimde yapmak için “birlik çağrılarına ‘gerek yok’ basitliği ile yaklaşıldığı”nı bile ileri sürebiliyor!
Oysa “düzeltmeciler”in konu ettiği “pratik” felsefemizin temel bir konusudur. Mao Zedung bunu en güçlü seviyede açıklamıştır.
“… Engels, zorunluluklar ülkesinden özgürlük ülkesine doğru ilerleyişten söz etmiş ve özgürlüğün zorunlulukların anlaşılması olduğunu söylemişti. Bu cümle tamam değildir, meselenin sadece yarısını söylemekte ve kalanını söylememektedir. Sadece anlamak sizi özgür kılar mı? Özgürlük, zorunlulukların anlaşılması ve zorunlulukların dönüştürülmesidir; insanın biraz çalışması da gerekir. Eğer yapacak bir iş olmaksızın sadece yerseniz, sadece anlarsanız, bu yeterli midir? Bir kanun keşfettiğinizde onu uygulayabilmelisiniz, dünyayı yeniden kurmalı, araziyi açıp binalar dikmeli, madenler açmalı, sanayileşmelisiniz…”[34]
Mao Zedung felsefenin işlevini son derecede açık, net olarak ortaya koyuyor burada: bilgi teorisi; tüm şeylerin bilgisini açığa çıkarmak ve bu bilgiler sayesinde şeylerin insan gereksinimleri doğrultusunda ama aynı zamanda en uygun şekilde dönüşmesini sağlamak. İnsanı bağımlılıklardan, bu anlamda zorunluluklardan kurtaracak şey de budur: Marksist felsefenin tüm eski felsefelerden farkı da budur. Marks’ın yeniliği duyuran ünlü sözüyle “artık dünyayı anlamak” değildir felsefenin işlevi, aynı zamanda ama esas olarak “dünyayı değiştirmek”tir.
“Tez, anti-tez ve sentez” ile “analiz ve sentez”in iki ayrı dünya görüşünün kavramları olması ve Mao’nun “analiz ve sentez”i “yeniden” tanımlamış olması tam da felsefenin “yeni” işlevinin kavranarak pratik teoriye dönüştürülmesiyle ilgilidir. “Zorunlulukları dönüştürmek” insanın bilgiye, kuşkusuz doğru bilgiye, bu anlamda bilimsel bilgiye dayanarak iş yapmasıdır. Yanlış, eksik, öznel bilgiyle zorunluluklar dönüştürülemez!
Mao’nun Engels’in sözüne yönelik müdahalesi “analiz ve sentez”i kavrayışındaki yeni seviyeden ötürüdür. Engels, Hegel’den hareketle, onu doğrulayarak “özgürlüğün zorunlulukların anlaşılması olduğu”nu yazmıştı. Mao da bunun eksik bir cümle olduğunu açıklayıp tamamlayıcı katkıyı yapıyor.
(Bu konuda Halil Gündoğan “Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” adını verdiği çalışmasında Mao’ya dönük yanlış tespit ve eleştirilerde bulunuyor, yeri gelmişken bunları da değerlendirmek yararlı olacaktır… Halil Gündoğan kitabında, Engels’ten yaptığı alıntıdan hareketle Mao’yu eleştiriyor: Aslında Engels’in de zorunlulukların dönüştürülmesinden söz ettiğini söylüyor; Hegel’e ait “ilk” sözü Engels’e mal etmek yanlışına düşüldüğünü ileri sürüyor. Halil Gündoğan her ne kadar Mao Zedung’un Engels’i değil, sadece bir sözü değerlendirdiğini ve tamamladığını savunarak ona yönelik seviyesiz saldırılara karşı koymuşsa da buradaki gerçek ilerlemeyi anlamamıştır. Hiç şüphesiz Engels de Marks, Lenin ve Stalin gibi Feuerbach Üzerine Tezler’deki 11. Tez’i kavramış bir “devrimci filozof”tur. Bununlar beraber felsefenin teorisi Mao Zedung’a kadar bitirilmiş bir iş değildir ve Engels de bu eksikliğin içinde yazmaktadır. Marksist diyalektik ne Marks tarafından yazıldı ne de Engels tarafından. İkisi de bunu pratikte kullandılar, diyalektiğe dayanarak proletaryaya benzersiz eserler kazandırdılar. Ne var ki Marksist diyalektik onlar tarafından yazılmadı. Lenin belli bir dönemde bu işe soyundu; ama tamamlamaya fırsat bulamadı: Felsefe Defterleri bu süreci gösteren somut belgedir. Stalin’in uğraşı da yeterli olmadı. Mao Zedung “tamamen” bu içerikte bir çalışma yaparak bu alandaki önemli boşluğu doldurmuştur. Elbette bununla ilgili çalışmalar sürecektir. Bununla beraber Mao’nun katkısı ayırt edicidir ve “olmazsa olmaz” niteliktedir. Bu özelliği somutlaştıran olaylardan biri de “özgürlük ve zorunluluk ilişkisi”ne dair söyledikleridir. Halil Gündoğan tam da bu belirleyici noktayı anlamamıştır… Doğrudan Halil Gündoğan’ın kitabından yararlanarak bu belirleyici noktayı açıklayalım.
