Halkın Günlüğü 2 Eylül 2017 Tarihinde “Temel olan çizgi ve ilkesel devrimci tutumdur/Partizan’a yanıt” başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Partizan içindeki ayrışma sonrası yaşanan sorunlarda, aldığı tutuma dair yapılan eleştirilere yanıt vermeyi amaçlamıştır. Aslında yazının başlığını “Halkın Günlüğü Öğretmeye Devam Edecek” şeklinde koysalardı daha anlamlı olurdu. Zira yazı, “didaktik” yöntemde artık en uç vermiş bir hal almıştır. Bir önceki eleştiri yazımızda Mao’nun “öğrenme hususunda doymayı, öğretme hususunda yılmayı bilmemeliyiz” sözünün, öğretme-öğrenme diyalektiğinde Halkın Günlüğü’nün sürekli “öğreten” olma çabasının ve bu noktadaki azminin ne boyutta olduğuna değinmiştik. Halkın Günlüğü öğretme konusunda ki direngenliğini büyütürken, öğrenme noktasında tembelliğini de buna paralel geliştirmektedir. Ama öğretirken tek yanlı, yanlış, hatalı, gerçeklerle ilgilenmeyen tutumunu devam ettirmektedir. Ama öğrenme noktasında hakları verilmesi gereken bir yön vardır; Felsefe de burjuva idealizmini, siyasette demagojiyi çok iyi öğrenmekte ve bu noktada enteresandır özel bir çabaya girmeden de kavramaktadır!
Kültür Devrimi’ne Dair Halkın Günlüğü’nün Saçmalama Özgürlüğü!
Biz Halkın Günlüğü’ne sondan başlayarak bir yanıt vermeye çalışalım. Bizim Büyük Proleter Kültür Devrimi’ndeki “şiddet olgusunu” yanlış kavradığımıza dair derin analizler yaparken, Kültür Devrimi’ni de bize öğretme çabasına, amaç ve hedefini kavratmaya yönelik kalem oynatmıştır. Önce “Parti içi sorun veya çelişkiler ideolojik ve örgütsel kapsamdadır, siyasi nitelikte değildir.” diyerek partinin siyasi bir örgütlenme olduğunu bir güzel reddetmektedir. İki çizgi mücadelesini burjuvazinin giyotinine sokmaktadır. Hayır arkadaşlar Parti içi meseleler ve çelişkiler ideolojik-siyasi-örgütsel-kültürel, vs.’dir. Yani toplumsal yaşama dair ne kadar çelişki varsa parti içinde bu çelişkiler vuku bulur. Partideki iki çizgi mücadelesi de bu alanların her birini içerecek şekilde yansır. Farklı ideolojik yaklaşımlar farklı siyasi çizgileri savunur, farklı siyasi çizgiler de parti içinde mücadeleye tutuşur. Biz gerçekten bu ayrımı anlamakta zorlandık. Mantıksızlığın mantığı olur ama buradaki mantıksızlığın bir mantığı da yoktur. Parti içi çelişkinin siyasi niteliği olmadığını söylemek hangi düşünüşün ürünüdür, hangi bakış açısından çıkmıştır ve nereden ezber edilmiştir bilemiyoruz. Ancak biraz sonra Kültür Devrimi’ni açıklarken yazılan birkaç paragrafta kendine dayanak oluşturma hesabının ürünü olduğunu anlıyoruz.
“Ancak siyasi muhtevaya dönüşmemiş olup, ideolojik kapsamda kalan mücadele, çelişki ve sorun şiddeti reddederek barışçıl biçimde çözülür, ele alınır. Kültür devriminde çelişki siyasidir ve Kültür devrimi siyasi bir devrimdir…. Bundan önceki mücadele süreci siyasi değil, ideolojiktir… Parti içi sorun ve çelişki siyasi mücadeleye ancak siyasi iktidar şartlarında, partinin iktidarda olduğu ve bu koşullarda, yani, iktidardayken burjuvalaşması, karşı-devrimci niteliğe bürünmesi şartlarında dönüşebilir. Kültür devriminde KP iktidardadır, iktidar partisidir ve bu parti karşı-devrimci niteliğe bürünmüş kapitalist yolcu bir partidir.” Evet bu alıntılar Halkın Günlüğü’ne ait! Hangi yanlışı düzeltelim ki! Bu ele alışın hangi teorik perspektifinden, hangi siyasi derinliğinden, hangi ideolojik yaklaşımından ve hangi öğretmeye çalışan tavrından öğrenebiliriz. Bu satırları yazan bir anlayış nasıl bu kadar “ukala” olmayı başarıyor, şaşırmamak elde değil. “Hem kel hem fodul” (fodul: kibirli) sözü var olan tabloya çok uygun kaçmaktadır. Kültür devrimine dair yapılan her tespit yanlış ve hatalı. Birincisi, ÇKP karşı-devrimci bir parti olmamıştır. Ne Mao’nun böyle bir tespiti vardır, nede gerçeklik budur. ÇKP önderliğinin önemli ve ağırlıklı bir kısmı Kapitalist yolcudur ve partiyi bu çizgide örgütleyerek yolundan saptırmaya çalışmaktadır. Ki bu kapitalist yolcu önderliğe karşı Büyük Proleter Kültür Devrimi yine bizzat ÇKP önderliğinde verilmiştir. Mao’nun savaş ilan ettiği ÇKP önderliğinin partiyi sokmuş olduğu çizgisine yöneliktir. Mao bu durumu sınıf savaşımı olarak tanımlamakta ve önderliğin geldiği noktada bir siyasal ve toplumsal devrimi zorunlu görmektedir. Mao bir çok konuşmasında ve yazısında Partinin ağırlıklı kısmının Komünist olduğunu ve yine parti önderliğinin de ağırlıklı kısmının revizyonist olduğunu vurgulamaktadır. Bu bağlamda BPKD, Karşı-devrimcileşen partiye karşı değil parti içindeki revizyonistlere yöneliktir. Bu bağlamda Mao’nun parti adı altında kızıl bayrağı sallayan kesimleri hedef göstermesi, bu bağlamda partinin bir bölüğünün de hedef haline getirilmesi söz konusudur. “Burjuva karargahları bombalayın derken” de partinin karşı-devrimciliğine değil Parti önderliğinin karşı-devrimciliğine ve parti içindeki burjuva anlayışlara yönelik bir hedef gösterme durumu vardır. Ki Mao ÇKP MK’sının 1966’da Kültür Devrimi’ni sistematize eden Kararnamesinde Partinin önderlik kademelerini dahi dört kategoriye ayırıyor. Bunlardan sadece dördüncü kategoriyi karşı-devrimci ilan ediyor. Kültür Devrimini sahiplenenler ve mücadeleye katılanlar, nispeten arada duranlar ve geçmiş hatalarından ve zaaflarından dolayı ürken ve engel olmaya çalışanlar diye de diğer kategorileri belirliyor.
İkincisi, Kültür Devrimi, doğru, bir siyasi iktidar mücadelesidir. Ancak daha da önemlisi bir ideolojik ve kültürel devrimdir. Kültür Devrimi’nin deklarasyonunun ilk maddesini buraya eklemek kültür devriminin ne olduğunu anlamak açısından zihin açıcı olacaktır: “Burjuvazi alaşağı edilmiştir, ama bu sınıfın temsilcileri, sömürücü sınıflardan arta kalan eski fikirleri kültürü, adetleri ve alışkanlıkları halkın aklını çelmek ve bir kez daha iktidara gelebilmek için kullanmaktadırlar. Proletarya buna cevap vermek zorundadır: burjuvazinin ideolojik düzlemde attığı her adıma karşı yeni fikirleri, yeni kültürü, yeni adet ve alışkanlıkları kuşanarak karşı-saldırıya geçmek halkın bakış açısını dönüştürmek zorundadır. Şuan da en birincil hedefimiz kapitalist güzergahı seçen iktidar sahiplerine karşı mücadele etmek ve onları alaşağı etmek; gerici burjuvazinin fikirlerinden beslenen akademik otoriteleri eleştirmek ve iddialarını geçersiz kılmak ve eğitimi, edebiyatı, sanatı ve tüm diğer alanları sosyalist iktisada dayalı alt yapıyla bağdaşmayacak şekilde dönüşüme uğratmayı isteyen burjuva ideolojisine karşı mücadele ederek sosyalist sistemi korumak, sistemin gelişimine yardımcı olmaktır.”