Halil Gündoğan, Engels’ten alıntı yapıp beraberinde kendi değerlendirmesini sunuyor:
“(…) Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. ‘(Z)orunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.’ (Hegel Ansiklopedisi, s. 147) Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.’ [Bu satırlarda hangi düşüncenin kime ait olduğu ve aralarındaki ilkesel farklılık da açıkça ortadadır: ‘Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır.’ ifadesi ‘ona göre’dir. Yani kime göredir? Hegel’e göre!.. Engels bunu 11. Tez’in özüne nasıl oturtup yorumluyor? Bunun yanıtı da devamen altını çizdiğimiz satırlarda, açıkça ortadadır. Mao Zedung’un ‘yarım kalmış gibi’ dediği şey Hegel’in sözleri için geçerlidir. Mao Zedung’un doğru olarak tamamladığı şekliyse, zaten Engels tarafından önceden tamamlanmıştır. BN.] Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. (…)”*
Burada Halil Gündoğan; Engels’in cümlelerini yanlış yorumluyor, sanırız bunun temel nedeni, bizim de biraz yukarıda belirttiğimiz Engels’in pratik düzlemde kanıtlamış olduğu kavrayışıdır. Ancak bu cümlelerde konu pratik kavrayış değil; burada zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkinin teorisi yapılıyor ve Engels, bu ilişkiyi DOĞRU olarak İLK DÜŞÜNEN kişinin Hegel olduğunu belirtiyor. Halil Gündoğan, daha baştan belirtilmiş olanı tamamen ihmal ediyor! Bir şeyin “doğru olarak düşünülmesi” demek ifade edilenin doğrulanması demektir; yani “Hegel’e göre” olanı Engels doğrulamaktadır. Ayrıca Halil Gündoğan’ın Engels’e mal ettiği “devamen” altı çizili görüşler de Engels’in Hegel’den anladığı fikirlerdir. Hegel, Kant’a karşı “kendinde şey”in bilinebilirliğini açıklar; Kant’ın “hürriyet”i dünyadan bağımsızmış gibi kavramasının nedenini ve yanlışlığını ortaya koyar. Engels’in sözünü ettiği “belli erekler” Hegel’de tanımlanmıştır. Özgürlüğü doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta tanımlayan Hegel değildir; bilinemezcilerdir. Hegel bu konuda aksini savunur, kuşkusuz bunu idealist temelde yapar; mutlak idenin köken varlığın çemberi tamamlayarak kavramlaşan insan zihnine yerleşmesi biçiminde yapar… Halil Gündoğan bu cümlelerin sonundaki “olanağındadır” sözcüğünün anlamına biraz dikkat etmiş olsa “Hegel’e göre” dediği cümleden farklı bir şey söylenmediğini anlayabilirdi. Engels “aynı” sözü açımlı olarak tekrar ediyor burada. Bir şeyin olanaklı hale gelmesi onun henüz olmadığını içerir, anlamak olanağı görmek veya “yasayı bulmak”tır. Oysa oldurmak değiştirmektir, zorunluluğu “ilga” etmek, yani ortadan kaldırmaktır. Mao tam da “olanağı” bulmanın özgürlük için yeterli olmadığını, olanaklı olanı oldurmak gerektiğini, zorunluluğu ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürer “özgürlük” için! Engels’in “devamen altı çizilen” sözünü Mao’dan hareketle yazmayı denersek eğer şöyle ifade edebiliriz: “… bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılması, bu yolla bu ereklerin gerçekleştirilmesidir!” Anlamak zaten “olanak”lı olmakla ilgilidir, zorunluluğun anlaşılması ondaki bilginin açığa çıkarılmasıdır. Ancak olanaklı olan henüz gerçekleşmiş olan değildir, zorunluluk henüz geçerli durumdadır… Mao sözün eksik olduğuna -“yarım kalmış gibi” olduğuna değil “yarım olduğu”na- bu nedenle dikkat çeker. Özetle, Engels’e göre Hegel zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkiyi doğru olarak düşünmüş ve nedenselliği kavramanın hareketin iç bağını çözümlemek olduğunu, bunun da özümlenen tarihin hareketine doğru maddenin kendi hareketini oluşturduğunu ortaya koymuş ilk düşünürdür. Bu sayede özgürlük nedensel bir süreçle açıklanmış ve “düşlenmiş bir bağımsızlık” olmaktan çıkarılmıştır. Ne var ki özgürlüğün zorunluluğun değiştirilmesi olduğu, bu anlamda analizin sentezle tamamlanmasına denk geldiği ancak Mao Zedung tarafından söylenmiştir; ondan önce bu konu “hiç” böyle konmamıştır! Mao “özgürlük, zorunlulukların anlaşılması ve zorunlulukların dönüştürülmesidir” dedikten sonra “insanın biraz çalışması da gerekir. Eğer yapacak bir iş olmaksızın sadece yerseniz, sadece anlarsanız bu yeterli midir?” diyor. (Mao’nun burada kullandığı “yemek” kavramı analiz etmek anlamındadır.) “Zorunlulukları dönüştürmek” böylece bizim belirlediğimiz, “erek edindiğimiz ve ulaştığımız” “yeni birlik”e geçişi sağlayarak özgürleşmek; bizi belirleyen toplumsal varlığa/koşullara, bizi sınırlayan çaresiz ve etkisiz kılan zorunluluklara son verip yeni “toplumsal varlık”ı yaratmak anlamındadır özgürlük. Neden, nasıl ve hangi güçler tarafından belirlendiğimizi anlamak bizi özgürleştirmez; sadece nasıl özgürleşebileceğimizi anlamamızı sağlar. Engels’in sözlerine uyarlarsak: Özgürlüğü gerçekleştirmek için yöntemli bir biçimde hareket etme olanağı elde edilir. Özgürleşmek bu anda henüz olanakta gizlidir ve olanak kullanıldığında, yani harekete geçilip de iş görüldüğünde özgürlüğe geçilir. Halil Gündoğan’ın da tartıştığı bu katkı MAE, ile tartışmamızın temel unsurlarından birisidir.)