Yani Kültür Devrimi burjuva anlayışa, ideolojisine, dünya görüşüne, siyasetine karşı açılmış kapsamlı bir devrimci savaşımdır. Gericileşmiş burjuva unsurları partiden ve toplumsal yapıdan temizlerken, aynı zamanda bunun etkisinde kalmış geniş kitleleri Proleter ideoloji, siyaset, dünya görüşü ve kültürüyle donatmayı içermektedir. Denilebilir ki Kültür Devrimi esas ve asıl olarak ideolojik temelde, toplumsal bir devrimdir. “Burjuvalaşma hakkını” yok etme kampanyaları, Kültür Devrimi’nin Dört Büyükleri’nden; “Büyük puntolu afişler, büyük özgürlük, büyük fikirler, büyük tartışma” vs. gibi argümanlar sorunun ideolojik temele dayanan yaklaşımlarıdır. Mao’nun geniş kesimlerin sadece %5’nin karşı-devrimci kapitalist yolcu olduğuna ama bu kesimin kamuoyu oluşturma ve siyasi çizgiyi belirleme gücüne vurgu yaparak geri kalan kesimlerdeki etkisini kırma ve bu kesimleri devrimci değişime tabi tutma ve devrimci sürece katma vurguları da buraya not edilmelidir. Kültür Devrimi’ni siyasi bir mücadele olarak tanımlamak belirleyici olan ideolojik mücadeleyi ve dönüşümü yok saymak anlamına geleceği açıktır. Hele Kültür Devrimi’nden önceki süreci ideolojik mücadeleyi içeren ama siyasi mücadeleyi içermeyen, Kültür Devrimi sürecini ise ideolojik değil politik mücadeledir diye tasnif etmek cehalet değilse, kendi düşüncesine destek aramaktan başka bir şey değildir. Ama buradan Halkın Günlüğü yazarına ekmek çıkmaz.
Halkın Günlüğü’ne burada bir noktayı daha hatırlatmakta fayda var. Kültür Devrimi’nin esas yöntemi barışçıl mücadeledir, halk içindeki çelişkileri fikirle ve tartışmayla çözüme kavuşturması, bunu bir devrimci süreçle gerçekleştirerek sosyalizmden geri dönüşü engellemektir. Mao’nun çelişkileri çözme yöntemine dair makaleleri Kültür Devrimi’nde en çok baş vurulan eğitim materyalleridir. Bu anlamda süreç boyunca açılan her kampanya bunu içermektedir. Öyle ki Mao, Parti önderliğinde egemenlik kurmuş kapitalist yolcuların önemli bir kısmının dahi rehabilitasyona tabi tutulmasını savunmuştur. Ki öylede olmuştur. Deng Şio Ping bunların en bilinenidir. Ancak aynı süreç devrimci şiddeti de içeren, bu noktada barışçıl mücadelenin bunu yadsımadığını gösteren bir kaynaşmayla gerçekleşmiştir. Zira her devrimci sürecin bunu içermesi gerektiği, tarihsel zorunluluk olduğu kavrayışı Mao’da oldukça berraktır. Asıl sorun şiddetin kime, barışçıllığın kime uygulanacağına dair ideolojik bakış açısı, çelişkinin ele alınışı meselesidir.
Halkın Günlüğü bizim Kültür Devrimi’ne dair verdiğimiz örneği anlamadığı için, özel bir yetenekle elde ettiği cehaletiyle bize Kültür Devrimi dersi vermeye çalışmaktadır. Kültür Devrimi’nin en belirgin niteliğini anlamaktan uzak çözümleme ve yaklaşımlarıyla Halkın Günlüğü’nün bize Kültür Devrimi’ni anlamamışınız deme hakkı yoktur. Parti içindeki siyasi, ideolojik ve örgütsel mücadeleye dair yaptığı tasnif ve belirlediği çerçeve ve sınır ise ne dediğini bilmeme haline tekabül etmektedir. Ancak ağızdan çıkan değil kalemden çıkan şeyler olduğu için “ne dediğini bilmeme” tespiti biraz hafif kaçmaktadır. Halkın Günlüğü’nün yazarının kendini haklı çıkarma gayreti ile yaptığı bu tespitler “saçmalama özgürlüğü” kapsamında ele alınmalıdır. Sanırız ancak böylesi bir “özgürlük” Halkın Günlüğü yazarını kurtarmaktadır.
Burada uzun uzun Kültür Devrimi tartışmasına girmeyi gerekli görmüyoruz. Hem konumuz hem de yazıyı boğmama adına en kaba haliyle meseleye değinmeyi yeterli görüyoruz.
Biz Kültür Devrimi’ni örnek verirken bir kez daha belirtelim ki; Mao’un Halk İçindeki Çelişkileri Doğru Kavrayalım meselesine dair tek yanlı bakış açısında ve liberalize ettiği, halk dalkavukluğu yöntemine dair bir vurgu yapmıştık. Yani Halk içindeki çelişkilerde barışçıllığı mutlaklaştıran, suç işleyenler kategorisini yok sayan idealizme işaret etmeye çalışmıştık. Bu bağlamda Parti içi sorunlarda da sorunun muhtevası, niteliği ve karakterine bakarak Devrimci Şiddet yöneliminin belirleneceğini ifade ettik. Ancak bu sorunlarda esasın barışçıl çözüm, şiddetten uzak bir yaklaşımın olduğunu belirtelim ve yetmiyorsa altını kalın kalın çizelim. İçinden geçtiğimiz sürece dair de Mao’nun yaklaşımından, çelişkileri ele alan duruşunu kavramada sorunlu olduğumuz kanaatinde değiliz. En azından Devrimci şiddet ve ele alınışında anlayış, yönelim noktasında bir sorunumuz ve yanlışımızın olmadığı düşüncesindeyiz.
Halkın Günlüğünün Bitmeyen Tarz Eleştirisi!