Mao’nun buradaki müdahalesi felsefeyi sınıf mücadelesinin bir silahı olarak görmesiyle doğrudan ilgilidir. Marks, Engels, Lenin ve Stalin için de felsefe sınıf mücadelesinin hizmetinde olmuştur. Fakat onlar bunu teorize etmediler. Daha önce de belirttiğimiz gibi “Feuerbach Üzerine Tezler”den sonra Marks ve Engels teorik düzlemde felsefe defterini kapattılar. Onlar için felsefeye teorik bakımdan yoğunlaşmak bir gereklilik değildir; olayların gelişme yasalarını keşfetmişlerdir ve artık bu yasaları uygulamaya geçirmek gerekirdi. Tamamen ve doğrudan sınıf mücadelesine yoğunlaştılar. Felsefe bu yoğunlaşmanın kendinde, kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak uygulandı, dolayısıyla gelişti…
Mao, “Felsefe Meseleleri Üzerine Konuşma”nın girişinde felsefenin sınıf mücadelesi ile bağını anlatır ve şu net-berrak cümleleri kurar: Temel sınıf mücadelesidir. Felsefenin incelenmesi ancak bundan sonra gelir. Kimin felsefesi? (…) Proletarya felsefesi, Marksist felsefedir. (…) Felsefeyle uğraşanlar felsefenin önde gelmesi gerektiğine inanıyorlar. Ezenler, ezilenleri eziyorlar; ezilenler ise felsefeden önce buna karşı koymak ve bir çıkış yolu bulmak ihtiyacındadırlar. İnsanlar, ancak bunu başlangıç noktası olarak aldıkları zaman Marksizm-Leninizm ortaya çıktı ve felsefeyi keşfettiler. (…)”[35]
Bizim bugün Mao’dan hareketle savunduğumuz görüşler Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in teorilerine, politikalarına, eylemlerine sıkı sıkıya bağlıdır; onların felsefesini öğrenmek ve uygulamak istiyoruz. Bunları Mao’nun teorize etmiş olması bu gerçeği değiştirmez…
MAE’nin “düzeltmeciler”in düzeltmesindeki “pratiğin esaslığı” ve iş yapmaya dair sözleri anlamamasına şaşmamalı. O, felsefeyi Hegel ve öncesi gibi, Mao’nun “felsefeyle uğraşanlar” dediği kimseler gibi; daha doğrusu “felsefeye öncelik vererek” anlamaya çalışıyor. Bunun hiç de kolay olmadığını görüyoruz ve biliyoruz. Hegel bu çabanın zirvesi olmuştur; hem Hegel’in düzeyine varmak zordur hem de aynı zirveye çıkmak gereksizdir; zirveden görüneni Hegel anlatmıştır! Bu, bir dağın zirvesine çıkıp “her şeyi” göreceğine inanmak gibidir. “Salt felsefeden ibaret” dağın zirvesine çıkılmıştır, o dağın “yeni” bir zirvesi bulunmuyor. Önümüzde yeni bir dağ var; o dağa çıkmak için felsefe elbette şart; ama bunu sınıf mücadelesi içinde, pratikte, iş yaparak gerçekleştirebiliriz.
Hegel idenin gerçekleşmesi ile ideye ulaşmayı insanın hakiki ereği olarak kavrar ve bilgi teorisinin çerçevesini bununla kurar. Hegel’i üstün kılan özellik felsefeyi bir bilgi teorisi düzeyine getirmesidir; bunu belirleyen ise idenin insan bilgisinde kavranabileceğini anlamış olmasıdır. Bu nedenle doğa ile ilişkilerden insan eylemlerine kadar her alanda bilgilenmeyi idenin bütünlüğüne doğru, kökene doğru bir gelişim olarak kavrar; her şeyin bilinebileceğini ortaya koyup bu süreci diyalektik olarak açıklar. Sorun tam da ideden başlayan hareketi ide ile sonuçlandırmasında ve bilgi teorisini de bununla sakatlamasındadır. Bu nedenle Hegel’de analiz ve sentez, güçlü olmakla beraber, özellikle sentez bakımından tek yanlıdır ve eksiktir. Mao’nun konu ettiği budur.
MAE, Mao’nun analiz ve sentez hakkındaki “yeni” yorumunu onun “yadsımanın yadsınması”nı anlamamasına bağlamış, bunu yaparken neye dayandığını anlamak kolay değil. Çünkü “yadsımanın yadsınması”nı yasa düzeyinde tanımlamış olan Hegel de “tez, anti-tez ve sentez”i değil analiz ve sentezi temel almıştır! Analizi kavramanın bilgiye geçmesi olarak tanımlar; bu süreç olanın kavranmaya çalışılmasıdır. Sentez de olanın anlaşılmasıdır, yani belirlenimlerin bütünlük içinde, bütünlük halinde kavranmasıdır. Sentez bütünlüğün kavranması olduğu ölçüde “olan”ın karşıtına çevrilmesini de konu eder; dolayısıyla sentez, şey hakkındaki tüm bilginin tepe noktasıdır: net biçimde şeydeki karşıtların bir araya gelmesi ve böylece şeyin başka bir şeye dönüşmesi değildir!..