Sondan başladığımız eleştirilerimize tekrar en başa dönerek devam edelim. Halkın Günlüğü ile ne zaman polemiğe girsek adeta bir “amentü” haline gelen şablon girişleri vardır. Bu yazıda da bu “amentü” es geçilmemiş. Bizim tarz ve üslubumuz noktasında yapılan eleştiriden bahsediyoruz. Arkadaşlar, bıktırıcı olduğunuzu fark edin artık! Tarz ve yönteme dair eleştirilerinizi somutlayın. Nerede hakaret edildi, nerede bel altı vuruş yapıldı, nerede “lümpenleşildi” ve nerede tarz sorunu ortaya çıktı? Somut koyun lütfen somut. “Bütün itham, hakaret ve suçlamalara sessiz kaldık. Ancak gelinen aşamada muhataplarımızın bizlere dönük aynı üslup ve suçlamalarla ortaya koyduğu yaklaşım, aynı düzeye düşmemek kaydıyla yanıt vermemizi zorunlu hale getirdi.” Bu satırları yazarak ama somutlamayarak ne yapmaya çalışıyorsunuz. Polemik dilimizin hakaret, itham ve suçlamaya dair nasıl bir sorunu var. Sizi itham ediyoruz, suçluyoruz ve mahkum ediyoruz. Ama hepsi ideolojik-siyasi argümanlarla ve kanıtlarıyla yapılıyor. “Şu ifadeler tarz olarak doğru değil. Şurada hakaret var” diye somutlamadığınız sürece bu ifadeler sizin bizle polemikte kullandığınız “amentü” olarak görülecektir. Ciddiyetsizliktir bu tutum. Okur kitlesini daha yazıya başlamadan, içeriğe girmeden manipüle etmektir, yönlendirmektir. İçeriği karartma girişimidir. Biz ideolojik-politik mücadeleyi sizle yürütürken somutlamadan tarz eleştirisi yapmaktan bıkmayacak mısınız? Yorulmadınız mı? Bu propaganda biçiminin burjuva siyasetten devşiren bir yaklaşım olduğunu fark etmiyor musunuz? Lenin, Stalin, Engels, Marks, Mao ve en önemlisi İbrahim Kaypakkaya okumaz mısınız siz? Ne kendilerine yönelik yapılan eleştiride tarzı sorun ederler, ne de olabildiğince sert tarzda polemikler yapmaktan, en sert kavramları kullanmaktan kendilerini alıkoyarlar. Ki biz ustaların ve önderlerimizin kullandığı tarzı size karşı kullanmaktan imtina da ediyoruz, aslında bunda sorun görmediğimiz halde. Çünkü bu kavramları kullandığımız an onu tartışmaktan esası tartıştırmayacaksınız. Size ne “kakavan” dedik, ne “burjuva baylar” dedik, ne “eşek benzetmesi” yaptık, ne “osuruk” dedik, ne “alçak” dedik… bunların her birinin ustalar ya da Kaypakkaya tarafından kullanıldığını biliyorsunuz değil mi? Ve hepsi de kendi dönemlerinde “halk içindeki güçler olarak” değerlendirilen kesimlerle yapılan polemiklerde kullanılan kavramlar. Size bunu hatırlatmaktan bıkmadık, sizin de hiçbir somut veri sunmadan bize tarz eleştirisi yapmaktan bıkmayacağınız görülüyor. Ama bir kez daha değinelim. Zira okuyucuyu bu şekilde yani ön yargılı şekilde yönlendirme taktiğiniz gözden kaçacak gibi değil. Yazarlarınız değişiyor, polemik konuları da ama bu yönteminiz değişmiyor. Sanki bu ortak kültürü yaşatma üzerine ortak bir yemin etmiş gibi davranıyorsunuz… Buna değinmeden geçmeyelim istedik.
Abacı, Kebeci, Ara Yerde Sen Neci!
Şimdi konumuzun esasına dönelim. Bizim Parti içinde yaşanan sorunlar bağlamında şiddet uyguladığımıza dair iddialarınız ve bu noktada bize karşı “zorunlu olarak” tutum alma tavrınız.
Her şeyden önce biz sizle polemikte “tarafgirliğinizi” eleştirirken kendimize dair sizden gelecek bir destek arayışına girmedik. Kusura bakmayın sizden bize böyle bir desteğin gelmesini ne aklımızın ucundan geçirdik, ne böylesi bir desteğe ihtiyaç duyduk, ne de bunu yaratmayı doğru gördük. Hatta sizden bize böylesi bir destek gelmesi halinde mevcut çizginiz, siyasi duruşunuz, olaylar karşısında ki sınıfsal perspektifinize bakacak olursak kendimizi yeni baştan sorgulamaya gideceğimizi bilmenizi isteriz. Çünkü o vakit gerçekten Parti karşısında “Hizip mi yapıyoruz” acaba diye kendimize sormadan edemezdik. Zira sizin bize bu bağlamda destek vermeniz, “varoluşsal kriz yaşamanız” anlamına gelecekti. Sizin ise bu krizi yaşayacak takatiniz olmadığı gibi, ona dair en ufak bir emare bile söz konusu değil.
Zira “Eğer dostlarımız tarafsız olmaktan kendilerinin desteklenmesini, kendilerine hak verilmesini, dahası uyguladıkları veya uygulanan kaba yöntem ve şiddet metodunu onaylamamızı, bunlar karşısında sessiz kalmamızı, ayrılmış oldukları kesime kendileri paralelinde tavır almamızı veya bu kesimle ilişkileri kesmemizi ya da devrimci ilişkileri sürdürmeme olarak anlıyorlarsa, böyle bir tarafsızlığı bulamayacaklarını, bu manada tarafsız olmayacağımızı alenen söyleriz. “Sorun yaşadığım kesimle (devrimcilerle) ilişki sürdürmeyin, yakın olmayın, onları muhatap almayın, onlar hakkındaki tavır ve değerlendirmelerimizi kabul edin” şeklinde bir istem rasyonel olmadığı gibi, hak da değildir. Böyle bir istemimiz yoktur denilebilir. Ancak, tarafgirlikle suçlanmamız sadece bu anlayış ve algıyla mümkün olabilir.” Şu satırlar size ait. Siz kendinizi ne zannediyorsunuz, bilmiyoruz. Yazınızda sık sık çeşitli şekillerde yerli yersiz kullandığınız kavramla ifade edersek “otorite” mi? Bizim sizi öyle görmediğimizi bilmenizi isteriz. Ama bir meseleye dair polemik yapma gerekçesinin ne olduğunu anlama da ciddi bir sorun yaşıyorsunuz. Polemik, siyasetlerin kendi düşünce ve fikirlerini yanlış ve hatalı şekilde ortaya çıkan fikirlere karşı kullanma aracıdır. Kamuoyuna, kitlelere kendini anlatma biçimidir. Yine aynı şekilde dostlarını yaptığı yanlışlar karşısında uyarma biçimidir. Bu anlamda polemik meseleler karşısında karşıt düşüncenin rekabeti ve iyi ele alınırsa siyasal-ideolojik gelişim dinamosu olabilir.
Bizde sizin yanlış yaptığınıza dair bir düşüncemizi doğal olarak sizle polemiğe çevirdik. Yoksa bir olayda bizim safımızda olun, bize taraf olun, diğerlerini dışlayın diye bir niyetimiz olmadığı gibi, beklentimizde yoktur. Ama en önemlisi böylesi bir ihtiyacı neden hissedelim ki. Böylesi durumlarda olgun ve kaygısı olan her ciddi hareketin taraf alma durumu içinde olmaması gerektiğini biliriz. Taraf olmaya zorlamanın ne tür tehlikeler doğuracağını da çok iyi biliriz. Biz böyle bir yönteme tenezzül etmedik, etmeyiz. Ne bire bir görüşmelerde, ne kamuoyu önündeki polemiklerde böylesi utanç verici bir duruma kendimizi düşürmeyiz. Bu yüzden kendi kafanızda “haleler yaratmayı” amaçlayan böylesi tespitler gereksizdir. Ne size özel bir “yücelik” ya da başınıza “hale” yerleştirmeyi sağlar ne de bizi düşürmek istediğiniz pozisyon oluşur.
Bizim anlatmak istediğimiz derdi bu satırlara bakınca anlamadığınız anlaşılıyor. Ama yazının bütünün de daha fazla anlaşılıyor bu anlamama sorunu!