MAE’nin bu konuyla ilgili eleştirisi de öncekiler gibi bir “gürültülü” olmaktan ibaret. Şöyle diyor: “Mao’nun (…) analiz-sentez yorumu da iki açıdan yanlıştır. İlki doğada, tarihte ve toplumda (doğa veya topluma ait olmaya tarih burada neyin tarihidir, neyi ifade etmektedir? Bu sıralama neden söz ettiğini bilmemek olarak yorumlanabilir rahatlıkla-BN) insan aklını da içeren bir gelişme olarak gerçekleşen olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması süreçlerini ‘kabul etmeyerek’ maddenin çelişki yoluyla kaydettiği gelişme süreçlerini görmekten kopmasıyken ikincisi de bu nesnel olguları görmezden gelmenin düşüncedeki yansıması olarak tez, anti-tez olgusunu atlama üzerinden maddenin hareketini analiz ve senteze sıkıştırmasıdır.”[36]
“Yadsımanın yadsınması yasası”nın kurucusu olarak Hegel de bilgi teorisini/Mantık’ı analiz ve sentezle açıklıyorken MAE böyle bir “iddia” ileri sürüyor! Lenin Felsefe Defterleri’nde, Hegel’in Mantık Cilt V’inden şu alıntıyı aktarıyor: “Analitik bilgi, kavramdan bilgiye her tasım’ın -dolayımsız bağıntının- ilk öncülüdür: bundan ötürü de onun (analitik bilginin) kendine ait olarak bilip tanıdığı belirlenimdir özdeşlik ve var olanın kavranılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir. Sentetik bilgi, var olan’ın anlaşılması’nı yani belirlenimlerin çokluğunu birlikleri içinde kapıp kavramağa yürür. Dolayısıyla da sentetik bilgi, tasımın ikinci öncülüdür; ve ‘farklı olan’da, kendi kendindeki hali içinde bu ikinci öncüle aktarılıp geri çevrilendir. Ereği, bu nedenden ötürü, genellikle zorunluluktur.”[37] Hegel “… bizim diyalektik dediğimiz, aklın en üstün hareketidir ki bu hareket içinde, birbirlerinden ayrı gözüken terimler salt kendi özellikleri dolayısıyla birbirlerine geçer; ve gene bu hareket içinde öncül, kendi kendini aşar”[38] açıklamasıyla analiz ve sentezi diyalektik içinde nasıl konumlandırmak gerektiğini göstermeye başlar. Her bir şeyi, ele aldığı an itibarıyla olumsuzlamanın ilk olumsuzlaması olarak [Zira “Her belirlenim olumsuzlamadır.” (Spinoza)] düşünen Hegel “kendinde şey’in başka şeyler için şey’e dönüşmesini; hem kendi için hem de başkaları için olan şeyin sürekli şekilde bir halden başka bir hale geçişini, bu anlamda kendi kendini aşmayı; olumsuzlamanın olumsuzlaması’nı” kendi diyalektiğinde analiz ve sentez ile kavramaya yönelik yazıyor. Lenin bu kavrayışı şöyle anlatıyor: “… Genellikle ölmüş gözüken kavramları çözümlüyor Hegel ve bunlarda hareket bulunduğunu koyuyor ortaya. Son bulmuş? Yani, son’a doğru hareket halinde olan! Bir şey? Yani, başka bir şey değil. Genelde varlık? Yani, öylesine belirlenimsiz ki varlık = varlık olmama. Kavramların evrensel ve çok şekilli esnekliği, karşıtların özdeşliğine kadar giden esneklik,-işte işin temeli…”[39] Kavram’ın, nesnesinin içinde kendi kendisi ile “kendi birliği” oluşuna kadar, nesne özel kavrama uygun olana kadar sürecek hareketin analizi; zorunluluğun alanı olumsuzlamanın olumsuzlanması olarak anlaşılana kadar analiz ve sonuç başkası için şey’e dair tanım… Hegel’de tez, anti-tez ve sentezle değil, analiz ve sentezle açıklanır bu süreç…
O halde MAE’nin bu tartışmayı “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” görüşüne bağlanması Hegel’in Mantık’ının değil, olsa olsa kendi orijinal mantığının bir sonucudur. “Temelsiz bir ön varsayımdan yola çıkan bir akıl yürütme”nin ürünü, orijinal bir mantık! Bu mantık kendince kurduğu “tez-anti tez, analiz ve sentez; olumlama-yadsıma-‘yadsımanın yadsınması’” ilişkisini Hegel’de somutlaştırmaya kalkıştığında Mao’ya karşı olduğu kadar pervasız olamayacaktır herhalde! “Yadsımanın yadsınması yasası”nın kurucusu ile bu konuda “uzlaşmamak” belirttiğimiz kurgu için açık bir yıkım olacaktır çünkü…
Hegel “yadsımanın yadsınması”nı bir yasa olarak tastamam açıklayan olduğu halde tez, anti tez ve sentezden değil de analiz ve sentezden ibaret bir Mantık ortaya koyarken MAE, Mao Zedung’un “analiz ve senteze sıkıştırılmış bir gelişme anlayışı”nı savunduğunda aslında “yadsımanın yadsınması”nı kavrayamamanın olağan bir sonucunu yaşadığını ileri sürüyor! Acaba Hegeli gene bir “analiz ve senteze sıkıştırılmış gelişme modeli” ile nasıl kavrayabilmiş ve tastamam açıklayabilmiştir “yadsımanın yadsınması yasası”nı?
Öyle görünüyor ki MAE’nin Hegel’in tanımlamalarından, en azından bu konu bağlamında haberi yok. Elbette bunu yadırgamıyoruz; sorun da bu değil zaten. Sorun MAE’nin Mao’ya yönelik içeriksiz, dolayısıyla safsata düzeyindeki saldırısı. Mao Zedung’tan söz ediyoruz! Onun “yadsımanın yadsınması”nı, niceliğin niteliğe dönüşümünü atladığı için (Bu doğrudan söylenmiyor; ama aslında konu tam da bu noktada saçma bir hale sokuluyor.) kavrayamadığını ya da komünizmi es geçtiği için anlayamadığını veya maddenin çelişme yoluyla kaydettiği gelişme süreçlerini görmekten koptuğu için çözümlemekten uzaklaştığını iddia etmek için biraz olsun incelemek, düşünmek gerekmez mi? Bu derecede içeriksiz, temelsiz, “söyledim oldu” bir üslupla hareket etmek nasıl bir cürettir? Anlamak zor… Sanırız kendine hayranlığın yarattığı boş “benliğin” sonucudur bu. Böyle insanlarda kendi kendine ve boş konuşma bir özelliktir, maalesef bazen ses tellerini de çalıştırıyorlar böyleleri!..