Arkadaşlar ısrarla yazınız da “biz şiddete karşı çıktık” “devrimciler arası ayrışma da şiddete dayalı yöntemlere itiraz ettik” “ayrışma kamuoyuna yansıdı ve şiddet ortaya çıktı sorumluluk hissettik” diyorsunuz. Tabi bir yerde bizim şiddet politikamız yoktur ilanımızı da “sevinçle” karşıladığınızı söyleyerek ama bu politikayı pratikleştirmeyerek yanlışınız da ısrar ediyorsunuz diye de vurgu yapıyorsunuz. Yazınızda ısrarla şiddet olgusu üzerinden duruyorsunuz. “Dolayısıyla şiddet tavrına dönük itiraz ve eleştirimiz hiçbir gerekçeyle geri çekemeyeceğimiz bir tutumdur.” “Eklemekte fayda var ki, şiddet ve kaba yöntemlerin kullanılmasına dönük eleştirel tutum alma tavrı salt kurumumuzla sınırlı değil, diğer devrimci yapıların da aldığı tavrıdır.”, “Bu anlamda ilkesel hatalara düşen dostları eleştirme ve şiddete maruz kalan devrimcilerin haklarını ve devrimcileri sahiplenme tavrından ödün veremeyiz.”, “Şiddete başvurmadık.” demektesiniz fakat bizler dışında birçok devrimci yapının da şiddet tavrına dönük imzaladığı açıklama ortadadır ve bu bir gerçekliği ifade etmektedir. Yani sadece biz değil, diğer devrimci yapıların en azından bir bölümü de bu tavırdadır. (Olmayanlar ise, nispeten kayıtsız kalan kesimlerdir.) Dahası, yoldaşlarımız sizler tarafından diğer kesime dönük şiddet uygulama eğilimine, hazırlıklarına tanık olmuş ve doğru eleştirilerle bu eğilimler engellenmiştir. Yoldaşlarınızın ortak yaptığımız çeşitli etkinliklerde, ilgili kesime şiddet uygulama temelinde alenen eğilim gösterip sözle de niyet ve tavırlarını açıkladıklarına tanık olmaktayız. Ki, dediğimiz gibi, bu eğilimler yoldaşlarımızın olumlu çaba ve eleştirileriyle engellenmiş ve düzeltilmiştir. Kaldı ki, yayın bürolarının basılması ve ele geçirilmesi ve bunda yaşanan sorunlar açıktan şiddet davranışıdırlar. Zorla el koyma eylemi şiddet eylemidir. El koymaya direnenler olduğunda sorunun şiddetin kaba biçimde uygulanmasına açık olduğu inkâr edilemez. Ciddi direniş gösterilmediğinde kaba şiddete gerek görülmemesi şiddet uygulanmadığı anlamına gelmez. Anlayış ve çizgi olarak şiddetin ve zorun, baskının kullanılabileceğini savunmaktasınız. Bu, şiddet tavrınızın eleştirilmesi ve buna dönük tavır alınması için yeterlidir. Büronun basılmasında şiddetin uygulandığı da iddia edilmekte, şiddetin uygulandığına dönük kanıt ve tanıklar bulunmaktadır. Çizgi ve anlayışınızın da bunu onayladığı göz önüne alındığında şiddet uyguladığınız, uygulayacağınız sonucuna varma zor olmasa gerek.”
Bu alıntılar sorunu anlamadığınıza, bizim neyi tartıştığımıza gözünüzü kapattığınıza işaret etmektedir. Arkadaşlar öncelikle bürolara el koyma meselesinde bir şiddet meselesi var diyorsunuz. Hatta bunun kanıt ve tanıkları olduğunu da söylüyorsunuz. Öncelikle bu kanıtlar nedir, deliller nedir? Onu ortaya koyun. Eğer sadece şiddete maruz kaldığını iddia edenleri hem kanıt hem delil olarak görüyorsanız ve buna inandığınızı söylüyorsanız bunu ifade edin. Bunun dışında başka kanıtlarınız varsa da onu söyleyin. Çünkü bahsi geçen olayda bunların dışında müdahale eden onlarca insan da hem kanıt, hem delil olabilir. Bunu neden görmüyorsunuz? Üstelik yalanlarıyla nam salmış bir Hizipçi anlayışla yüz yüze olunduğu için ve yaygara koparacakları bilindiği için şiddet olmadığını ispatlayacak şekilde nasıl büroyu aldıkları delillendirilmiştir. Peki siz hangi kanıt ve tanıktan bahsediyorsunuz. Güvenilirlik ölçütünüz nedir? Madem iki tarafı da devrimci görüyorsunuz, eşit mesafedeyseniz eğer bu olaya hakim olmak istiyorsanız neden iki tarafı da dinleme zahmetine girmiyorsunuz. Diğer kanıt ve tanıklara dair ciddiye alma durumunuz neden yok. Üstelik biz, ısrarla ve iddia ile söylüyoruz “büro alınırken şiddet olmamıştır”. Onlarca tanık vardır ve büronun alınmasına dair kanıtlarımız somuttur. Neden bunu ciddiye almıyorsunuz? Çünkü işinize gelmiyor. Hala söylüyoruz bu meselenin bu yanını öğrenme olanağını size sunuyoruz. Gelin anlatalım, ispatlayalım şiddet olmadığını. Ama işinize gelmediği için bu çağrımızı sessizlikle karşılayacağınızı da biliyoruz.
Kimi siyasetlerin de buna destek vermesi mesele de bir şey değiştirmiyor. Sadece yalana inanların sayısını arttırıyor. Bu özgülde biz durumu şıracı ve bozacı benzetmesiyle ifade edebiliriz. Yanlış yapanların sayısının çokluğu yanlışı meşrulaştırmaz. Ancak bu özgülde elbette biz siyasi hareketlerin bu yanlışa neden ortak oldukları üzerine düşünürüz. Bu yanlışı ortadan kaldırmanın mücadelesini veririz. Özellikle ilişkilenme meselesinde ve kendimizi anlatma noktasın da bıraktığımız boşlukların muhasebesini yaparız. Fakat bu desteğin başka siyasi saikler, politik paydaşlıktan kaynaklandığı da tahmin edilmeyecek gibi değildir. Bu bağlamda siyasal yakınlık, sizin ve diğer destekçi yapıların üzerinde Hizipçi anlayış tarafından bir basınca dönüştürülmüştür. Burada Hizipçi anlayışın bu açıklamaları gerçekleştirmek için bilgimiz dahilinde olan aylara varan görüşme trafiği ve basıncı asıl utanç verici olan şeydir.
Ancak partinin yaşadığı süreç ve zorluklar göz önüne alındığında emin olun ki bizim için bu diplomasi çalışması oldukça tali kalıyor. Zira rahatlıkla bizim başımıza gelen kimi şiddet girişimleri, siyaset yasakçılığı tutumları, internet sitelerinde isim isim yapılan teşhirleri kullanarak tüm mesaimizi siyasetleri buna tavır almaya yöneltseydik biz de belli sonuçlar elde ederdik. Ama oluşan gerginliğin tolare edilebilecek ve hesabı sonra sorulacak bu durumları biz kamuoyuna yansıtmayı bile yanlış gördük. Bir bardak su da kıyamet kopararak partimizi utanç verici bir zafiyet içinde göstermenin ne yeri ne zamanı ne de gereği vardı. Bizim Parti anlayışımız, devrimci mücadelemiz karşısında ki sorumluluğumuz bu neviden sorunları büyük puntolarla kamuoyuna yansıtmak değil, tolere edip büyütmemek şeklinde olmuştur. Partimizi küçük düşürmeye tekabül eden bu tutuma tenezzül bile etmedik. Ama hizipçi-tasfiyeci anlayış bunu ana ve esas gündemleri haline getirdi. En ufak gerginliği bir yaygaraya dönüştürdü. Sürecin böylesi gerginlikleri doğuran karakterini es geçip “reklamın iyisi kötüsü yoktur” anlayışıyla hareket etti. Mağduriyetin prim yaptığını gördükçe çığlıklarını yükseltip, yaygaracılığı körüklediler. Siz de bu yalanlara tenezzül ettiniz. Bunun devrimci normlarla ilişkisini dahi kurma gereği hissetmediniz. Bu konuda açıklama yapan diğer anlayışlarda buna tenezzül etti. Ama zaman her gerçeği açığa çıkarmakta mahirdir. Zaman hataların görülmesin deki en etkili silahtır. Bu meseleye tenezzül edip müdahil olanlar da zamanla bu düştükleri durumu elbette fark edecektir. Ama bu konu da size, ne zaman ilaç oluyor ne de başka bir şey. Siz, söz konusu biz olunca, söz konusu Partinin yaşadığı iç sorunlar olunca, hatanızı tekrarlamanız ve müdahil olmanız hiç değişmiyor. Sizin için bu habis bir hastalık.
Gerçeğe Şaşı Bakanlar Müneccimlerle Aşık Atarlar!