“Doğada, tarihte ve toplumda insan aklını da içeren bir gelişme olarak gerçekleşen olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması süreçlerini kabul etmeyerek” Mao Zedung hiç de çelişme yoluyla gerçekleşen gelişme süreçlerini görmekten kopmaz. İlkin şunu düzeltelim “düzeltmeciler”i temsilen: “tarih” dediğimiz toplumların oluşum-gelişim sürecidir, bunları ayrı alanlar gibi göstermek “teoriden kopmak” değil ama “kopuk” olmaktır! “Doğa”, “toplum” ve “tarih” biçiminde üç ayrı alan tanımlamak yanlıştır. Ayrıca “insan aklını da içeren” tanımı da sorunludur. İnsan aklı doğada ve toplumdaki gelişmelerin “yansıdığı alan” olarak konu edilmelidir; bunlardan ayrı olarak “işleyen” bir insan aklından söz etmediğimiz açık olmalıdır. Bu nedenlerle konu olan “gelişme süreçleri”ni “doğada, toplumda ve bunlar dolayısıyla insan aklında” ele alıyoruz. Bu “gelişme süreçleri”ni açıklamanın, teorize etmenin neden olduğu birikimi ise bilgi teorisi veya Mantık olarak tanımlıyoruz. Dolayısıyla “bilgi teorisi”ni doğanın, toplumun ve bunların yansıma alanı olarak insan aklının gelişmesinin teorisi olarak kavrıyoruz. Tüm meselemiz bilginin nasıl üretildiğidir, bunun yasalarıdır.
Mao Zedung’un bunu “Çelişme Üzerine” ve “Pratik Üzerine” makalelerinde tam olarak aydınlatmış olduğunu savunuyoruz ve aydınlatmanın kaynağının da Marksizm-Leninizm olduğu görüşündeyiz. Bu makalelerde “hiçbir” gelişme aşaması atlanmamış, görmezden gelinmemiş, es geçilmemiştir. MAE’nin burada “söz” olarak kalmış iddialarının bu iki makale karşısında “hiçbir” karşılığı yoktur. Eğer bu “söz”lerin iler tutar bir tarafı varsa onu bunları açıkça ortaya koymaya davet ediyoruz. “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dediği için Mao’yu “çelişme” yoluyla gerçekleşen süreçleri görememekle eleştirmek, onun söz konusu makalelerde ve ayrıca “tartıştığımız” konuşmasındaki “süreçler” hakkındaki değerlendirmelerine gözünü kapamak olur. Birileri söylediği için onlar görünmez olmazlar ama! Onlar orada duruyor. MAE’nin es geçildiğini söylediği komünizm değerlendirmesi orada duruyor, komünizmin ilk aşaması olarak ve özel mülkiyete son verilmiş düzen olarak sosyalizm orada duruyor; bunları nedense MAE “hiç” tartışmıyor! “Yadsımanın yadsınması” olarak değil, yeni bir karşıtların birliği olarak, değişmek zorunluluğunu içererek, bir nihayete kavuşmaktan, bir “kökene dönüş” olmaktan uzak olarak!..
MAE “analiz ve senteze sıkıştırmak”tan söz ediyor; ama bunun nasıl bir sıkıştırma olduğunu açıklamıyor, açıklayamaz da… Analizin herhangi bir şeydeki karşıtların durumunu, özgüllüklerini, diğer şeylerle ilişkilerini, birbirlerine geçişlerini, yönelimlerini vs. incelemek olduğunu anlamamış gibi davranıyor. Onun “tez” ve “anti tez” dediği, şeydeki karşıtlardır, yani çelişkidir. Analiz dediğimiz de şeyi bir çelişki olarak; ama içinde olduğu bütünlükle tüm yönleriyle, başkanın belirlenimi olarak da kavramak ya da çözümlemektir. “Mao bu yorumuyla olumlamadan tez, anti tezi devre dışı bırakarak sadece ‘analiz ve sentez’i işlemesi, maddenin hareket süreçlerine ve ilk konumuna aykırı bir yaklaşımdır” diyor MAE. Bu cümleler hiçbiri inceleme, açıklama, hatta somut belirleme içermiyor. Eğer analiz, şeyin karşıtların birliği olarak ve içinde yer aldığı bütünlüğüyle, tüm yönleriyle, yönlerin birbirine çevrilmesi olarak da incelenmesi ise nasıl “olumlama” devre dışı bırakılmış oluyor; maddenin hareket sürecine aykırılık olduğu nasıl saptanıyor? “İlk konuma aykırılık ifadesi başlı başına sorunlu bir ifade. Maddenin hareketi bakımından “ilk konum” nedir? İçinde olduğumuz an da bir ilk konumdur, önceki bir zamanda oluşmuş bir an da “ilk” konumdur. Maddenin öncesiz ve sonrasızlığı içinde sonlu ve sonsuz hareket onun parçalarıdır; bu durumda ilk konum analiz ettiğimiz şey tarafından belirlenir ve mutlak bir ilk konumdan söz etmek yanlıştır; “köken”den hareket etmek yanlıştır…
“Öyle anlaşılıyor ki Mao, evrende, doğada ve tarihte çelişkinin neden olduğu gelişme ve değişmenin sonucu olan şeylerdeki büyük kendine dönüşü olan yadsımanın yadsınmasını göremediğinden tez, anti-tez, analiz ve sentezi de ‘üççülük’ olarak değerlendirmiştir” diyor MAE! Burada da aynı şeyi yapıyor: laf kalabalığı! “Şeylerdeki büyük kendine dönüşü” göremeyen değildir Mao, bunun olmadığını söyleyendir o! “Kendine dönüş” yoktur; olumlama, yadsıma, olumlama… halinde süren bir gelişme vardır. Bu gelişme belirli bir kesit içinde “git gel” konumunda görünebilir; sürecin dönüşümünde özne yetersiz kalabilir; yeni bilgiler üretilemeyebilir, devrim gerçekleşmeyebilir vs. fakat “büyük geriye dönüş,” “kökenin yeniden başlaması” olmaz. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” gibi “belirli” bir kesitin anlaşılmasını içeren tanımlar da yapılabilir; ama bunun “ilk konuma dönüş”, somut söylersek ilkel komünal toplumun yeniden fakat tüm gelişme döneminin bilgisiyle yüklü kuruluş olduğu söylenemez. Marks’ın bununla tarihin hangi kesitine işaret ettiğini gösterdik: Küçük üreticiyi mülksüzleştiren kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi… Marksizmin “kökene dayanan” bir gelişme anlayışıyla bilgi üretmediğini Marks’tan hareketle gösterdik. Bizatihi kapitalizmin incelenmesi olan Kapital bunun berrak bir örneğidir. Burada incelenen somut süreç karmaşık bir yapı olarak ele alınır ve en yaygın, bilinen özelliğinden başlayarak tüm sistem, her bakımdan çözümlenir; eski üretim tarzları ancak bu yeni üretim tarzıyla bağlandıkları yerde konu edilir; kapitalizm “özel mülkiyet”in kendisinin evriminden anlaşılmaz, dolayısıyla “köken” de konu edilmez!..
Peki, bizim bu savunumuz “büyük geriye düşüşleri” yadsır mı? Tabii ki yadsımaz. Bu “geriye düşüşler-dönüşler” söz konusu karmaşık bütünün içindeki temel çelişkinin belirlenimi olarak olanaklıdır; yoksa şeyin “kökendeki birliğinin”, ilk konumunun nesnel tamamlanışı olarak değil! Hegel Mantık’ının temeli buna dayanır ve “yadsımanın yadsınması” da bunu açıklar. Ne var ki bunu açıklamak için “tez ve anti tez” karşıtlığı konu edilmez, kökendeki karşıtların birliği/özdeşliği konu edilir!..
Bunun yanında MAE’nin “üççülük”ten hareketle de Mao’nun “tez, anti tez ve sentez”i benimsemediğini ileri sürüyor. Mao’nun “üççülük” eleştirisinin diyalektiğin üç yasasından bahsedilmesinden kaynaklandığını biliyoruz. Mao bir temel yasa olduğunu ve konu edilebilecek hareket biçimlerinin, değişimlerin de bu temel yasa dolayısıyla açıklanabileceğini savunuyor. Bununla ilgili teoriyi, yani bilgi teorisini “Pratik Üzerine” ve “Çelişme Üzerine” adlı makalelerde detaylı biçimde ortaya koymuştur. MAE’nin “tez, antitez ve sentez” kavramlarından “uzak” durmayı “üççülükten uzak durma çabası” olarak yorumlaması onun “biçime bakıp özü görmeme” özelliğinden kaynaklanıyor. “Tez, antitez, sentez” üzerine kurulu gelişme modeli üççülük olamaz; Mao’nun bunu düşündürtecek, akla getirtecek hiçbir yaklaşımı olmamıştır. Onun bu “üçlü”yü kullanmamasının nedeni “bilgi teorisi” için bunları gereksinmemesidir. Aynı yaklaşımın Hegel’de de olduğunu görüyoruz. Şeyin hareketini incelemek, ondaki karşıtların birliğini keşfetmek, bunu tüm yönleriyle incelemek ve şeyi değiştirmek için gerekli kavramlar analiz ve sentez olmuştur. Mao nasıl ki analiz ve sentezi kullanmakla “ikici” olmamışsa, “tez, antitez ve sentez” üçlemesini kullananlar da “üççü” olmazlar. Söz konusu üçleme daha çok “ikinin birleşip bir olması” anlayışında olanlar tarafından kullanılmıştır; bunlarda sentez tez ve antitezin yeni bir birlik oluşturmak üzere birleşmesi olarak kavranır. Burada “üççülük” değil, gerçek gelişme modeline uymayan, dolayısıyla gerçekliğe aykırı fikirlere yol açan bir anlayış vardır…
“Öyle anlaşılıyor ki Mao (…) tez, anti-tez, analiz ve sentezi de ‘üççülük’ olarak değerlendirmiştir” diyen MAE aklınca Mao’nun diyalektiğin tek temel yasası olduğu görüşünü hafife almaktadır. Fakat bunu incelemelerle, konuyu özü bakımından kavrayarak yapmak yerine uydurduğu tespitlerle yapıyor: “Öyle anlaşılıyor ki” diyor; ama aslında “öyle anlayabilen” tek kişi kendisidir! Mao Zedung’un “tez, antitez ve sentez” kavramlarını kullanmamasının nedeni bunların kullanımını “üççülük” kabul etmesi değildir, çok açık ve net olan budur…
Mao analiz ve sentez kavramlarını kullanarak diyalektiği bilgi teorisi olarak kavradığını somutlaştırmış oluyor sadece ve ancak Marksist diyalektik sayesinde toplumsal hareketin anlaşılabileceğini; ama sadece anlaşılmayacağını; ayrıca dönüştürülebileceğini ve hatta dönüştürülmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyor… Analiz ve sentezin bu süreci açıklamak için ilk kez Mao tarafından böyle kullanıldığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu açıklama proleter hareketin niteliğini, diyalektiğin bu hareketin gelişmesine koşut ulaştığı düzeyi kavramak bakımından da önemlidir. Hegel’de de analiz ve sentez bilgi sürecinin temel kavramları olmuştur; ama onda proleter hareketin karakteri ve “ereği” olmadığından özellikle sentez sönük, açılımsız kalmıştır. Ancak proleter hareket sayesinde ve elbette onun teorisi olan Marksizm-Leninizm-Maoizmin diyalektiği ile analiz ve sentez bu düzeyde kullanılabilmiştir… “Düzeltmeciler”in düzeltmesindeki belirleme bunu içermektedir sadece, MAE’nin “aklına gelen” uydurmaları değil!..