Büronun alınması başlı başına şiddete zemin sunan bir girişim diyorsunuz. Arkadaşlar farazi konuşmayın. Yok direnişin boyutuna göre gelişmeler seyredermiş yok direniş olursa şiddette olurmuş vs. vs. bunlar somut tartışma da, farazidir. İlgili büro çalışanlarına görevden alındıkları bildirilmiş ve terk etmeleri söylenmiştir. Direnme noktasında esaslı bir sorun yaşanmamıştır. Büro bir şiddet olayı vuku bulmadan alınmıştır. Olan şey budur. Ayrıca “şiddet” meselesi size ve kamuoyuna böyle mi yansıdı? Yani “büroları” almak şiddettir diye mi açıklama yaptınız? “Kadına şiddet, çalışanlara şiddet” diyerek ortalığı ayağa kaldırmadı mı hizipçiler ve sizde buna ortak olmadınız mı? Şimdi çalışanlara şiddet olmasa bile büroyu alma girişimi aslında şiddettir gibi “kitabına uydurma” teorileri yapıyorsunuz. Şiddet sorununun uzun süre tartışıldığı argüman, çalışanların dövülmesi şeklinde olmuştur. Ancak deliller, kanıtlar çıktıktan sonra “büro basmakta şiddettir” teorileri gelişmiştir. Büronun alınmasına dair tartışmayı ise biraz ilerde ayrışmada örgüt değerlerinin kimde nasıl kalması gerektiği üzerine yaptığınız değerlendirme de gireceğiz.
Arkadaşlar “az daha bizim” bir şiddet uygulayabileceğimize dair pratiklere de tanık olmuşlar. Şiddet olmamış ama “az daha” olacakmış! Ama yoldaşlarının sayesinde bu gerçekleşmemiş. Öncelikle eğer yoldaşlarımız oraya şiddet uygulama iradesiyle gitseydi o durumda sizin ikna etme kabiliyetiniz, belirlenmiş görev karşısında etkisiz olurdu. Bunu bilmeniz gerekir! Siz “tam şiddet olacaktı ki” gibi fantezi ve öngörülerinizi paylaşmak yerine somutu tartışın. Arkadaşlarımıza sordunuz mu şiddet uygulayacak mıydınız diye? Şiddet uygulamayın arkadaşlar şeklinde bir argümanla mı bizim yoldaşlarımızı ikna ettiniz de böyle konuşuyorsunuz. Yoksa havayı koklayıp, psikolojik analizlerle “şiddet eğilimi var” tespitleri mi yapıyorsunuz. Spekülasyonla bu meseleyi açıklamaya çalışmanız ayağı ayakkabıya uydurma tavrıdır. Ciddiyetsizdir, acizliktir, çaresizliktir.
Bizim zaten şiddeti bu durumlarda savunduğumuzu söyleyerek de deyim yerindeyse “Pastanın üstüne çileği” yerleştirip karara varıyorsunuz: Şiddet vardır. Arkadaşlar siz devrimci dürüstlüğü nasıl ele alıyorsunuz bilmiyoruz. Ama dürüstlük bizim için önemli. Biz teorik olarak felsefi olarak ve anlayış olarak devrimci şiddetin bu durumlarda kullanılmaz şeklinde ki ilkesel yaklaşımın yanlış olduğunu ifade ettik. Suç, suçun kapsamı, içinden geçilen koşullar, politik konjonktürün niteliği gibi somut incelemeler üzerinden bu yönelime girilip girilmeyeceğine karar verilir dedik. Ama siz ne diyorsunuz zaten şiddeti savunuyorsunuz. Bunlar aynı şeyler değildir. Hatta apayrı şeylerdir. Biz sizle işin felsefesini tartıştık bu bağlamda. Sizin idealizminize, mutlakçılığınıza vurgu yaptık. Bu olay özgülünde eğer anlama zorluğu çekiyorsanız tekrar belirtelim heceleyerek büyük harflerle: Bİ-ZİM BU AY-RIŞ-MA-DA ŞİD-DET PO-Lİ-Tİ-KA-MIZ YOK-TUR! Sanırız bir teşpih ve halk sözü sizi alındırmaz: Bilal’e anlatır gibi anlattık sanırız! Daha da anlamama da ısrar ediyorsanız, bizim yapacak bir şeyimiz kalmıyor.
Unutmadan belirtelim bu süreçte gerçekten şiddet anlamında tek bir olay vardır. O da Antakya-Samandağ olayıdır. Burada bir şiddet söz konusudur. Ama nasıl geliştiğine dair kamuoyuna bilgilendirilme yapılmıştır. Arkadaşlarımıza, partiye ve parti iradesine ağır hakaret ve küfürler edilmiştir, bir gerginlik ortamında yani provokasyon ve sözel şiddet yapılmıştır. Karşılığında ise arkadaşlar fiziksel şiddete yönelmiştir. Buradan şunu anlamanızı istiyoruz: Şiddet yaptıysak bunu söyleriz. Yani olan şey neyse biz olduğu gibi anlatırız. Hatamız varsa öz-eleştiri yaparız, savunmamız gerekiyorsa da doğru buluyorsak da savunuruz. Bu anlamda beyanımıza inanmanızı salık veririz. Ama iki taraf var ve velev ki aynı mesafedeyseniz iki tarafa, ayrı beyanlar çıkıyorsa ortaya bu defa size düşen sorumluluk meseleyi incelemek, tam hakimiyet sağlamak, sorunu anlamak, delil ve kanıtlara bakmak ve oradan sonuca gitmek. Siz bu gelişmelerin hiç birinde bu yöntemi izlemediğiniz gibi, utanç verici şekilde koparılan bir yaygaraya megafon oluyorsunuz. Bir türlü anlamadığınız da bu. Şunu açık yüreklilikle ifade edemiyorsunuz: biz iki tarafı da dinlemedik. Sadece bir tarafı dinledik ve söylediklerini doğru kabul ettik. İşte asıl mesele budur. Bu durumda alınan tutum bir çıkara dayalı tarafgirliktir. Bu tarafgirliği sizin bize ve kamuoyuna “ilkelilik” “şiddet karşısında çizgi” diye yutturmaya çalışmanız gerçeklikle örtüşmüyor. Bunu kabul etmekle işe başlamanız gerekmez mi?
Üzüm Hırsızı, Güzün Belli Olur!
“Bizleri zoraki taraf gösteren ve bunu ağır itham, suçlama ve kabul edilemez üslup ve yaklaşımlar zemininde ısrarla sürdürmenizi anlamamaktayız. “Herkesle kavga” tutumunu, herkesi karşıtınız gösterme ve karşınıza alma yaklaşımını terk etmeniz daha doğru olacaktır. Dostlar arası sorunlarda “kavgacı”, dar, sekter yaklaşımın hiçbir sorunu çözmediği, hiçbir ilerlemeye yol açmadığı tüm tarihimizle ortadadır. Bunun tersine aynı eğilimi sürdürmeniz anlaşılmaz olduğu gibi, bir rastlantı olmayıp çizgi sorunu olduğunu söylemek durumundayız.” Bu yaklaşımınızla sınırı aşıyorsunuz. “Herkesle kavga” tutumumuz neymiş? Kavgadan kastınız nedir? Örneğin partimizin parçalanmaya çalışılmasına, yoldaşlarımızın teşhir edilmesine, hedef gösterilmesine, komploculuğa, dedikodulara, internet sitelerinde isim isim teşhirlere ses çıkarmayalım mı? Ya da sizin hatalarınıza, partimize yönelik özel duyarlılıkla her hizipçi anlayışı desteklemenize “alkış çalıp” bir de üstüne “bravo” mu diyelim? Eğer yanlış buluyorsak bir şeyi elbette onunla ideolojik, politik temelde kavga yürüteceğiz. Siz kavgacılıktan ne anlıyorsunuz? “kargadan başka kuş tanımama” hali içinde olmadığımız açıktır. Devrimci hareketlerle, sizde dahil en sert kavgaları versek dahi mücadele de aynı mevzide düşmana karşı kavga etmeyi becerdiğimiz de bilinmektedir. Ama gördüğümüz yanlışları görmemezlikten gelme tutumu, her yanlışa doğru deme yaklaşımını benimsemeyeceğimiz de açıktır. Ama siz bu satırları, sizle yaptığımız polemik ve eleştiri üzerinden yazıyorsunuz. Yani bizim kavgacı olduğumuz algısı yaratarak kendinize yine saçma bir dayanak noktası arıyorsunuz. Bir algı yaratarak tartışma da kendinize doping almaya çalışıyorsunuz. Bu hileli mücadele biçiminden vazgeçin. Ama aldığınız doping fark edilmeyecek gibi değildir.
Halkın Günlüğü Parti sorunlarımıza müdahale etme gerekçelerinden birisini de bize karşı daha hassas yaklaşmak olarak koyuyor. Tabi bunu kendine yakın görme anlamında olumlu bir şey olarak ifade ediyor. “Dikkat çekelim ki, yaşadığınız sorunda genel tutumumuzdan öte bir ilgiye sahibiz, bu doğru. Fakat bu, sizlerin sübjektif olarak iddia ettiğiniz gibi sorununuzdan faydalanarak fırsatçı davranma ve adam kapma veya ilgili kesimle birleşme şeklinde bir tutum değil, bilakis sizleri yapı olarak kendimize yakın görmekten ve hatta geleceğe dönük birlik gücü gördüğümüzden, en azından ortak çalışacağımız öncelikli Sosyalist güçlerden olduğunuz şeklindeki değerlendirmelerimizden kaynaklanmaktadır.” Şeklinde ifade ediyor. Arkadaşlar bütün meselemiz de aslında budur. Siz kendiniz çalıp kendiniz oynuyorsunuz bu noktada. Öncelikle yakınlık meselesi evet sizin 3. Kongre’ye kadar nispeten doğrudur. Ancak 3. Kongrenizi partimiz revizyonist tezlere açılmış kapılar olarak görmektedir. Bu ideolojik ve teorik olarak sizin bir bütün olarak bir önceki teorik-ideolojik duruşa göre gericileşmeye başladığınızın işaretidir. Bu bağlamda aslında yeni teorilerinizle siz bize yakın değil uzaksınız. Zira tarih anlayışınız, MLM’yi kavrayışınız, devrim stratejiniz, felsefi tutumunuz vs.’de artık aramızdaki mesafe açılmıştır. Aramıza daha kalın ideolojik-politik ayrımlar girmiştir. Birincisi bunda netleşelim. İkincisi, sizin bizim sorunlarımıza yönelik ilginiz yapıcı, çözümleyici, sorunu aşma temelinde değil meseleyi büyüten soruna boyut katan eksende olmaktadır. Bu anlamda ilginizin sonuçları devrimci temelde bir katkıya dönüşmemektedir. Bizim cephemizde durum böyle yansımaktadır. Bunu anlamak, hak vermeseniz de saygı göstermek zorundasınız. Üçüncüsü, sizin böylesi özel ilginiz ve bize yönelik birlik gücü görme yaklaşımınız arabesk tarzda tek taraflı aşık olan aşığın halleri gibidir. Yani sevginize aynı derece de ilgi göstermedikçe zarar veren, yıpratan bir hale bürünmektedir. Ve bu yaklaşım biz zayıfladıkça sanki sizle birliğe mahkum olmaya mecbur kalacakmışız gibi bir anlayışa işarettir. Arkadaşlar birlik meselesi bizim için güncel ve önemli bir gündem değildir. Yani en azından bugünün sorunu değildir. Sizin bu ideolojik duruşunuz ve partimizin duruşu arasındaki makas ise açılmaktadır. Yani düne göre daha uzak bir noktadayız. Böyle ilerledikçe, bu hatta yürüdükçe bu mesafenin daha fazla da açılması kaçınılmaz görünmektedir.
Bu temelde sizin bize gösterdiğiniz özel ilgi, pratikte bizim izin verdiğimiz ölçüde gerçekleşir. Sizin dahil olmak istediğiniz düzeye çıkarsa ilişkiler yıpranır. Şuan siz bizim izin verdiğimiz ölçüleri aşan düzeyde meseleye ilgi gösterip pratik müdahalelerde bulunuyorsunuz. Budur eleştirdiğimiz ve mahkum ettiğimiz şey.
Bir önceki yazıda Halkın Günlüğü’nü partide ortaya çıkan hiziplere karşı sahiplenici, korumacı ve onları destekleyen konumlanışları nedeniyle eleştirmiş ve bunun pragmatizm olduğunu söylemiştik. Bu tespiti arkadaşlar uçlaştırarak ele almışlar. Bahsettiğimiz birilerini kandırma, onları kapma meselesi değildir. “Kırk yıllık yoldaş, kadro ve devrimcileri “kandırarak”, fırsatçı ve faydacı yaklaşarak kazanmanın, onlarla bu çürük zeminde birleşmenin mümkün ve akla yatkın olmadığını görmeniz gerekir. Yıllarını devrime ve partiye, geleneğimize vermiş bu kadrolar basit yaklaşım ve ayak oyunlarıyla kandırılabilecek çocuklar değildir. Faydacı, fırsatçı yaklaşımlarla partinizden kopanlarla birleştiğimizi iddia etmeniz adı geçen yoldaşlara hakarettir. Bizlerin ne faydacı ne adam kapıcı ne fırsat kollayıcı yaklaşımımız ve ilgili yoldaşları ve kesimleri saflarımıza katmaya dönük tarif ettiğiniz gibi bir çabamız, yaklaşımımız olmamıştır.” Diyerek bahsettiğimiz yaklaşımı karikatürize etmiştir yazar. Oysa bahsettiğimiz böylesi basit bir şey değildir. Bahsettiğimiz bu sorunlarda Partiden kopanları partiyi zayıflatma adına sahiplenme ve destekleme tutumudur. Buradan hiçbir örgütsel çıkar elde edilmeyebilirde. Ya da böyle yaparak bire bir insan kafalamaktan, kadro devşirmekten bahsetmiyoruz. Ortaya çıkan zayıf, iddiasız ve hareket olmayı beceremeyecek ayrışmaları yutmaya çalışmaktan bahsediyoruz. Bu tek tek bireylerle ilgili bir sorun değildir. Böylesi süreçlerde yakalanan ideolojik, politik paydaşlık, örgütsel dayanışma ruh hali ve daha fazla yakınlaşma durumudur. Bu, ortak geçmişle birlikte düşünüldüğünde bir arada yürüme eğilimine dönüşebilir. Sizin bunu hesap etmeniz siyasetin bir kuralı ya da dürtüsü gibidir. Bunu karikatürize ederek bayağılaştırmanın manası yoktur. Esasta ortaya çıkan sonuç ise belirttiğimiz şekilde olmaktadır. Sizle hareket etmeyi tercih edenlerle ilişkinizin ne kadar ilkeli, ne kadar ilkesiz olduğu ise ilgi alanımızın dışındadır. Sizi ve sizle yürüyenleri bağlayacak bir sorundur. Ancak bu konuda halkımızın kullandığı bir deyim denk gelmektedir: Acı soğan yiyen ağzının kokusundan belli olur!
Övünme Çörtük (Çeltik), Yel Esti Gördük!