“Üççülük” eleştirisiyle Mao’nun yaptığı şey diyalektiği “tek gelişme yöntemi” olarak temel bir kategoride tanımlamaktır. Diyalektiği karşıtların birliği teorisi olarak tanımlamak ve bütün gelişmeleri, hareket biçimlerini bununla kavramak: İşte Mao’nun üççülük eleştirisini yaparken durduğu nokta burasıdır. MAE’nin “üççülük” üzerinde sözde durup bu temel noktayı kavramaktan uzak durması onun düşünme yöntemi sorununu ele veriyor. O Lenin’de ve sonra da Mao’da ete kemiğe bürünen diyalektik yöntemi incelemiyor; bilgi teorisinin, bir süreç olarak gelişimini irdelemiyor. O, kendi “diyalektiği”ni bulmuş ve uydurmaları yakıştırdığı bu diyalektikle hesaplaştığını sanmaktadır. Bunu yaparken bu hesaplaşmaya konu olan Mao’nun nasıl böyle basit hatalara düştüğünü de düşünmeden edemiyor MAE; ama çok yormuyor kendisini, hemen sonra bunun cevaplarını o iyice genişlemiş görünen cebinden çıkarıyor ve bizi değil, fakat kendisini pek rahat bir şekilde ikna ediyor…
“Anlayabildiğim kadarıyla Mao’nun bu hatalı yaklaşımının kaynağı kaygıdır. Sloganlaştırılmış bu görüşlerin Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne olumsuz etkilerini, Mao’nun bu konuşmasının dışında fazlaca bilmediğimiz ‘ikinin birleşip bir olması’ tezinin çürütülmesine duyduğu siyasal ihtiyaç Mao’yu öznelliğe itmiştir. (…) Modern revizyonizmin ideolojik felsefi mızrağının Yon Sien-çen adlı akademisyenin ‘ikinin birleşip bir olması’ tezinde ete kemiğe büründüğünü düşündüğünden, bu siyasal kaygı Mao’nun bu özensiz davranışının koşulunu oluşturmuştur. Ne var ki Mao’nun karşı çıktığı gibi bir içeriği olmayan ‘ikinin birleşip bir olması’ süreci mekanik ve mücadelesiz bir birlik olmadığı gibi kapitalizmden komünizme gidişte kaçınılması imkânsız görünen bir gerçekliktir. (…) bu yasa Mao’nun çelişkinin özelliklerini tanımlarken altını çizdiği, çelişkinin özdeşliği dediği şeyle de doğrulanan bir durumdur. Çelişkinin özdeşliği, birin sonsuz ve geriye dönüşsüz bölünmesini değil, bir yandan da uygun koşullarda karşıtların birbirine dönüşünü; yani, çelişki halinin birlik yönünde devindirdiğini ve ikinin birleşip bir olmasının mümkün olduğunu, bölünme halinin birlik haline döndüğünü söyler.”[40]
Hayır, Mao böyle söylemez. Bu söylem MAE’nin uydurma diyalektiğinin bir ürünüdür. Alıntının son cümlesindeki şu ifadeler tamamen uydurulmuştur: “çelişki halinin birlik yönünde devindirdiği”, “ikinin birleşip bir olmasının mümkün olduğu”, “bölünme halinin birlik haline döndüğü.” Bunlar uydurmadır; çünkü diyalektik materyalizmde “çelişki” “birlik’in kendisinde”dir; “birleşik” olan, iki zıttan oluşmuştur”, “bölünme” hali “birlik halinin kendisi”dir. MAE’nin çelişkiyi, bölünmeyi “birlik içinde” kavrayamadığı o kadar açık ki!
Mao şöyle ifade ediyor bunu: “Özdeşlik, birlik, uygunluk, birbirinin içine girme, birbirinin içine yayılma, karşılıklı bağımlılık (…): Birincisi, bir şeyin gelişme sürecindeki bir çelişmenin iki yönünden her birinin varlığı öbürünün varlığını gerektirir ve her iki yön de tek bir bütün içinde bir arada varlığını sürdürür; ikincisi, belli koşullarda iki çelişmeli yönden her biri kendi karşıtına dönüşür. Özdeşliğin anlamı budur.”[41]
Bir sonraki sayfada da: “Basit bir süreç tek bir karşıtlar çiftini içerir, karmaşık bir süreç ise daha fazlasını. Ayrıca bu karşıtlar çiftleri de birbirleriyle çelişme halindedir.”
(…)
“Aslında hiçbir çelişmeli yön tek başına var olamaz. Her yön, kendi karşıtı olan yön olmazsa, varlığı için gerekli koşulu yitirir. (…) Peki, nasıl özdeş olabilirler? Olabilirler, çünkü her biri öbürünün varlık koşuludur. Özdeşliğin birinci anlam budur.
“(…) Sorun, var olabilmeleri için birbirlerine bağımlı olmalarıyla bitmez, daha da önemli olan, birbirlerine dönüşmeleridir. Yani belli koşullarda bir şeyin içindeki çelişmeli yönlerden her biri karşıtına dönüşür, karşıtının yerini alır. Bu da çelişmenin özdeşliğinin ikinci anlamıdır.”[42]
Mao “birin ikiye bölünmesi”ni hiçbir yerde “özdeşliğin dışında”, “birlik halinin dışında” tanımlanamamıştır; aksine her zaman için “ikiye bölünmüş iki yönden birinin diğerinin varlık koşulu” olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla MAE’nin anladığı türden “özdeşliği yok eden bir bölünme”den söz edilmiyor burada; özdeş olanların iki karşıttan oluştuğunu; bu anlamda “birin ikiye bölünmesi”nin söz konusu olduğunu söylüyor. Böyle olduğu için de “ayrı ayrı”, birbirinden, bölünmüş oldukları için “bağımsız” var olabilen “karşıtlar”ın birleşmesinden söz edilmez. Gene bu yüzden “birlik yönünde devinme” de söz konusu olmaz: zaten “birlik” halinde olup da “birlik yönünde devinmek” gerçek bir hareketin işi olamaz değil mi?
Karşıt yönlerin birlik içinde karşıtına dönüşmesi, birlikte egemen olanın bu konumunu yitirmesi, egemen olmayanın da egemen konuma gelmesidir. Buna şunu eklememek olmaz ama: Süreçler basit süreçler olduğunda bunu anlamak görece kolaydır. Ne var ki süreçler genellikle karmaşıktır, dolayısıyla “karşıtlar çiftleri” söz konusudur ve üstelik bunlar da birbirleriyle çelişme halindedir!..
MAE’nin özdeşlik tanımını çelişmeden ve çelişmeyi de özdeşlikten ayrı düşünmesi Mao’da bulunmayan tanımları onda varmış gibi yorumlamasına neden olmuş görünüyor! Mao’da ve ondan önce de Stalin’de, Lenin’de tanımlanmış olan özdeşlik teorisi modern revizyonizmle mücadele için de uygundur, kapitalizmden komünizme geçişteki proletarya diktatörlüğünü kavramak için de. Sosyalizme geçişle beraber sınıf mücadelesinin yerini sınıf iş birliğinin aldığını, “iki karşıtlı birlik”in yerini “ikinin birleşmesi”nin aldığını söyleyenler zaten “birlik içindeki” mücadeleyi konu ettiğimizi unutanlar ya da unutturmak isteyenlerdir: Bu nedenle karşıtların mücadelesi süreklidir, denmiştir…
[1] V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Minör Yay., İstanbul 2013, s. 303
[2] A.g.e., s. 294
[3] A.g.e., s. 193
[4] M. Ali Eser, Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, Kardelen Yay., İstanbul 2018, s. 177-178
[5] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 266
[6] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 181
[7] M. A. Eser, a.g.e., s. 202-203
[8] K. Marks, Kapital C. I, Yordam Yay., İstanbul 2010, s. 729
[9] A.g.e., s. 728
[10] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Ankara 2012, s. 126
[11] A.g.e., s. 126
[12] A.g.e., s. 214-215
[13] K. Marks, a.g.e., s. 728
[14] A.g.e., s. 729-730
[15] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 303
[16] F. Engels, a.g.e., s. 126
[17] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 303
[18] A.g.e., s. 304
[19] A.g.e., s. 305
[20] A.g.e., s. 305-306-307
[21] A.g.e., s. 305
[22] Louis Althusser, Marx İçin, İstanbul 2015, s. 247, dipnot 41
[23] M. A. Eser, a.g.e., 200-201
[24] F. Engels, a.g.e., s. 122
* Alıntıdaki imla sorunları orijinalindedir, anlam bozulmadığından aynen aktardık.
[25] F. Engels, a.g.e., s. 123
[26] M. A. Eser, a.g.e., s. 209
[27] Karl Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Ankara 2009, s. 160-161
[28] K. Marks, a.g.e., s. 163-164
[29] Mao Zedung, Seçme Eserler C. I, Kaynak Yay., İstanbul 2000, s. 427
[30] A.g.e., s. 437
[31] A.g.e., s. 439
[32] M. A. Eser, a.g.e., s. 204
[33] Mao Zedung, Seçme Eserler C. VI, Kaynak Yay., İstanbul 2000, s. 310
[34] Mao Zedung, a.g.e., s. 329-330
[35] Mao Zedung, a.g.e., s. 310-311
[36] M. A. Eser, a.g.e., s. 216
[37] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 170
[38] A.g.e., s. 89
[39] A.g.e., s. 91
[40] M. A. Eser, a.g.e., s. 217
[41] Mao Zedung, a.g.e., s. 444
[42] A.g.e., s. 445-446
KAYNAKÇA
ALTHUSSER Louis, Marx İçin, İthaki Yay., İstanbul 2015
ENGELS Friedrich, Anti-Dühring, Sol Yay., Ankara 2012
ESER M. Ali, Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, Kardelen Yay., İstabul 2018
LENİN V. İ., Felsefe Defterleri, Minör Yay., İstanbul 2013
MARKS Karl, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Ankara 2009
MARKS Karl, Kapital Cilt I, Yordam Yay., İstanbul 2010
ZEDUNG Mao, Seçme Eserler Cilt I, Kaynak Yay., İstanbul 2000
ZEDUNG Mao, Seçme Eserler Cilt VI, Kaynak Yay., İstanbul 2000