Ancak sizin bu tartışmada “çizginize dair yaptığınız övgü” üzerine söylenecek birkaç söz vardır. Zira siz kendinizi övmeyi pek seviyorsunuz. Kendinize bu durumlarda yüceltecek paylar çıkarma da hiç mütevazi değilsiniz. “Eleştirilip suçlanmaya, ithamlara maruz kalma pahasına bu itirazımızı yükseltmekten geri durmayız. Bu, bizler için ilkesel bir tutumdur, bundan ödün vermeyiz. Evet bu ilkesel tutumumuz bizlere kazandırmaktadır. Kazandıran doğru anlayış, yaklaşım ve ilkesel netliktir, ilkeli çizgidir. Partimizin ya da geleneğimizin güçleri, parçaları, değerleri bizlerle birleşme eğilimi gösterip bunu pratikleştirmektedirler. Bu bağlamda çizgimiz kazanmaktadır. Ancak bu kazanım bizlerin özel çabası, faydacı ve fırsatçı ve grupçu yaklaşımlarının ürünü değil, doğru ve ilkeli çizgide ısrar etmemizin sonucudur. Bir çizgi, bedeller ödemiş kadroları, geleneğe emek vermişleri, devrimci iddia ve duruşlarını koruyanları tasfiye edip dağıtırken, bir çizgi de bunları kazanmakta, bunlarla birleşmektedir. Bu durumu aleyhimize karşı eleştiriye dönüştürmeniz anlamsız ve isabetsizdir. Sorun doğru çizgi ile hatalı çizgi sorunudur. Kazanan doğru çizgi, kaybeden hatalı çizgidir. Bundan yakınma ve eleştiri çıkarma yerine, çizgiyi gözden geçirerek ders çıkarma daha doğru olacaktır.”, “Gören, inceleyen, kafa yoran, devrimci kaygılar taşıyan ve doğru ile yanlışı ayrıt etme yeteneği gösteren ilgili yoldaşlar kendileri tercih yapmaktadırlar. Sorun çizgi sorunudur, çizgi! Bir çizgi dağıtırken, bir çizgi birleştiriyor, birleşiyor. Bu sosyal pratiğin dilidir, bunu anlamak zor değildir. Hatalardan vazgeçmek ise hiç zor değildir.” Bu tespitleriniz bir polemikte aslında söylenmesinden hicap duyulacak şeylerdir. Ama bizim size partiden kopanları “yutmaya çalışıyorsunuz” tespitinden çizginizin mükemmelliği, yapıcılığı sonucu çıkarıyorsunuz. Olabilir! Ama sizin yapıcı, birleştirici çizgi diye kendinizi överken aynaya bakmadan konuştuğunuz anlaşılıyor. Sanırız bizden kopan ve sizle birleşen arkadaşlar için “birleştirici çizgi” son 15 yıl içinde içinizde yaşanan ayrılıklarda aynı yeteneği göstermemiş. İki ciddi kopuşta da “darbecilik” eleştirisi tarafınıza yapılmıştır. Birilerini birleştirirken birilerini ayrıştırmayı beceren yetenekli bir birleştirici çizginiz olduğu görülmektedir! Arkadaşlar, kuşkusuz bu kopuşların ve ayrışmaların size dönük eleştirileri başka bir meseledir. Haklı ve haksızlıklarını tartışmıyoruz. Ama sizin kendinize övgüler dizerken siyasal ve örgütsel gerekçelerle sizden yaşanan kopuşlar olduğunu da unutuyorsunuz. Başka nedenlerle de olsa çizginizin “birleştirmede” başka sorunlar yaşadığını bilerek konuşmanız, gerçekliğinizle yüzleşme de daha faydalı olacaktı sanırız. Şimdi bu kopuş ve ayrışmalarda biz sizin yüzleştik, hesaplaştık teraneleri altında aslında 94 darbeci ruhunuz ideolojik-politik anlamda sürüyor mu dememiz lazım. Sizin içinizdeki her kopuşta siz darbecilikle suçlanırken bizim çıkıp evet tarihleri de böyle zaten bunlar darbeci diyerek sizin altınızı oymamız mı gerekiyor? Yani ayrışma ve sorunlar sadece bizde yaşanmamaktadır. O göklere çıkardığınız birleştirici çizginiz altında, ayrışmalar da yaşanmaktadır. Durup dururken kendinizi överek gülünç duruma düşmeyin. Gerçeğin ve sosyal pratiğin sizin görmek istemediğiniz başka bir dili de var. Onu unutmamanız sizin kendinize daha mantıklı övgüler yapmanıza neden olacaktır.
Destek Hizibe, “Akıl” Partiye!
Halkın Günlüğü yazarı ayrışmaya, bu durumda parti değerlerinin ele alınmasına dair de ilginç akıl hocalıkları, analizler ve perspektifler sunmaktadır. “Öte taraftan doğru veya hatalı da olsalar aynı partinin parçaları olan, devrimci olan ve aynı partiyi savunma iddiası olan kesimin de aynı ölçüde parti değerlerine sahip çıkma veya bu değerlerin kendilerine ait olmasını savunma hakları vardır. Bu tavırları görmezden gelinemez veya bu hakları inkâr edilemez. Onların da emekleri vardır ve yaratılan değerler ortak olarak yaratılmıştır. Yanlış yapmak bu haklardan mahrum olmalarını gerektirmez.” Şeklinde soruna yaklaşmaktadır. Halkın Günlüğü’nün kendi adına bazı kriterler belirlediğini ve bunun bir anlayış olarak bu arkadaşlar adına not edildiğini belirtelim. Zira mesele şudur: Parti değerleri sadece iğne, iplik, bina, bilgisayar, vs. vs. meselesi değildir. Parti ismiyle, organlarıyla, bireyleriyle, halkın emek ve katkısıyla parti malı olarak yaratılan değerlerin toplamıdır. Parti bunların her birini korumak, sahiplenmek, üzerine titizlenmekle yükümlüdür. Bu bakış açısıyla sorunu genişlettikten sonra yukarıdaki yaklaşımın tartışılır bir yanı olduğunu belirtelim. Ancak normal, iki tarafın uzlaşma ile kabul ettiği bir yol ayrımında bu tarz şeyler mümkündür. Fakat parti adına hareket etme hakkı olmadığı halde tüm partiyi bağlayacak şekilde partinin değerlerini gasp ederek dar grupçu çıkarlar adına kullanmak, bir nevi bunu partinin karşısına dikmek meseleyi değerleri kim yarattı ve nerede kalacak tartışmasından çıkarmaktadır.
Yaratılan değerler Partinindir. Partinin dışına çıkıldığı noktada partinin tasarrufuna bırakılmalıdır. Ahlaki olan, devrimci olan budur. Partinin yarattığı değerler gönüllük esasına dayanan örgütsel bir faaliyetin sonucudur. Sizin anlayışınıza göre partiden gönüllü olarak ayrılan herkes kendi yarattığı değeri koparıp alarak gitme hakkına sahip olacaktır. Değerlerin nerede nasıl kalacağını belirleyecek olan partinin belirlediği ortak hukuktur. Tek taraflı olarak, hukuka dayanmaksızın kendini parti ilan etmek kopanları parti yapmadığı gibi, aynı hukukun belirlediği değerlerin sahipliği meselesin de de kendini Parti ilan etme ölçütü belirleyici olmaz. Partinin hukuku ve işleyişi burada ölçütü belirler. Ya da olası bir ayrışma da uzlaşmayla varılacak kolektif kabul bunları belirleyebilir. Ama asla tek taraflı bir dayatma ve kendini Parti ilan etme soruna açıklık getirmez.
Bizim ölçeğimizde partinin oluşturduğu iradeyi tanımaksızın, yetkisi ve hakkı olmadan kendini partiye dayatan bir grubun hizip çalışması vardır. Bu hizip kendisini parti ilan etmektedir. Oysa bilinir ki parti iradesi dediğimiz şey kongre, konferanslardır. Merkezi oturumların arasında ise Merkez Komitesidir bu irade. Beğenelim ya da beğenmeyelim, yeterli bulalım ya da bulmayalım bu belirlenmiş, kabul edilmiş bir gerçektir. Partinin merkezi organları iş başındayken kendini parti ilan etmek artık o partiden koptuğunu deklere etmektir. Bu noktada partinin yapacağı bir şey vardır güç ve olanakları ölçüsünde partinin birikmiş, oluşmuş bütün değerlerini uygun şekilde korumak ve sahiplenmektir. Büro olayında da olan budur. Bizim parti anlayışımız, parti değerleriyle ilişkilenme biçimimiz bu şekildedir. Halkın Günlüğü’nün meseleyi basit bir “meta” üzerinden değer ölçütüne vurması, maddi değerler önemsiz manevi değerler önemli şeklinde öncelik tanımlaması yapması bakış açısıyla ilgilidir. Biz partimizin değerlerinin öncelik sıralamasını kuşkusuz yaparız. Hepsi aynı ölçüde değerdedir yaklaşımına sahip değiliz. Her şeyde olduğu gibi esas ve tali olanlar vardır. Ancak her bir değeri de önemseriz. Partinin kendisi de, merkezi ve tüm organları da kolektifin değerleridir. Aynı zamanda partinin ismi, yayınları da bir değerdir ve korunup kollanması gerekir. Oluşmuş siyaseti de, yönelimi de öyle. Ama aynı zamanda partinin malları da değerdir. Ki bu bağlamda her birinin önemine ve değerine göre güç ve koşullarımız oranda daha fazla korumaya odaklı bir yaklaşım içinde hareket edildi. Bu anlayışımız da bir sorun görmüyoruz. Ama partinin malları ne pahasına olursa olsun alınacak, ne sonuç çıkarsa çıksın partinin kayıtlarına geçecek diye bir dogmatikliğimiz de söz konusu değildir. Ancak partimizin değerlerini değersizleştirme yaklaşımına da düşmeyeceğimiz açıktır.
Partinin kimsenin tekelinde olmadığı tarafların kendi cephesinde soruna yaklaştığını söyleyerek şu tespitte bulunuyor Halkın Günlüğü: “Diğer tarafta pekâlâ “biz partiyi savunuyoruz” diyerek sizleri parti dışında görebilir, değerlendirebilirler ki, bunu da iddia etmektedirler. Bunda tek taraflı olarak karar verip meseleyi sonuçlandırma tavrı gerçekçi değildir. Yaşanan tüm tecrübeler bunu göstermiştir.” Bu bir gerçekliktir. Ancak bunun partinin ortak hukuku ve kolektif belirlenmiş bir arada tutan sözleşmesiyle uyumlu olması zorunludur. Bu tüzük yorumu da bir tartışma konusudur kuşkusuz. Ancak bu tabloda kimsenin kendini yadsıması söz konusu olamayacağına göre herkes kendi Parti anlayışı doğrultusunda meseleyi ele alır. Bizde kendi anlayışımız ve haklılığımıza olan inancımızla çelişkiyi ele aldık ve politika belirledik. Partinin merkezi iradesinin belirleyici faktörü göz önüne alındığında bu yaklaşımında bir parti işleyişine aykırı ve ters olmadığı çok açık şekilde görülebilecektir. Görmek isteyenler için ve bir partinin hukukuna saygı duyanlar için elbette.
“Devrimcilik gibi, komünistlik gibi, ideolojik-siyasi miras ve isim sahiplenilmesi, Kaypakkayacılık da esasta ipotek edilemezler. Her devrimci Kaypakkaya’yı savunma iddiasında bulunma ve savunma hakkına sahiptir, buna engel konulamaz. Aynı yapının haklı-haksız durumdaki tüm parça ve tarafları aynı yapıyı sahiplenebilir, bu iddiasını sürdürebilir ve bu yasaklanıp zorla engellenemez. Eleştirmek, fikir ve davranışları deşifre etmek anlaşılırdır fakat fiili engel kabul edilemez.” Halkın Günlüğü bu yaklaşımıyla doğrunun bir kısmına işaret etmektedir. Kuşkusuz hiçbir şey ve doğrular kimsenin tekelinde değildir. Mao’nun bize öğrettiği bir şeydir bu. Ama bir şey vardır ki ayrılanın aynı yapıyı sahiplenme ya da aynı ismi kullanırken ayrıldığını bilerek hareket etme zorunluluğudur. Tüm partiyi partinin değerleri üzerinden teşhir ederek, partinin belirlenmiş en üst iradesini yok sayarak hareket etme özgürlüğü yoktur. Kendi gerçekliğini kamuoyuna ilan ederek hareket etme özgürlüğü, hangi ideolojiyi hangi çizgiyi ve hangi önderi bu eksende kendine rehber aldığını belirleme özgürlüğü ise söz konusudur. Buna ne pratik ne de düşünsel anlamda engel olma durumu olamaz. Bu bağlamda geri kalan mesele ideolojik-politik mücadeledir. Doğru olanı ise tarih ve gerçeğin kendisi belirleyecektir.
Toplamda ise bizim büroyu Partizan değeri olarak görmemiz ve kolektifin parçası haline getirmemiz bu bakış açısıyla meşrudur ve haktır. Bu hakkı en uygun biçimde ve yöntemle, şiddete el vermeyecek şekilde ele alma yönelimine girmemizdir. Nihayetinde olanda budur. Karşı tarafın direnişinin gücüne ve şiddetin kaçınılmaz olmasına paralel olarak yaklaşımımız da biçimlenecekti kuşkusuz. Olmazsa olmaz, kaçınılmaz, vazgeçilmez diye bir şeyimizin olmadığı; bu meseleyi ilkesellik düzeyine taşımadığımız da bilinmelidir. Ancak şiddete el vermeden sorunu çözme yaklaşımımızın sıkı bir şekilde korunduğunu belirtmemiz gerekir. Bu anlamda büroyu kolektifin parçası yapma girişiminin kendisini bir şiddet olarak değerlendirmek doğru değildir. Biz bu yaklaşımı kabul etmiyoruz. Meselenin gelişiminde şiddet bulamayan anlayışların böylesi bir tutumu zorlama bir şekilde şiddettir diye tespit etmenin ötesinde bir anlamı yoktur.
Yersiz Bir Anıştırma Ve Sonuç!
Arkadaşlara sözümüzün olduğu diğer bir meselede iç sorunlarda ya da devrimciler arasındaki şiddette tutarlılıklarını anlatırken DHKP/C içindeki ayrışma da da benzer tutum aldıklarını bir ispat olarak sunmalarına olsun. Bizde özellikle bu ayrışmada ve yurtseverlerin yer yer devrimcilere yönelik şiddetinde tutumumuzu aldık. Bundan sonra da almaya devam ederiz. Ama DHKP/C içindeki ayrışma da Cephe’nin çelişkiyi ele alma ve çözme yöntemi ile bizimkini dolaylı olsa da kıyaslamak bir saçmalama özgürlüğünü daha kullanma girişimidir. Birincisi, bizim şiddet politikamız ve uygulamamız siyasal olarak yoktur. İkincisi, Cephe’nin hayata geçirdiği uygulama hiçbir alanda siyasal yaşam hakkı tanımama şeklindedir. Bir büronun alınması üzerinden bu örneği anıştırmak ucuzluktur, tabanımızın hassasiyetine dair demagojidir. Bunu belirtmeden geçemeyeceğiz.
Halkın Günlüğü sonuç olarak bize verdiği yanıtta sorunun esasta demagojisini yapmaktadır. Hala soruna hakim olmada bir niyet beyanı yapmamaktadır. Olmayan bir politikayı, olmayan pratikleri olmuş gibi tartışmaktadır. Bu tarafgirliktir. Tarafgirliği kendi tercihidir. Bu konuda eleştirmek ve ideolojik mücadele yürütmekte bizim hakkımız ve tercihimizdir. Ama bu polemikleri kendimize taraf yapmak olarak algılama yerine, soruna bakış açısındaki darlık, soruna hakim olmada ki tek yanlılık ve yöntem üzerine en önemlisi de sınıfsal ve siyasal nedenleri üzerine kafa yormalarını sağlamaktır. Bunu başarma durumumuzun zayıflığını ilgili yazıya baktığımızda görüyoruz. Yazar bir siyasal hareketi bağlayan tarzda değil de sosyal medyada bir kişiyi bağlayacak şekilde bir bakış açısıyla sanki yanıt vermiş, soruna karşı tutum almıştır. Bu açıdan ilgili yazının oldukça geri ve ciddiyetsiz yanı da dikkat çekmektedir. Bu durumda kuşkusuz yazının bizim nezdimiz de Halkın Günlüğü’nü bağlamasına engel oluşturmamaktadır.